Güz dalları rüzgâra meylederken gönül telinden, uzak mı düştük sevdalara ne…
Diken diken batarken dilden gönüle sözler, sözlerde kalanlar;
Yabancılaşırken ten bedene ve uzarken yapmacık gülücükler;
Elimizle koymuş gibi alışmışken yaşamın girdaplarına, yalancıklarına;
Bir yalan da ruhumuzla zihnimiz arasında mı tülleniverdi basit ve türetilmişçesine acaba…
Bilmeden mi girdik acaba kumrular ülkesindeki akbaba yuvasına...
Ya da ne bileyim kumru sesinden ürkerken, baykuşlarla mı sohbete giriftar oluverdik…
Susuz, bir avuç toprakta filizlenmiş bir körpecik çıktığında yolumuza;
Ovadan bayırlara, dağlardan çayırlara imdat demenin ümidi olurken aks-i seda
Susuvermek sanki ilkin yaşıyormuşçasına şaşkın, sonmuşçasına bezgin... Kaçmak…
Bilmez misin ki gönül, güzün telafisi baharda, rüzgârın şifası topraktadır…
Varlığın sırrını soramadın mı şu dostuna ki vereydi tek kelimelik cevabını, ‘yokluğun’ diye…
Su yoksa eğer susuzluk çekilmez şüphesiz, ya da ‘susuzum’ değil de ‘eksiğim’ dersin belki de…
Anlamaz mısın ki alıştığın hayatın telafisi bitişik iki avucunun arasındadır,
Ve sayamadıkların sayacaklarından her zaman fazlayken dünyada, neyine güvenirsin söylesene…