Mankenle Sevişme

içeride, loş ışığın altında helenistik bir heykel gibi parlayan bir manken duruyordu. nefes kesici bir güzelliği vardı. oşino dönüp, geceyi bununla geçirmek ister misiniz? diye sordu. bize cevap fırsatı vermeden, nazik hareketlerle elinden tuttu ve belinden kavradığı gibi mankeni dışarı çıkardı. bu nezakete, şimdilik, layıktı.

yazı resim

oşino, zatiye, venga ve ben -algazal- o gece bir mankenle seviştik. oşinonun amcasının kuruyemiş dükkânında, arka tarafta oturmuş, neredeyse bir haftadır yağan karı seyrediyor, sokakların boşalmasını bekliyorduk. arabayla şehrin boş sokaklarında dolaşacak, heykel meydanına çıkıp arabaya kıç attıracaktık. yeterli bir hıza ulaştıktan sonra direksiyonu aniden kırıp aynı anda el frenini de çekince, araba kontrolden çıkıyor, karın üzerinde kızak gibi kayıyordu. arabanın içinde, ne olacağının belirsizliğiyle çığlıklar atıp birbirimize sarılıyor, anlamsız hareketler yapıyorduk. araba kazasız belasız durduğundaysa şükrediyor, panik anında yaptığımız hareketleri birbirimize anlatarak eğleniyorduk.

başımız belaya girebilirdi. hepimiz kimliksizdik. sokaklarda yalnızca polisler vardı ve gördükleri herkesi durdurup kimlik soruyor, kimliği olanları ters ya da yanlış bir cevap versin diye taciz ediyorlardı. kimliksizliğin ya da polise diklenmenin cezası karakolda bir gece, şanslıysanız bir-iki çatlakla, morlukla atlatılmış bir dayaktı. ben, üzerine birkaç hafta akşamları evden çıkamama cezası alır, kız kardeşimin doldurup durduğu çayları içer, babamın televizyonda gördüğü her şeye yaptığı ipe sapa gelmez yorumları dinlerdim. annem, babamın hangi görüntüde ne diyeceğini ezberlemişti artık; akıp duran resimleri seyrederdi, kayıtsızca. hapis, babamın eve gelmediği ilk akşam biterdi. çoğunluk, kumara oturmuş olurdu o akşam. sabaha kadar gelmez demekti bu. kahvenin önünden geçer, onu, havada asılı dumanın altında belli belirsiz seçince kuruyemişçiye giderdim. hiçbir şey değişmemiş olurdu. halen kar yağardı.

polislere yakalanmasak, kaza yapma ihtimalimiz vardı. bu ihtimali seviyorduk. ama o zaman da venganın başı beladaydı. polislere rahmet okutacak bir baba dayağı beklerdi onu.

biriken kar dükkânın camlarını yarıya dek kapatmıştı. ışıkları söndürmüştük. dışarıdaki sokak lambasının ışığı düşüyordu içeri. bir de kendini bile ısıtamayan elektrik sobasından çıkan kızıl, sönük bir ışık vardı. birimiz kalkıp sobanın ateşiyle sigaramızı yakıyor, bir süre sobanın önünde elimizi, sırtımızı yahut kıçımızı ısıttıktan sonra, sırayı bir başkasına devrediyorduk. bir aralık oşino kalkıp duvarı boydan boya kaplayan dolabın kapaklarından birini açtı. İçeride, loş ışığın altında helenistik bir heykel gibi parlayan bir manken duruyordu. nefes kesici bir güzelliği vardı. oşino dönüp, geceyi bununla geçirmek ister misiniz? diye sordu. bize cevap fırsatı vermeden, nazik hareketlerle elinden tuttu ve belinden kavradığı gibi mankeni dışarı çıkardı. bu nezakete, şimdilik, layıktı.

hepimiz ayaklanmıştık. fikri ortaya atan oşino olduğundan, mankenin en güzel yerini, dolgun memelerin, incecik belin bulunduğu üst kısmı o aldı. ben biraz atik davranıp kalçalarını ve sol bacağını kapmıştım. diğer bacak ise zatiyenin elindeydi. en çoğunu sen aldın, diyerek bacağa yapışmış, pürüzsüz, sütun gibi bacağı, kalçalarına monte edildiği yerden ayırmıştı. kollar ve eller ise talihsiz vengaya kalmıştı.

sürtünerek, inleyerek, kendimizden geçmiş bir halde mankenin uzuvlarıyla sevişiyorduk. zatiye üzerini çıkarmış, bileklerinden kavradığı bacağın baldır kısmıyla sırtını okşuyordu. gözlerini sımsıkı yummuştu. ağzını düzenli hareketlerle sonuna dek açıp kapatıyor, sanki zevkten nefesi kesiliyordu. venga, kollardan birini kenara koymuş, iki eliyle kavradığı diğer kolun ucundaki yarı açık avuca kendi sikini yerleştirmiş, otuzbir çektirmeye çalışıyordu. fakat el, venganın siki için fazlasıyla büyüktü. ben, tek bacağı kalan kalçayı yere uzatmış, üzerine çullanmıştım. ritmik hareketlerle gidip geliyordum. çok sertti. üstelik bir deliği de yoktu. yanlış bir hareket sikimin kırılmasına yol açabilirdi. en şanslımız olan oşino, gövdeyi kucağına oturtmuş, bir o memeyi bir bu memeyi ağzına alırken, bir yandan da otuzbir çekiyordu.

en kötü parça zatiyeye düşmüş olsa da ilk boşalan o oldu. bir anda bağıra çağıra kendini geriye atınca hepimiz ona ve büyük, gerçekten büyük olan sikine döndük. üçümüzünkini birbirine bağlasak, ancak onunki kadar kalın olabiliyordu, daha önce ölçmüştük. uzunluğuysa otuz santimin üzerindeydi. alttan mı üstten mi ölçeceğimizi bilmediğimiz için, net uzunluğunu ölçemiyorduk. sırf bu yüzden ona zenci lakabını takmıştık. soranlara çok esmer olduğundan ona zenci dediğimiz yalanını söyler, gülerdik. ben ondan daha esmerdim.

o devasa sikin musluğu açılmış, yerdeki halıda bir birikinti oluşmuştu. sanırım daha önce hiçbirimiz onu boşalırken görmemiştik. aynı yerde otuzbir seansları yapmıştık, ancak nedense o hiç boşalmamıştı. faltaşı gibi açılmış gözlerle seyrediyorduk bu doğa olayını. oşino, daha önceki seanslarda, yerlere akıtmamamız konusunda kesin bir dille uyarırdı bizleri; sonra ortalık meni kokuyormuş. şaşkınlığı geçer geçmez yerinden fırlayıp bir tomar peçete kaptı ve zatiyeye doğru eğildi. sanırım peçeteleri zatiyenin sikinin altına tutup yerin daha fazla kirlenmesini engelleyecekti. ancak, bu davranışının ömür boyu alay konusu olacağını anlayınca vazgeçti ve peçeteleri fırlatıp bir küfür savurdu: orospu çocuğu!

Başa Dön