İnsanın zorluğa ve bilinmeyene tutkusu belki de genetik bir olgudur. Bir adım ileriye ve hep elindekinden ötesine yönelme insanın temel bir güdüsü gibi geliyor bana. Eğer bu eğilim olmasaydı insanın zihni gelişiminden bahsedebilir miydik? Hafta sonu gittiğimiz kır gezintisi bende bu düşünceyi canlandırdı.
Çoğunluğu çocuklardan oluşan bir grubuz. Kar sularının erimesi ile coşan bir derenin kenarında yürüyoruz. Dere yürüdüğümüz vadiyi ikiye bölüyor. Gürleyerek akan suların her iki yanı da yemyeşil çimenliklerle kaplı ve iki tarafta da ormanlık yamaçlar var.
Gruptaki çocukların istisnasız hepsi bulunduğumuz kıyıdan karşı kıyıya geçmek için çırpınıyor. Geçmek için ne bir köprü ne de üzerine basıp geçmemizi sağlayacak ebatta taşlar var. Bir geçit bulmak için dere boyu yürüyoruz. Hiç kimse karşıya geçmekten vazgeçmiyor.
En sonunda derenin yayvanlaştığı bir noktada herkes paçalarını sıvıyor ve karşıya geçiyoruz. Dereyi geçen çocuklardaki heyecanı anlatmaya kelimeler yetmez. Buz gibi suların ayaklarını sızlattığı çocuklar mutlular. Sonra koşturmaya başlıyorlar. Kimi yamaçlara tırmanıyor, kimi çimenliklerde gördükleri taş parçalarıyla bir şeyler yapma telaşında.
Dereyi paçalarını ve çoraplarını ıslatma pahasına geçen on yaşındaki yeğenime derenin diğer tarafını göstererek soruyorum; "Diğer taraftaki alan oynamaya daha uygun değil miydi, niye bu tarafa geçtik?" Önce cevap veremiyor. Bulunduğu yere hiç bakmadığından eminim. O sadece derenin karşı tarafına gözlerini dikmişti. Sonra gülüyor "Dereyi geçtik ya!" diyor muzipçe...
Bundan sonra insanın ileriye dikilmiş gözlerine "dereyi geçme tutkusu" diyeceğim. Elimizdekine bakmaya bile gerek duymadan, dereyi geçme ve karşıya ayak basabilme arzusu insanın ömür boyu sürecek macerasının adı. Hepimiz aynı macera tutkusunun esirleri değilmiyiz?