Yürüyordum. Sağdaki otoparkın ve soldaki caddenin hemen ortasında kalan ve hala onarımı yapılmamış olan bu eski kaldırımda yürüyordum. Hava soğuktu. İstanbul’a ince ince yağmur yağıyordu. Ben nereye doğru gittiğimin farkında olmadan yürüyordum. Onu düşünüyordum. Ve kendi kendime “acaba oda beni düşünüyor mudur” diye soruyordum. Biraz sonra başıma geleceklerden habersiz hayallerin o huzur ve mutluluk veren derinliklerinde tek başıma yürüyordum.
Bir şey oldu. Tam göğsüme bir şey oldu. Nefesim kesildi birden. Zor nefes alıyordum. Ayakta durmaya çalışıyordum ama beceremedim ve yere yığıldım. Artık hiç nefes alamıyordum. İşte o an ölümün o acı gerçeği ile baş başa kaldım. Ölüyordum. Oysa yaşamak için onca sebebim varken, hayata dair onca hayalim varken ve onu çok severken ölüyor olmam saçma değil mi? Ölüm ile baş başa iken birden tanımadığım bir sürü insan belirdi gözlerimin önünde. Acaba dedim, bu insanlar, herhangi bir ölüm mü yoksa benim ölümümü mü izlemeye geldiler. Ama ilgilenmedim bununla çünkü o an tek bir şey vardı zihnimde: O. Evet, o vardı. Onu düşünüyordum. Bu ölüm ne kadar da zamansız gelmişti böyle. Daha ona söylemek isteyip de söyleyemediğim o kadar çok şey vardı ki. Ben ölürsem kim söyleyecekti bunları ona. Onu çok sevdiğimi, ona taptığımı, Onu her şeyden öte bir varlık olarak gördüğümü kim söyleyecekti ona?
Gücüm azalıyordu. Daha fazla kafa tutamıyordum ölüme. Öyle güçlüydü ki karşısında savaşamıyordum artık. Yavaş yavaş yürüyordum bilinmezliğe. Beni neyin beklediğini bilmiyordum. Ve işte o an. Kalbimin durduğu, nefesimi tamamen kaybettiğim o an. Bir kuş gibi süzülmeye başladım ve onu gördüm gökyüzünün en derinliğinde ki o mavilikte. Bir an olsun sevindim öldüğüme. Onu gördüm çünkü ona gidiyordum, sevdiğime gidiyordum. Sonra, bulutların üstüne vardığımda tam karşımdaydı. Belki de hayattı benim için o. Ulaşabilsem, yaklaşabilsem sanki tekrar hayata dönecektim. Çok yakınımdaydı. Hemen koşmaya başladım. Ama ben koştukça o uzaklaşıyordu sanki. Bir türlü yanına varamıyordum. Tam önümdeydi ama yakalayamıyordum onu. Ve artık takatimin tükendiği noktada mavi gökyüzünün beyaz bulutlarının üzerinde dizlerimin üzerine çökmüş eriyip yok olan vücuduma bakıyordum. Beni asıl düşündüren ise vücudumun eriyor olması değildi. Beni asıl düşündüren kalbimde doğan ve orada kök salan bu sevdamın da vücudum ile beraber erime olasılığı idi.
Ama bütün bunların yanında nefes alamadığım o ilk anda aklıma gelen iki şey vardı: O ve O’na olan sevgim. O an dedim ki kendi kendime “seni çok seviyorum” diyemedin, “sana aşığım” diyemedin, “sen bir evet de ben istediğin kadar beklerim” diyemedin. Meğer ona söylemek istediğim ne çok şey varmış. İşte o an anladım ölümle yaşam arasında ki farkın sadece gözlerinin görmesi ya da burnunun nefes alması olmadığını. Meğer insan yaşarken de ölebiliyormuş. Meğer insan nefes alırken bunu sadece yapması gerektiği bir şey olduğu içinde yapabiliyormuş.
Güzelliği ve saflığı ile Gökyüzünün maviliğinin ve bulutların beyazlığının arasından bana merhaba diyen O’na son kez bakıyordum ve el sallıyordum. Gerçek değil hayal bile olsa bu onu son görüşümdü. O an ölüyor olmak değil de ondan ayrılıyor olmaktı beni eriten ve yavaş yavaş bilinmezliğe iten. Hep kaçtı benden bir veda bile edemedim. Şimdi her ne kadar yersiz de olsa, duymayacak da olsa veda ediyorum ona: HOŞÇA KAL.
Hoşça Kal
Gücüm azalıyordu. Daha fazla kafa tutamıyordum ölüme. Öyle güçlüydü ki karşısında savaşamıyordum artık. Yavaş yavaş yürüyordum bilinmezliğe. Beni neyin beklediğini bilmiyordum. Ve işte o an. Kalbimin durduğu, nefesimi tamamen kaybettiğim o an...