Sözlerin hakikatine ve hakikatin sözlerine kulak vermek; fıtratını inkar edenlere, referansı ilahi olan sözleri katledenlere karşı kaynağı evrensel ve hak olan bir akıl birliği içerisinde uyanıklığımızı uyutmamak kaydıyla dik durmak, hem insani hem de İslami bir duruştur. Eğer lazım gelen bu davranışlardan uzak kalarak bana dokunmayan yılan bin yaşasın anlayışıyla hareket edersek sırası geldiğinde o yılan, her bir hücremize bin dokunup tüm benliğimizi zehirleyecektir.
İnsanlara olması gerekenleri değil de olması istenilen prensipleri dayatmak veya kabul ettirme girişiminde bulunmak için geliştirilen politikalar içerisinde din de nasibini almış bulunmaktadır. Hatta bu politikaların başında dinin geldiği ve bunlara kaynaklık unvanını kazandığını söylemek yanlış olmasa gerek. Dinin kullanılarak beyinlerin nefse hapsedildiği; hakikatlerin ise batıla kurban edildiği durumlardan biri de makam-mevki, menfaat ve çıkar sağlamak uğruna birilerinin maşa olarak kullanılması ve hemen ardından o maşaların gizlendiği veya korunduğu dokunulmazlık sembollerin üretilmesidir. Elçiye zeval olmaz düşüncesiyle kurban edilen aracılar da elbetteki görevini yapmakla mükellef kılınmış ve onların itirazları da toprakta gömülü bir hal almıştır.
Biz müslümanların en önemli görevi tek bir akıl üzerinde cem olmaktır. Çatısı altında yek vücud olacağımız o tek akıl ise hayat rehberimiz olan Kuran aklıdır. Kime veya kimlere isnat edilirse edilsin, ne amaçla olursa olsun kimler üzerinden rivayet edildiğine bakılmaksızın Kuran ahlakına ve aklına aykırı hiçbir söz islam diye hayata geçirilmemeli, o sözlerden de medet umulmamalıdır.
Etken problemlerden biri de Peygamber zırhının arkasına sığdırılmış sözlerin nasıllığını gözardı ederek iman olgusuna o sözleri dahil etmektir. Fıtrata aykırı olmayan her bir sözün aklının var olduğu gerçeği kadar o sözleri işiten kulağın, dillendiren dilin ve o sözlere ışık olan gözlerinin de bir aklının olduğu da gerçektir.
Peygamberin sakındıkları karşısında Allaha sığındığı, ne Kuran iradesine ne de insan aklına asla hitap etmediği rivayetleri ile ünlü Ebu Hureyre de eminim bu rivayetleri karşısında büyük şaşkınlık içerisinde kalmıştır tıpkı bizim gibi. Ebu Hureyrenin ismini bilmeyen veya onu tanımayan kimsenin olmadığı kanaati içerisindeyim. Çünkü rivayet edilenlerin büyük payını Ebu Hureyre kapmıştır. Bu yarışta Ebu Hureyre, şampiyonluk unvanına kavuşmuş ve ben de onun bu şampiyonluğunu kutlamak adına bir şeyler zikretmeyi kendime görev addettim. Fakat bu şampiyonlukta başarı değil, yenilgi sözkonusudur. İster istemez akla gelecek sorulardan biri de şu olacaktır: Yenilginin şampiyonluğu mu olur? Ebu Hureyre, hadis başlığı altındaki rivayetlerinin sayısı gereği şampiyonluğa ulaşmış; ancak bu rivayetlerin Kuran karşısında hükümsüz kalması da onu yenilgiye mahküm kılmıştır.
Şimdi ise Ebu Hureyrenin nakletmiş olduğu bazı rivayetleri göstermekle birlikte Kuranın bu rivayetlere bakış açısını izah edeceğim. Tirmizide geçen bir rivayete göre Ebu Hureyre: Resulullah ile birlikte bir yere indik. Halk, geçmeye başladı. Resulullah: Ey Ebu Hureyre! Bu kim? diye sordu. Ben de: Falanca dedim. Resulullah da: Bu, Allahın ne iyi kulu! dedi. Resulullah: Peki şu kim? diye tekrar sordu. Ben de: Falanca dedim. Resulullah da o kişi için: Bu, Allahın ne kötü kulu! dedi. Bu hal, Halid bin Velid gelinceye kadar devam etti. Resulullah tekrar: Bu kim? diye sordu, ben de: Halid bin Velid dedim. Sonra Resulullah da: Bu, Allahın ne iyi kulu!, Bu adam, Allahın kılıçlarından bir kılıç buyurdu. Bu rivayetiyle Ebu Hureyre hem Allaha ve Kurana hem Resulullaha hem de akla çok büyük ayıp, kendisine de yazık etmiştir. Bunları dile getirdiğimizde devre dışı bırakılmış akla sahip birilerinin temeli olmayan savunma mekanizmaları gelişiyor ve İmam-ı Azamın karşı karşıya kaldığı küfür ithamlarına maruz kaldığı boyutuyla bizler de itham olunmakta ve bunu yapanlar da vicdan sahibi diye nitelendirilmekteler. Enteresan olanı ise bu denli insafsızca yakıştırmaları yapanların müslüman diye gösterilen kişilerin olmasıdır.
Rivayete bakıldığında çıkaracağımız sonuç şudur: Hz. Peygamber, kişiler hakkında adeta onların kalplerinde olanı görüyormuşçasına hüküm vermesi ve şahısları zann altında bıraktığıdır. Bu sonuca çeşitli gerekçelerle karşı çıkmak mümkündür. Örneğin: Hz. Peygamberin Bu kimdir? diye sorması, onları tanımadığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bizler de sosyal hayatımızda kişilerin iyi ya da kötü durumlarına hükmedebiliriz. Bu, gayet insanidir ve doğaldır. Fakat iyi veyahut kötü nitelendirmelerde bulunmak için öncelikle o şahısları çok iyi tanımalı, bu tür nitelendirmeleri Kurana göre yapmamız da temel prensibimiz olmalıdır. İfade ettiğim gibi Resulullahın bu iyi, bu kötü gibi beyanlarda bulunması da onları tanımasıyla mümkündür. Rivayetten anlaşılıyor ki Hz. Peygamber, onları tanımıyormuş. O halde aklımız: Resulullah, onların iyi ya da kötü olduğunu nerden biliyordu, yoksa onların kalplerini mi okuyordu? gibi bir soru ile meşgul olacaktır. Bu soruya Yüce Rabbimiz: Allah kalptekileri en iyi bilendir (Al-i İmran, 167) ayetinin ışığında bizleri aydınlatmakta ve hakikati bizlere bildirmektedir.
Peygamberler, Allahın izin vermediği hükümlerde asla bulunmamıştır. Yüce Rabbimiz şöyle beyanda bulunmaktadır: Eğer Peygamber, söylemediklerimizi bize atfen kendiliğinden uydurup bize isnat etseydi elbette onun sağ elinden tutar sonra da şah damarını keserdik(Hakka, 44-46). Vahiyle donatılmış Hz. Peygambere yönelik asılsız ithamları görmek ve onlara karşı koymak, ancak iman sahibi kimselerin işidir.
Başka bir rivayette Ebu Hureyre ile Hz. Peygamberimizin bir diyaloğu, Ebu Hureyreden naklen şu şekilde vüku bulduğu söylenmektedir: Ebu Hureyre, birgün Peygamberimize şöyle bir konuşmada bulunmuş: Ya Resulullah! Senden işittiklerimi hafızamda fazla tutamıyorum. Bunun üzerine Peygamberimiz: Örtünü uzat diye buyurdu. Ben de örtümü uzattım ve Resulullah dua etti. İki mübarek eliyle örtüye doğru nur saçtı ve Örtünü göğsüne sür diye buyurdu. Böylece Allah, bana öyle bir hafıza ihsan etti ki işittiğim hiçbir şeyi unutmadım. Ebu Hureyre, böylece çok çok hadis rivayet etmiş.
Ebu Hureyrenin temsil ettiği zümreler de onun kalıcılığını sağlamak, onun üzerinden hareketle amaçlarına ulaşmak için kendisi adına hayalleri bile zorlayan söylemlerde bulunmuşlardır. Örneğin: Bir adam Zeyd b. Sabite gelerek ona bir mesele sordu. Zeyd de o şahsa Ebu Hureyreye gitmesini söyledi ve şöyle devam etti: Çünkü birgün ben, Ebu Hureyre ve bir başka sahabi mescidde oturuyorduk, dua ve zikirle meşgul idik. O sırada Hz Peygamber geldi, yanımıza oturdu; biz de dua ve zikri bıraktık. Buyurdu ki: Her biriniz Allahtan bir dilekte bulunsun. Ben ve arkadaşım Ebu Hureyreden önce dua ettik, Hz. Peygamber de duamıza amin dedi. Sıra Ebu Hureyreye geldi ve şöyle dua etti: Allahım! Senden iki arkadaşımın istediklerini ve de unutulmayan bir ilim dilerim! Biz de Allahtan unutulmayan bir ilim isteriz dedik. Hz Peygamber de: Devsli sizden önce davrandı dedi.
Bu sözlere bakarak Ebu Hureyrenin çokça hadis rivayet ettiğinin kaynağı, peygamber olarak gösterilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber, onun unutkanlığının ortadan kalkması için onun uzattığı örtü üzerine dua etmesi ve sonrasında ise Ebu Hureyreye o örtüyü göğsüne sürmesi için beyanda bulunması, bunların etkisiyle hafızası güçlenen Ebu Hureyrenin, sayısız rivayetlere imza atmasına vesile olduğu gerçeğiyle karşılaşmış bulunmaktayız. Peygamber ki Kuran ayetleriyle karışır düşüncesiyle hadis diye nitelendirilen sözlerin kaleme alınmasını men ettiği halde Onun böyle yakışıksız bir üsluba maruz bırakılması, İslam aleminin ne kadar büyük tehlikelerle karşı karşıya kaldığının göstergesidir.
Dua noktasına gelindiğinde zaten Ebu Hureyreye de referans hazırlanmış, Allah katında önce edilen duanın kabul olduğu , Allah katındaki nimetlerin sınırlı olduğu ve Hz Peygamberin de Allaha rağmen Onun adına hüküm verdiği gibi safsatalar olsa da atılan bu çamurların tutmadığı ve tutmayacağı inancındayız.
Ebu Hureyre ile ilgili ifadelerimizin, asılsız iddialardan ibaret olduğunu ileri sürecek olanların, onun Kuran ile yakından uzaktan alakası olmayan ve Hz Peygambere hakaret mahiyetindeki rivayetlerine teslim olup onlara boyun eğmeleri, onları islamın temel vahyi olarak almaları veya kaynak derecesine yükseltmeleri karşısında akıl ve mantığın işlevsiz kaldığı ihanet sembolüdür.
İnancı sarsacak boyutta Ebu Hureyrenin nakliyle Müslimde geçen bir başka rivayet de şöyledir: Adem ve Musa karşılıklı münakaşa ettiler. Musa dedi ki: Ey Adem! Allah, seni eliyle yaratıp, sana ruhundan üfürüp, can verdi. (Sen de Cennette yasak meyveden yemek sûretiyle) insanların Cennetten çıkarılmalarına sebep oldun. Adem de dedi ki: Sen de Allahın konuşmak için seçtiği Musasın, gökleri ve yeri yaratmadan önce Allahın benim hakkımda yazdığı bir işi işledim diye beni niçin kınıyorsun? Rasulullah, böylece Adem, Musaya sağlam delilli konuşmasıyla galip geldi buyurdu. (Müslim, Kader: 2; İbn Mâce: Mukaddime: 10). Bu rivayeti, Hz. Peygamberin sözleri olarak kabul edip bununla amel eder isek bizleri bekleyecek tehlikeleri yok saymış olacağız. Öncelikle bu rivayetin doğurduğu sonuçlara hassasiyetle bakmakta çok büyük yarar vardır. Çünkü bu rivayeti vahiy kaynaklı diye almak, vahyin kendisiyle çelişmektir.
*insanların Cennetten çıkmasına Adem sebep olmuş. Tıpkı bu rivayete benzer başka bir rivayette geçen Havvanın Ademi kandırıp Cennetten çıkmasına sebep olduğu gibi. Burada erkek ve kadının birbirlerine olan bakış açıları değiştirilmeye çalışılmış hatta birbirlerine düşman kılınma gayreti içerisine girilmiştir.
* Adem de cevaben işlemiş olduğu fiilin suçlusunu Allahı göstererek kendisini temize çıkarmaya çalışmıştır. Böyle bir şey mümkün değildir. Aksine Araf Suresi 16. Ayette Allahı suçlayıp kendisini temize çıkaranın iblis olduğunu Yüce Rabbimiz bize bildirmektedir. Hz. Adem ile iblisin farkı da birisi hatasını kabul etmiş ve tevbede bulunmuş öteki de inkar etmiştir.
*Rivayetin sonunda Ademe atfedilen çirkin sözlerle Onun galip geldiği söylenmektedir. Bununla birlikte Peygamberler de burada birbirleriyle dalga geçen ve birbirlerine karşı hakaretvari davranışlarda bulunan kimseler olarak gösterilmiştir.
* Bu rivayet ile Hz. Peygamberin vahiyden uzak bir hayat yaşadığı, Haşa Allahı inkar eden biri olarak gösterildiğini görmemek zor olmasa gerek. Nitekim Kuranda Hz Ademin bu konudaki duruşu, Bakara Suresinin 35,36,37 ve 38. Ayetlerinde açık bir şekilde en ufak bir tartışmaya dahi kapı aralamayacak formatta ifade edilmiştir.
* Hz. Peygambere inen bu ayetlerden Onu habersiz kalmış gibi göstermek, rivayette geçen Adem, delilli konuşmasıyla galip geldi sözüyle Hz. Peygamberin Ademe yapılan haksızlığı kabul ettiğini iddia etmek, büyük bir iftiradır ve alçaklıktır.
Sözkonusu Ebu Hureyre olunca kelimeler bile şaşkınlığını gizleyememekteler. Aslında Kuranın itirazı sadece Ebu Hureyrenin islam ile bağdaşmayan rivayetlerine değil, aynı zamanda bu türden girişimlerden kendilerini alıkoyaman herkesedir. Yahudi ve hristiyanların yaptıkları gibi( tahrif edilmiş bir din yaşamışlar) islam düşmanları da gerek doğrudan gerekse dolaylı yöntemlerle Ebu Hureyre gibi iyi niyet(!) kurbanları kullanarak içerde ve dışarda bu dine darbe vurmaya çalışmışlar ve faaliyetlerine de halen devam etmekteler. Ancak ne yapılırsa yapılsın Allah katındaki tek din olan islam gerçeğini asla ortadan kaldıramayacaklar.
İslamı kullanarak ideallerine ulaşmaya çalışanlara M. Akif:
Lisan-ı pak-i Nebiden yalanlar uyduruyor,
Sıkılmadan da sevap işledim deyip duruyor.
Düşünmedin mi girerken şeriatin kanına?
Cinayetin kalacak zanneder misin yanına?''
Başka bir beytinde ise:
Nebiye atf ile binlerce herze uydurdun,
Yıktın da dini mubini, yeni bir din kurdun.
Doğrudan doğruya Kurandan alarak ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz islamı!
diyerek firavun nesline sözleriyle savaş açmakta; biz müslümanlara da onlara karşı da nasıl bir hal ile islama sarılmamız gerektiği hususunda en güzel şekilde tercüman olmaktadır.
Kuran adına konuşmak kolay ve zahmetsizdir. Asıl önemli olan ve doğru olan da Kurandan konuşmaktır. Eleştirmeyi bilmeli, eleştirilmeye de açık olmalıyız. Olay ve olgulara tabiri caizse at gözlüklerini çıkarmadan yaklaşmak, sadece tahribatlara sebep olur. Kim veya ne adına eleştirdiğimiz ve eleştirildiğimiz de çok büyük önem arz etmektedir. Hiçkimse bu dünyaya referansla ve referanslı olarak gelmemiştir. Peygambere bile olsa kimseye kefillik hakkı verilmemiştir. Bütün bunların bilincinde olarak putlaştırılmış zihniyetlerin izindeki yaşantılara Kuranı ışık tutmak, boynumuzun borcudur. Zalimlerin kalemini kırmakla düşüncelerini yok edemeyiz; lakin düşüncelerini Vahiyle öldürerek kalemlerini fikirsiz kılabiliriz.