Zaman’ın kapısını çaldım.
Kapıyı Şimdi açtı.
Ama beni içeri almadı.
Yalvardım.
‘Olmaz,’ dedi.
‘Yapamazsın,’ dedi.
Oysa içerisi çok güzel görünüyordu.
‘Bir denesem’ deyince kenara çekilip içeri bakmama izin verdi. Kapının kenarından kafamı uzattım. Çok aydınlıktı. Gözlerim kamaşmış hiçbir şey göremez olmuştum. Yine de Şimdi’nin yanından içeri süzülüverdim. Aydınlığa biraz alışınca çevreme bakındım, Zaman’ı arıyordum içeride. Ama hiçbir yerde göremedim. İçeride yalnızca Şimdi vardı. Zaman’ı sordum ona. Hiç sesini çıkarmadan bana bir kutu uzattı. Üzerinde bir şeyler yazılıydı. Okudum.
“Şöyle özgürce gülebilmek
Gitmiş, bir daha gelmeyeceklere.
Hiç düşünmeden arkanı dönüvermek
Kenarlarına çitler çekilmiş geleceklere.”
Şimdi bana bakıyordu.
‘Var mısın?’ dedi.
‘Varım.’ Dedim.
‘Öyleyse aç kutuyu.’
Kutuyu açtım. İçinde pırıl pırıl bir şişe duruyordu. Şişenin üzerindeki etikette, gördüğüm en güzel resim vardı. İçi dupduru bir suyla doluydu. Şimdi merakla bana bakıyordu. İçmemi beklediği belliydi. Resmin altındaki küçük yazıları okumadım bile. Şişeyi kaptığım gibi tepeme diktim. İçindeki suyun hepsini içtim. Çok ama çok güzeldi. Zaman’ı aradığımı unutup gitmiştim. Şimdi karşıma geçmiş gülüyordu. Elimdeki şişeye baktım. ‘Keşke biraz daha olsa’ diye düşünüyordum. Şişe boş değildi zaten. İçi o pırıl pırıl suyla ağzına kadar dolmuştu yeniden. Merakla etiketin üzerindeki minik yazıları okumaya çalıştım.
Gözlerin ektiği,
Sözlerin suladığı,
Ellerin beslediği,
Hasat zamanı toplanan ekini
Yürekte can olan,
Can veren, can alan,
Kaçmayan, kovalamayan,
Alınmayan, satılmayan,
...
Yazılar gittikçe küçülüyordu. Sonunu okuyamaz olmuştum.
Yalnızca şişenin en dibinde iri harflerle “Çocuklardan uzak tutmayınız!” yazıyordu.