Konuşuyorduk

Konuşuyorduk

yazı resimYZ

O gece bir evin bize ayrılan kısmında oturup, bizden önce bize, burası salon burada oturacaksın, televizyonunu şu köşeye koyacaksın, buraya iki vazo bir tane kanepe atarsan iyi görünür diye yapılan mimari bir dayatmanın içinde oturup konuştuk. Gidenlerden konuştuk, yeni doğacaklardan, sabahı çağırmaktı sohbetimizin amacı çünkü o an, güneş bizim oturduğumuz evin çok uzağındaydı. Karanlıktı, ve sessiz… Korktuğumuz için yazıyorduk, yazdığımız için konuşuyorduk, kalemlerimiz bir cümleye takılıyor ve oradan çıkamıyorduk. İsmail BEŞİKÇİ hapiste. Onunda kalemi belli ki bir yerlere takılmıştı ve şimdi kendisi hapse tıkıldı. Takılmamız birazda bundandı. Eğilimimiz vardı, hapse özlem duyduğumuz aptal zamanlar geçirmiştik, ölümde var bu işin içinde dediğimiz anlar olmuştu- benim vardır birkaç kez direkten dönmüşlüğüm- . Bildiğimiz şeyler vardı. Görüp de söyleyemediğimiz, kör bir insanlığa sesleniyorduk, en göreni, miyoptu ve uzak görüşü yoktu gözlüğünün, - en hit olan yerimiz abide-i hürriyetin köprü altlarıydı, çünkü orada çok yankı yapardı kahrolsun diye bağırırken- akustik bir narayla seslerimizi kısıyorduk.
Sonra aşktan bahsettik, aşkın renginin kırmızı olmasından. Şarabımızın kırmızı olması kana karışmasını kolaylaştırır mıydı? Yoksa kırmızı şarabı sevmemizin nedeni ideolojik miydi? Aşka aşıktık. En sevdiğimiz kadın tipiydi, Gorki’nin romanlarındaki kadınlar, ve Nazım’ın Tanya’sı ne kadar cesur bir unutkandı. İsmini unutuyordu, Alman askerlerine söylememek için adını, cesurdu asılmaya giderken köy halkına sesleniyordu boğazındaki ip izin verdiği ölçüde…
Çocuklarımıza Tanya’nın ismini veriyorduk, asılacağını bile bile, dedim ya konuşuyorduk. Kelemimizden başka bir şeyimiz yoktu, dünyayı değiştirmemiz için, parasız pulsuz yazıyorduk. Yazdıklarımızda hep bir akşam üstü vardı, hep yarım kalan hayatlar, acılar, çünkü sevinemiyorduk Tanya asılırken, köy halkı oluyorduk, uzaktan izliyorduk ve çocuğumuz köy halkı olmasın diye ona haksızlık edip, adını Tanya, Deniz, Erdal, Ulaş koyuyorduk. Kaypaklık yapıyorduk, dönüyorduk çok hızla ve dünyanın doğası gereği dönmekti. Döndük bizde, dünya el verdiği ölçüde…
Andık sonra sürekli andıklarımızı, onlardı bize en karanlık zamanlarda bile, bize bir ışık olduğunu söyleyen, ve taşımamız için tabutlarını emanet edenler, yüktü ağır bir yük… Kahraman taşımak, her yoldaşa nasip olmaz diye sıkı sıkı tutuyorduk, düşüp kırılacaklarını düşünüyorduk. Kendi gazetemize sinirli, hüzünlü pozlar veriyorduk, meyilliydik kahraman olmaya…

Sabah olsun diye zamansız konuşuyorduk, şarabımıza katıyorduk gidenleri ve gelecekleri, iş olsun diye yazmıyorduk, işsizliktendi yazmamız, yazdıklarımız para eder bir gün diyip yazıyorduk, ev kirası vardı verilecek ev sahibi de çekilmez bir bunaktı, bir dahaki şarap parsını çıkarıp, evlilik yıl dönümüzü şarapla kutlayalım istiyorduk, istiyorduk ki sabah olsun, şöyle martılar çağırsın sabahı, güneş doğudan yükselsin ve sabaha genç bir günaydın çakalım istiyorduk, cebimizdeki silahı bırakalım gece karanlığında kaleme sarılalım diyorduk. Ve yazıyorduk kan gibi aşk gibi şarap gibi… Sabahı çağırmak istiyorduk ama o hiç gelmedi.

Başa Dön