“Anne çay içer misin?” diye sordu kızı. “Ver yavrum, böyle güzel bir günde kim içmez.” Evet güzel bir gündü. Bu gün kayınvalide olmuştu. İki kızı bir oğlu vardı, kendisinin. Fakat, bu gün bir kızı daha olmuştu. Çok güzel bir üçüncü kız evlat. Oğlunun, karısı kendinin sevgili gelini gelmişti eve.
Sade bir nikah olmuştu. İki ailenin ve yakın akrabaların katıldığı, sade bir nikah merasimi yapılmıştı. “Ah anneciğim, ne gerek var düğün yapmaya” demişti, gelini. Ne kadar anlayışlı kız, diye düşünmüştü. Bu hayat şartlarında düğün yapmak. Gerçekten, çok yıpratacaktı kendilerini. Zaten yeni yeni toparlanmışlardı daha. Bembeyaz gelinlik, nasılda yakışmıştı. Bir melek, yada bir prenses ancak, bu kadar güzel olabilirdi. Kalın kaşlarının altında, ışıl ışıl bakan badem gözleri vardı. Saçları gibi gözleri de simsiyahtı. İri dalgalı gür saçları, esmer omuzlarını kapatıyordu. Bir iki tokayla tutturmuşlardı gelin duvağını, saçlarına. “Ben tararım saçlarımı. Zeynep ablamda, duvağımı takmama yardım eder.” demişti. Bu kızlar, sanki gelin görümce değil iki kardeş gibiydi. Burnu, yüzüne göre biraz büyüktü; gelininin. Ama öyle yakışıyordu ki bu burun yüzüne. Daha yirmi üç yaşında idi Selma. O kadar küçük olmasına rağmen, her konuya hoşgörü ile yaklaşıyordu. Ağzı da, biraz büyüktü ve dudakları kalındı; ama dişleri biraz seyrekti. Olsun, oğlu o kadar kız içinden onu seçmişti. Boyu, oğluna göre biraz kısaydı. Ama eti budu yerindeydi. Kendinin eski tafta gelinliğinin, birkaç dikişini açmaları gerekmişti. “Demek, ben daha zayıfmışım” diye söylemişti; Zahide hanım “birde şu halime bakın; yürüyemiyor, yuvarlanıyorum.” deyip güldürmüştü gençleri.
Oğlu da çok yakışıklı olmuştu bu gün. Tıpkı babasının gençliğine benziyordu, Kenan. Kocası onun yaşında iken iki çocuk babası idi. Halbuki, o daha yeni evleniyordu. Ferit beyle, kendisi evlendiği zaman. Ferit bey, en fazla yirmi üç yaşındaydı. Kendisi, ise on sekiz yaşına bile girmemişti. Hayat şartları, çok değişmişti o günden bu güne kadar.
Bir başkaydı, Kenan’ ın her hali. ‘Hiç üzmez ki melek oğlum beni’ diye düşündü kadın. Boyu, çok uzundu oğlunun. Bir metre seksen beş santimin üstünde olmalıydı. Bu yüzden hep takılırdı anasına, “Zahide hanım aşağıda havalar nasıl” der gülerdi; inci dişleriyle. Siyah, gür saçları vardı oğlunun. Kahverengi gözlerini, babasından almıştı. Elmacık kemikleri, sert bir ifade veriyordu, yüzüne. Halbuki onun yumuşacık bir yüreği vardı. ‘Karıncayı bile öldüremez’; diye düşünürdü kendisi her zaman. Askerken komando idi. Nasıl, Jandarma Komando olarak yapmıştı askerliğini acaba.
Bir sürü kız göstermişti oğluna , evlenmesi için. Bir türlü kimseyi beğenmiyordu. Neyse ki, sonunda bir gece ağzından baklayı çıkarmıştı. Bir sevdiği vardı; bir türlü açılamıyordu kıza. Birkaç sefer konuşmağa çalışmış ama kız sert çıkmış, Kenan’ nın da, bütün cesareti kırılmıştı. “O zaman bizde gider ailesiyle konuşuruz” demişti kadın. “Ama nasıl olur anne, ya kabul etmezlerse evlerine; ya kötü karşılarlarsa” “Sen, orasını bana bırak oğlum. Bu işleri sen bilmezsin. Bu iş, tahtaya çivi çakmaya benzemez. Hem ben senin işine karışıyor muyum, hiç gelip atölyede bir şeyler yapıyor muyum?” “Peki anne sen bilirsin.” Demişti sonunda oğlu.
Her iş, törelere uygun olarak yapılmıştı. İki aile daha ilk gecede birbirine ısınmıştı. Zeynep ve Reşat’ ın çok yardımı olmuştu o gece. Kendisi çok heyecanlandığı için, Selma’ yı, babasından Reşat istemişti. Sonrada “Baba, olmadan kayınbaba oldum” diyerek, herkesi güldürmüştü. Yakın dostların katıldığı bir nişan merasimi ile yüzükleri takılmıştı.
O gece çok mutluydu ama nişandan sonra oturup ağlamıştı. Keşke, Ferit beyde hayatta olsaydı diye. Ne kadar mutlu olurdu; nasılda gururlanırdı. ‘Nur içinde yat’ Ferit bey diye iç geçirdi; yaşlı kadın. Neredeyse, yedi yıl oluyordu onu kaybedeli. Fakat, onu düşünmeden bir günü geçmiyordu. Onca yıl, bir sefer bile başım ağrıyor dememişti. Bir gece içinde, gitmişti ebedi hayata. Gizli kalp demişlerdi doktorlar. ‘Hep sigara yüzünden’ diye düşünmüştü, kendisi. Hâlâda öyle olduğuna inanıyordu.
“Hey Zahide hanım nereye gittin” diye sesleniyordu oğlu. “Efendim yavrum” dedi. “Nereye gittin diye soruyorum anacığım” diye boynuna sarıldı oğlu. “Bir yere gittiğim yok oğlum, sadece babanı düşünüyorum.” “Haklısın anne, özür dilerim.” Dedi Kenan. “Yo hayır yanlış anladın yavrum bu dut ağacığını, beraber dikmiştik. O zaman sana hamile idim. Kaç günler, geceler burada çay içip sohbetler etmiştik. ‘Cins bu ağaç hanım, meyvaları önce kırmızı sonra siyah oluyor. Kanı güçlendiriyor biliyor musun’ demişti. Ta o zamanlarda konuşmuştuk. ‘Büyük bir düğün yaparız. Davullarla zurnalarla getiririz gelinimizi. Aslan oğlum hele bir doğsun’ diyordu. Sen, askere gidince bu çardağı onarmıştı. ‘Ağacın gölgesi, ikindi saatinde yetmiyor hanım’ demişti. Geceleri de, çıkıp burada otururduk bazen. Kahvesini pişirir, getirirdim yanına; ne kadar umutlu idi yarınlardan. Kader, işte bu günleri görmesini ne çok isterdim.” “Anneciğim, üzülme lütfen” diye lafa karıştı Zeynep. “Üzülmeyeceğim tamam kızım ilahi takdir böyle imiş ne yapalım” Kader. “Anne, O her zaman, yanımızda ve sonsuza kadar yanımızda olacak” diye konuyu kapadı, Zehra.
Zehra, küçük bebeğiydi. Babasına en düşkün olan evladı oydu sanki. Ferit beyi, kaybettikleri zaman hastalanıp yataklar düşmüştü. Üç, dört ayda kendini zor toplamıştı. Eğitimi de, bu yüzden bir sene aksamıştı. Çok şükür bu sene göreve başlamıştı. İyi bir öğretmen olacaktı; bunu biliyor ve onunla gurur duyuyordu. Olayı en olgun karşılayan Zeynep olmuştu. Lise tahsilini bitirip, devam etmemişti okula. “Sana destek olmalıyım anne” demişti. İşler toparlanana kadar kendine yardım etmişti. Durumları düzelene kadar dikiş dikmişti dışarıya, Zahide hanım. Zeynep’ de, bu arada dikiş dikmeyi öğrenmiş, yardımcı olmuştu kendine. Her zaman çok güçlüydü; tıpkı babası gibi. En zor ise Kenan’ ın durumu idi. Askerken, acı haberi almıştı. Apar topar gelmişti eve; on gün içinde hem ailesine destek olmuş hem de dükkanın işlerini ayarlamıştı. Küçük bir marangoz dükkanıydı. Ama geçim tekneleriydi, o dükkanda olmasa ne yer ne içerlerdi. Üç ay sonra, terhis olacağım o zamana kadar dayanın demişti. Zeynep, olmasa zor dayanırdı. Zehra, üzüntüden hasta olmuştu.
Reşat’ la, o zamanlarda tanışmıştı kızı. Kısa zaman da evlenmeye karar vermişlerdi. Ama uzun bir nişanlılık dönemi, geçirmek zorunda kalmışlardı iki genç. Bir yönden de iyi olmuştu. Birbirlerini, daha iyi tanıma fırsatı bulmuşlardı. Ne kadar değişmişti, dünya. Kendisi, Ferit beyi evlenmeden önce bir yada iki kez görmüştü oda uzaktan. Hayret, o zaman görmeden evlenip ölene kadar ayrılmazdı çiftler. Şimdi tanışıp, konuşup, anlaşıp evleniyorlar; ama hemen ayrılıyorlar. Bu işte bir gariplik vardı.
Damadı gelecek vaat eden iyi bir hekimdi. Akıllı ve mantıklı bir gençti. Çevresinde dürüst ve iyi bir insan olarak tanınıyordu. Ferit beyi, kaybettikleri zaman pek çok yardımını görmüşlerdi. Bir nevi, aile dostları olmuştu. Kenan’ ın yokluğunu, belli etmemek için elinden geleni yapmıştı. Kızının ve evinin geçimini sağlayacak kadar kazanıyordu. Kızını mutlu etmeyi başarıyordu.
Galiba, yakında da bir torunu olacaktı. Kendine, konuyla ilgili bir açıklama yapılmamıştı. Fakat kızının yüzüne bakınca, değişiklik olduğunu anlıyordu. Hatta Zeynep ve Zehra’yı konuşurlarken duymuştu. Şu nikah bitsinde söyleyeceğim, diyordu Zeynep. Çok fazla heyecanlanmasını istemiyorum. O’ nu, yormamamız gerektiğini söylüyor Reşat. Daha ne isterdi ki bir anne.
“Hadi artık, çay faslı bitti” dedi Zeynep. “Gelin hanım ve damat bey evinize gidin” diye lafını tamamladı. “A.... anne şu kızına bak ya” diye sitem etti; Kenan “Küçük hanım ben daha kahvaltıdan beri bir şey yemedim” “Evine gidince yersin”dedi Reşat. “Yok canım, Zahide hanımın yaptığı o güzel börekleri size bırakıp da gideceğimi sanmıyorsunuz herhalde” “Ağabey bu gün evlendin daha evine git ve karınla beraber ye yemeğini” diye azarladı, Zeynep.
Zehra ise oturduğu yerde kıkır kıkır gülüyordu. “Bakın görün yemek yemeden gitmeyecek.” diyordu. Selma’ da, kocasına katılıyordu, “Daha çok yeriz evimizde bu gün beraber yiyelim” diyerek ayağa kalktı. Zahide hanım, ne olduğunu anlamaya çalışırken gelininin eve doğru gittiğini fark etti “dur kızım nereye diye” gelininin arkasından kalktı. “yemek hazırlamaya mutfağa gidiyorum anne” diye cevap verdi, Selma. “olur mu öyle şey yavrum. Daha sırtında gelinlik var ne işin var mutfakta ben hazırlarım” diye cevapladı gelinini. Zeynep ayakta, bir annesine bir Selma’ ya bakıyordu. “Ya, size ne oluyor ben hazırlarım zaten her şey hazır.” Diye ikisini de susturmaya çalışıyordu.
Zehra ise artık iyice gülmeye başlamıştı. “aman ne tartışıyorsunuz ki, bir gün biriniz bir gün biriniz hazırlarsınız” diye kahkahayı bastı. Bütün aile gülüyordu şimdi. “Vay edepsiz, seni” diye Zeynep kardeşini kovalamaya başladı. Oturduğu yerden bir solukta kalkan Zehra, annesinin kollarında soluğu zor aldı. “Anne, beni kurtar; bu kızın beni öldürecek” diyordu. “Dur kızım yapma” demesine kalmadan bir bardak soğuk su, Zehra’nın başından aşağıya iniverdi. Artık herkes kahkahadan kırılıyordu. “Bak gör abla bende senin yanına bunu bırakırsam ne olayım emi” diye; hem bağırıyor hem de gülüyordu, Zehra.
İki kardeşin, şakalaşmalarıyla bir saat falan daha geçmişti. Kenan “Siz, beni bu gün açlıktan öldürecek misiniz?” diye söylenmeye başladı. Sonunda kızlar, mutfağa gidip hep beraber yemeği hazırladılar. Akşam yemeği, Ferit beyin, yaptığı çardak altında yenmişti. Gün gibi, yemekte çok güzel geçti. Zahide hanım, “Hadi artık oğlum evine git. Yarın görüşürüz inşallah” diye Kenan’ a artık gitmesi gerektiğini söyledi. “Olur anne, tamam” diye cevap verdi genç adam annesine. Zeynep, “eve kadar gidelim sizinle” diye söyledi ağabeyine. “Çok memnun oluruz” diye Selma, cevap verdi bu sefer. İki kız birbirine bakıp güldü ‘gene bunlar bir muz urluk peşindeler’ diye düşündü kadın. “Anne sende gel diyorlardı” hep bir ağızdan. “Yorgunum” dedi ama dinletemedi bir türlü Zahide hanım.
Eve vardıklarında ağabeylerinin, kapıyı açmasıyla iki kız kardeş ağabeylerine yumrukları indirmeye başladılar. Kenan, ne olduğunu anlamaya çalışırken; Selma, gülmeye başlamıştı. Meğer, kızlar yemek hazırlarken planlamışlar. “İlahi siz çok yaşayın emi” diyordu Zahide hanım, bir yandan gülerken. Bir sürü, acıya ve soruna gögüs germişler ve sonunda kazanmışlardı. Bu başarının tadını çıkarmak onların hakkıydı. Gülmek gerçekten güzeldi. “Gülün evlatlarım, gülün......” diyordu yaşlı kadın.
Gülmek Güzeldir
“Anne çay içer misin?” diye sordu kızı. “Ver yavrum, böyle güzel bir günde kim içmez.” Evet güzel bir gündü. Bu gün kayınvalide olmuştu. İki kızı bir oğlu vardı, kendisinin. Fakat, bu gün bir kızı daha olmuştu. Çok güze