Karaydınlık

Çevresi daha açık renkti, ortasına doğru koyulaşıyordu. Rengini tam olarak söylemek zordu. İlk bakışta siyah gibi görünüyordu ama bir süre sonra içinde gökkuşağının yedi rengini de ayırdeder olmuştum.

yazı resim

Gökyüzündeki deliği ilk farkettiğimde aylardan sanırım Nisan’dı. Güzel bir ilkbahar günü. Epeyce yürüdükten sonra deniz kıyısında bir banka oturmuş, ayaklarımı uzatmış dinleniyordum. Gözlerim yarı kapalıydı. Denize vuran güneş ışıkları kirpiklerimin arasından giriyor, göz kapaklarımın arkasında kıpırdaşıp duruyordu. Yanaklarımı okşayan ılık rüzgârı kokluyordum keyifle. Bir ara gözlerimi açtım. İşte tam o anda gördüm gökyüzündeki deliği. O zamanlar şimdi olduğundan daha küçüktü. Belli belirsiz, ufacık bir delik. Önce bir uçak geçiyor sandım uzaklardan. Ama gördüğüm şey hiç yerinden kıpırdamıyordu. Astronomi filan bilmem ama gördüğüm beneğin (o sıralar adını benek koymuştum) her zaman gökyüzünde gördüğüm şeylerden farklı olduğuna emindim.

Ne yazık ki o gün beneğimi daha fazla inceleyemedim. Ben şaşkın gözlerimi dikmiş onu seyrederken tombul, beyaz bir bulut gelip üstünü örtüverdi. Bir daha da ben oradan kalkana kadar yerinden kıpırdamadı bulut. Gökyüzüyle pek fazla bir işim olmaz benim normalde. Bu yüzden de deliği unutup gittim oradan ayrıldıktan sonra. Ama bir kaç gün sonra yeniden karşıma çıktı.

Şehirden bir kaç saat uzakta bir yere gitmem gerekiyordu. Otobüs, araba filan derken sonunda trenle gitmeye karar verdim. Sabah 7’de kalkan trene binsem öğlen olmadan istediğim yere varmış olacaktım. Üstelik epeydir trene binmemiştim. Şöyle tren tıkırtılarıyla sallana sallana yolculuk yapma fikri çok hoşuma gitmişti.

Yine de sabahın köründe kendimi buz gibi bir trenin içinde bulduğumda aklımdaki tek düşüncenin kafamı yaslayıp şöyle güzel bir uyku çekmek olduğunu söylemeliyim. Üzerimde bir gece öncenin yorgunluğu vardı zaten. Neyse konu bu değil...

Tren hemen hemen boştu. Ben de çantamı koridor tarafındaki koltuğun kenarına dayadım. Başımı çantamın üzerine koydum, ayaklarımı da cama doğru uzattım. Daha tren hareket etmeden uyuyup kalmışım. Uyandığımda tren şehir dışına çıkmıştı. Yattığım yerden dışarısını görebiliyordum. Pencerede küçük tepecikler, ağaçlar, elektrik direkleri belirip kayboluyordu mavi gökyüzünün önünde. Hava epey bulutluydu, ama yağmur yağdıracak türden değildi bulutlar. Ve o sırada deliği yeniden farkettim. Tam camın ortasında görüyordum onu. Önce camdaki bir leke sandım, ama tren ilerledikçe yer değiştirdiğini görünce dışarıda olduğunu anladım.

Bu kez daha dikkatli inceleme fırsatım olmuştu. Artık gördüğüm şeyin bir benek değil de bir delik olduğunu anlıyordum. Çevresi daha açık renkti, ortasına doğru koyulaşıyordu. Rengini tam olarak söylemek zordu. İlk bakışta siyah gibi görünüyordu ama bir süre sonra içinde gökkuşağının yedi rengini de ayırdeder olmuştum. İşin en garip yanı da delikten sürekli olarak bir şeylerin girip çıkmasıydı. Çıkanlar daha deliğin kenarına gelir gelmez gözden kayboluyordu, girenlerinse nereden geldikleri belli değildi.

Ama elbette en önemli soru bunun ne deliği olduğuydu. Gökyüzünde delik melik olduğunu hiç duymamıştım daha önce. Evet, delinen ozon tabakası türünden şeyler duymuştum. Ama hiçbir yerde o delik ozon tabakasının neye benzediği yazmıyordu. Ayrıca ozon deliği olsa içinden güneş ışıklarının geçmesi gerekirdi herhalde. Oysa benim gördüğüm delik kapkaranlık. Yoksa ben uzaydaki kara deliklerden birini mi görüyordum. Hadi canım, astronomi bilmesem de o kadar da cahil değilim.

Deliği ikinci görüşüm ilkinden uzun sürmüştü. Tren bir virajı dönüp de yön değiştirince bu kez de karşı pencereye geçip iyice inceleme fırsatım oldu. Nedense pek sevmiştim gördüğüm şeyi. Merak etmeyi de bir yana bırakmıştım. Sanki gökyüzünde gördüğüm her şeyin ne olduğunu biliyor muydum... Birileri bana şunlar yıldız, bunlar gezegen demişti. Okulda şemalarla göstermişlerdi gezegen dediklerinin nasıl hareket ettiğini. Sonra ne olmuştu... Yine gözlerim geceleri gökyüzünde onları arıyor. Tıpkı hiçbir şey bilmediğim günlerde oldukları gibi güzel güzel parlıyorlar o kadar. Yine yıldızların ışıltısını seviyorum. Bundan ötesi de hiç mi hiç ilgilendirmiyor beni güzel bir gecede gökyüzüne bakarken. Bu yüzden gökyüzündeki o rengârenk siyah deliği de yalnızca sevmekle yetinebilirim pekâlâ. Ne olduğunu bilmesem de...

Sonraki aylarda deliği neredeyse her gün görür olmuştum. Sabah uyanır uyanmaz pencereme koşup gökyüzünde onu arıyordum. Şansıma epey tepelerde bir yerde olduğu için onu görmeme engel olacak pek fazla bir şey yoktu. Canım sıkıldığında, keyfim yerinde olduğunda, yorulduğumda, sevindiğimde gözlerim gökyüzünde deliği arar oldu bir süre sonra. Kendime bir arkadaş bulmuş gibi olmuştum neredeyse. Bir yandan da başkaları deliği farkederlerse diye tuhaf bir telaş kaplamıştı içimi. ‘Ne olur farkederlerse... Benim için bir şey değişmez ki’ diyordum kendi kendime. Ama yine de pek bir sahiplenmiştim deliği. Gazetelerde, radyolarda onunla ilgili bilimsel açıklamalarla karşılaşmak istemiyordum.

Oysa benim düşündüğüm gibi olmadı bundan sonrası. Deliği hiç kimse farketmedi de benim bütün gün ağzım açık, gökyüzüne bakıp durduğumu farkedenler çok oldu. İlk farkedenlerden biri bizim evin kapıcısıydı. Bir sabah yine başımı yukarı kaldırmış deliğe baka baka bahçeden çıkarken adama toslayıvermişim de ondan. Adamcağız bir yandan ağır çantamdan yediği darbeyi atlatmaya çalışırken bir yandan da başını yukarı kaldırmış gökyüzünü araştırıyordu benimle birlikte. Pek bir şey görememiş olacak ki dayanamayıp sordu, ‘Hayırdır abla, ne bakıp duruyorsun yukarı...’ Bir an için boş bulundum, parmağımı gökyüzüne uzatıp deliği gösteriverdim. Ama daha o parmağımı izlemeye fırsat bulamadan bir bulut gelip deliği örtüverdi. Kapıcı bir süre ağzı yarı açık gökyüzünü seyrettikten sonra kibarca ‘yağmur yağacak herhalde abla,’ deyip başını sallayarak yanımdan uzaklaştı. Giderken yağmur yağdığında yine merdivenlerin kirleneceğini, bir yığın iş çıkacağını düşünüyordu herhalde.

Bir kere deliği birine göstermeye kalkışınca sanki büyü bozulmuştu. Artık onu kendime saklamak yerine birileriyle paylaşmak ister oldum. Evde, sokakta, iş yerimde karşıma çıkan herkese deliği göstermeye çalışıyordum.

İlk önce anneme gösterdim. Birlikte pencerenin önünde oturmuş çaylarımızı içiyorduk. Bulutsuz, güzel bir gündü. Delik tam karşımızda simsiyah parlıyordu. Annemin keyifli bir günüydü. Çayını içerken gülerek kapıya gelen bir satıcıyla verdiği savaşı anlatıyordu. Her zamanki gibi annemin yenilgisiyle sonuçlanan bir savaş olduğunu biliyordum. Çünkü mutfakta görmüştüm zaten, yine ne işe yaradığı belirsiz bir alet duruyordu tezgahın üstünde. Tam annem aslında yine de güzel bir ders vermiş olduğunu anlatırken sözünü kesip gökyüzünü gösterdim ona. ‘Bak anne, tam karşıdaki kara deliği görüyor musun...’ dedim. Şaşkın bakışlarla bana bakmaya başladı. Biraz daha israr ettim. ‘Bana değil, gökyüzüne bak. İşte tam karşıda.’ Sonunda pencereden dışarı bakmaya razı olmuştu. Ama gökyüzüne değil de karşıdan görünen tepelere bakıyormuş gibiydi. Tekrar konuştuğunda sesi biraz üzgündü. ‘Biliyorum kızım,’ dedi. Şaşırma sırası bendeydi şimdi. Demek annem de görmüştü deliği. Bunca zamandır onunla bir şey paylaşıyorduk demek ki. ‘İlk ne zaman gördün...’ diye sordum. ‘Geçen aydı galiba,’ dedi ve yine aynı üzgün sesle ekledi, ‘Önce ağaçları kestiler. Şimdi de koca bir çukur açtılar. Kimbilir yine kaç katlı bir bina dikecekler güzelim yeşilliğe.’ Haklıydı. Annemin gözleri yitip gidenleri görüyordu baktıkları yerde. Onun baktığı yere bakınca ben de görmüştüm tepedeki yeşilliklerin arasına açılan karanlık çukuru...

Bir kaç gün sonra bir arkadaşımla sahilde oturmuş bira içiyor, dertleşiyorduk. İşlerimiz, evlerimiz, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz derken tepemizde parlayan güneşin de etkisiyle epey kafayı bulduk. Biraz sarhoşluktan, biraz da bu kadar dertleşmekten doğan bir yakınlıkla birbirimize minik sırlarımızı anlatmaya giriştiğimiz sırada ona deliği gösterdim. Bu kez göstermeyi başarabilmiştim. Kısık gözlerle uzun uzun inceledi kara deliği. Delik de o gün alabildiğine güzeldi. Simsiyah ışıklar saçıyordu çevresine. Arkadaşımın onu incelerken etkilendiğini görebiliyordum. ‘Keşke ben de orada olabilsem,’ diye mırıldanıyordu kendi kendine. Merak ettim, ‘Nerede olabilsen...’ diye sordum. Gözlerini gökyüzünden zorla koparıp sarhoş bakışlarını yüzüme dikti. ‘O uçurtmanın olduğu yerde. Şöyle göklerde özgürce salınsam...’ Gökyüzünde, deliğin olduğu yerde kendi özlemlerini görmüştü anlaşılan. Çocukluk günleri ve uçurtmalarla ilgili uzun mu uzun, ipsiz sapsız bir konuşmaya girişti...

Bu ve buna benzer bir yığın başarısız paylaşma girişimim oldu izleyen günlerde, haftalarda. Kiminde tek sözcüğünü anlamadığım bilimsel açıklamalar dinledim. Kimileri bana tanrının yüceliği ve anlaşılmazlığı üzerine söylevler çekti. Biri göz doktoruna gitmemi öğütledi, bir başkası bir psikiyatriste. Artık insanları gökyüzündeki deliği gösterdiğimde söyledikleri sözlerle ölçer olmuştum. Öncelikle iki sınıfa ayrılıyorlardı; görenler ve görmeyenler. Ama gören, görmeyen herkesin bana verebileceği bir açıklaması vardı kendince. Kimsenin delikle ilgilendiği yoktu, yalnızca açıklamakla uğraşıyorlardı. Yeni ve güzel bir şey görmüş olabileceğim aklına gelmiyordu hiç kimsenin.

Epey bir süre bu açıklamaları dinledikten sonra bu kez ben de açıklamalar yapmaya giriştim. Deliği gösteriyor, sonra bunun daha önce gökyüzünde gördüğümüz her şeyden farklı olduğunu ispatlamaya uğraşıyordum uzun uzun. Felaket can sıkıcı bir insan olmuştum o sıralar. Yine de sonunda karşıma söylediklerime inanan biri çıktı. ‘Haklısın, bu gerçekten yepyeni bir şey olmalı,’ dedi bana. Bunu söylerken de tatlı tatlı gözlerimin içine bakıyordu.

Öyle sevinmiştim ki hemen ona aşık olmaya karar verdim. Aşık olunca da deliği filan unutup gittim. Söylediğine bakılırsa o da benimle ilgileniyordu. ‘Epeydir sana ilgi duyuyordum,’ demişti. Bu onun dilinde ‘Seni seviyorum,’ anlamına geliyordu. Gerçekten de ilgileniyordu benimle. Hem de nasıl! Oysa ben onu yalnızca seviyordum. Bir süre sonra onu yalnızca sevmemle yetinemez oldu. İlgi istiyordu benden. Anlaşılan kendi ilgisini yitirmişti. Yine de iyi kötü birlikteydik işte. Sonra bir gün bir tartışma sırasında çok öfkelendi. Bana ‘Zaten her şey şu senin aptal deliğinle başladı.’ Dedi. Ne dediğini anlamamıştım. Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordum. Sözlerini sürdürünce şaşkınlığım yavaş yavaş geçti. ‘Keşke o zaman sana doğruyu söyleseydim. O delik dediğin şey delik filan değildi aslında,’ diyordu, ‘kimbilir hangi çocuğun elinden kaçırdığı bir balondu yalnızca. Ama o zaman böyle bir şey söylesem dönüp yüzüme bile bakmazdın, biliyorum. Belki de öylesi daha iyi olurdu...’ Bundan sonra söylediklerini duymadım. O konuşmaya devam ederken ben çoktan ayrılmıştım yanından...

Yine kendimle başbaşa kalmıştım. Bir de gökyüzündeki o güzel kara delikle. Artık onu kimseyle paylaşmaya niyetim yoktu. Yalnızca görmek yetiyordu bana. Bulutlu günlerde onu görmesem bile varlığını biliyordum. Bulutların arkasında bir yerlerde kapkara ışıklarının ortasında gökkuşağının yedi renginde parladığını görür gibi oluyordum. Kafam yukarda, gökyüzüne bakarak yürümeyi de bırakmıştım. Gözlerim kapalı bile olsa görebiliyordum onu nasıl olsa. Yine de arada sırada ona bakmayı seviyordum. Şöyle hiç kimsenin farketmeyeceği zamanlarda kaçamak bir bakış atıp siyah ışıklarını içime doldurmak güç veriyordu bana.

Bir gün, gerçekten güç toplamaya ihtiyacımın olduğu bir gün yeniden trene binmeye karar verdim. Aslında hiçbir yere gitmiyordum ama olsun. Yalnızca bir gidip dönecektim. Ne yani trene binmek için ille de bir yere mi gitmek gerekir sanki...

Ertesi sabah erkenden trende gözlerimi gökyüzündeki deliğe dikmiş, tatlı düşüncelere dalmış oturuyordum. Yine neredeyse bomboştu içerisi. Birden karşı pencerenin önünde birinin oturduğunu ve yüzünün bana dönük olduğunu hissettim. Huzursuzlandım, dönüp baktım. Ama orada oturan bana bakmıyordu. Gözleri gökyüzündeki deliğe dikilmişti. Dudaklarında hafif bir gülümseme vardı. Ona baktığımı hissedince gözlerini gökyüzünden ayırıp bana çevirdi. ‘Siz de benim gibi şu deliği seyrediyorsunuz değil mi...’ diye sordu. Ama aslında soru sormuyordu, yanıtımı beklemeden yumuşak bir sesle sözlerini sürdürdü. ‘Günlerdir, aylardır ona bakıyorum. Simsiyah bir yıldız gibi. İnsanın içini tuhaf duygularla dolduruyor.’ Bunları söyledikten sonra söylediklerinden utanmış gibi sustu. Kocaman bir gazete açıp arkasına gizlendi. Yolun sonuna kadar bir daha yüzünü görmedim. Tren durduğunda benden önce inmesini bekledim. Peronda yürürken arkasından baktım uzun uzun. Başı biraz öne eğik, kollarını hafifçe sallayarak yürüyüşü şimdi bile gözümün önünde. Bir de gökyüzündeki deliğe bakarken dudaklarında uçuşan küçük gülümseme.

Gezdiğim dolaştığım her yerde gözlerim onu arıyor. Kimi zaman uzaklarda görür gibi oluyorum, ama nedense yanına gitmeye çekiniyorum. Çünkü yeniden karşı karşıya gelsek ona ne derim bilmiyorum. Gökyüzünde simsiyah bir yıldız gibi parlayan kara bir delikten başka ortak neyimiz var ki...

Yorumlar

Başa Dön