Bir mektup, kimden geldiği ya da adresi belli olmayan ... Ve o mektupta bir kart postal, İstanbulun büyülü silüetini anlatan ... Aynı zamanda bir de randevu saati yazan ...
Büyülendi çirkin adam. Ve hemen ardından dışarıya çıktı, rutubet kokan odasından. Çokta heyecanlıydı, dükkanların camlarından akan, gülümseyen aksine bakıyordu çekingen. Hafifte bir yağmur tutturmuştu, yarı ıslak yarı kuru gidiyordu kimden geldiği belli olmayan adrese.
İçi öyle mutluyduki; adeta bir çocuktu bitmeyen neşesiyle oyunlar oynayan.
Sokaklar mı uzuyordu, yoksa yollar mı yokuşa bağlanmıştı? Çünkü yol bir dumandı bitmeyen.
Ama vakit geldi ve sokağı dönünce varmış oldu kart postalda yazan adrese. Bir anda yüzü gerildi; yoksa bu kötü bir şaka mıydı? Sonra düşündü; yoktu ki ona şaka yapabilecek kadar onu seven (öyle ya şaka yapılmak için az da olsa sevilmek gerekirdi) ya da tanıyan.
Bekledi bahtı kara adam, ne gelen oldu ne de giden. Yağmur da iyice bastırmıştı, şimdi kuru olan yerleri de ıslanmıştı. Hafifte üşümemi ne almıştı bedenini, yoksa kandırılmış olmak mı üşütüyordu savunmasız bedenini.
Umudunu kaybetmiş tam gidiyordu ki yerde sırılsıklam bir kağıt parçasına ilişti gözleri ve yaklaşınca anladıki bir mektuptu bu kağıt parçası. Ve hemen açtı (açmakta denmezdi kadifemsi dokunuşlarla; sanki umuda dokunuyormuş gibiydi) mektubu. Şimdi emindi heyecandan titriyordu ve kart postalda yazan akmış yazıları anlamaya çalışıyordu.
İki gün sonrayı seçmişti kart postalı yollayan kişi, sadece iki gün beklemesi gerekecekti ve öyle de yaptı.
Ve yine İstanbulun büyülü bir resmiyle süslenmişti kart postal, öylece verilen yer de ve zamanda bekliyordu çirkin adam.
Beklerken hayaller kuruyordu içinden. Belki bir kadındı bu kart postalları yollayan ya da herhangi biri onu seven ... İçi doluydu ve dertleri vardı okyanuslar gibi tükenmeyen. Ona kalsa kalem yapardı ormanlardan ve mürekkep tabi ki denizlerden. Derdi işte öyle çoktu, yani; yalnızdı ve de çirkin ...
İşte tam da o anda bir telefonda sesi duydu o ana kadar orada olduğunu görmediği telefon kulübesinden. Ürktü tabi ki biraz ve yine oydu birileri var mı diye sağa sola bakınan.
Yoktu da.
İyice ürktü ama karar vermişti açacaktı o telefonu.
Açtı da.
Alo diyebildi telefondaki ses.
Ve Merhaba dedi çirkin adam.
Sonrası sanki hiç var olmamış bir şeydi, yani boşluk gibi bir şey, belki de ölüm gibi bir şey, yani; düşmüştü telefonun sesi, uçurumlardan ve yine o sesti dipsiz kuyularda yankılanan. Dıdıt dıdıt dıdıt ...
Bu defa yağmur yağmıyordu etraf çok sakindi hüzünlenmedi bahtı kara adam ve bekledi çalar diye telefon tekrardan.
Çalmadı da.
Öylece evinin yolunu tuttu çirkin adam. Ve günlerce umutla beklemeyi seçti. Ama ne kart postal geldi ne de telefon bir yerlerden. Oda karar verdi; tek çözüm bir parça ipteydi. Ve öylede yaptı.
Ölüm ürkütmüştü bedenini ve tavana asılıydı bedeni, komşuları da fark etmemişti yokluğunu, öldüğünün tek belirtisiydi hayallerinin kokusu.
Yerde bir mektup vardı, bir de tarih yazıyordu yine iki gün sonrayı yazan. Ve yine bir kart postal İstanbulun silüeti ile süslenen, çirkin adamın evinden yine çirkin adamın evine yollanan.
Ve bir de telefon yerde dıdıt dıdıt diye yankı yapan.