Moruk

Onlarca yolcu arasında, sonunda yine güç bela tutunacak bir yer buldu...Yolcular her durakta balık istifi gibi birbiri üzerine yığılıyordu.Eski bir model olan belediye otobüsünün sarsıntısı ara sıra da insanları sağa sola fırlatıyordu...Trafik de sürekli dur kalk yapan otobüs, yolcularını perişan ederken, özellikle bu ihtiyar adamı daha da bitirmişti.Adam boğuluyordu.

yazı resim

Onlarca yolcu arasında, sonunda yine güç bela tutunacak bir yer buldu.Yolcular her durakta balık istifi gibi birbiri üzerine yığılıyordu. Eski bir model olan belediye otobüsünün sarsıntısı ara sıra da insanları sağa sola fırlatıyordu. Trafik de sürekli dur kalk yapan otobüs, yolcularını perişan ederken, özellikle bu ihtiyar adamı daha da bitirmişti. Adam boğuluyordu.

Kısa boylu kamburu çıkmış, bir deri, bir kemik olan vücuduyla yaşlı adam adeta ayakta dökülüyordu. Bir yer bulurum ümidiyle otobüsün içinde onca kalabalığa aldırmadan, arka sıradan ön sıraya kadar oturanların tepesine dikiliyordu. Her koltuğun başında kısa süre dikilen ihtiyar yolcu hayalinin boşa gitmesiyle başka bir koltuğun başına geçerek inatla, sabırla bekliyordu.

Bugün hiç kimse ihtiyarı görmüyordu. Ama o inatçıydı. Yeniden karşı koltuklara geçmek için bir hamle yaptı. Bütün enerjisini harcasada orta kalabalığı yarıp güçlükle hedefine ulaştı.Bu mücadelede gözlüklerini düşürecekken tam göğüs hizasında yakalayabildi. Gözlük paraydı, şansına şükretti. İki kişiyi gördü. Bu çocuklar ona yer verebilirdi. Denemekte fayda vardı. İkili koyu bir muhabbete dalmıştı. Onu gördüler. Görmemezlikten geldiler. Beklenen bir bela onlara bakıyordu.

Ayakta süren yolculuğu onun son gücünüde bitiriyordu. Gözlerini gençlere dikmiş bir halde öksürüyor bazende sarsıntıyı bahane ederek genç adama çarpıyordu. Çabaları sonuç vermeyince sinirleri geriliyordu, ihtiyarın. Cam kenarında oturan dazlak kafalı şişman delikanlı onu gördü. Oturduğu yerden kalkıp yer vermesi herhalde mümkün değildi. Yaşamı boyunca sanki her otobüse bindiğinde bir ihtiyara yer vermek zorunda mıydı?

Bunu tatlı bir tebessümle yaşlı adama belli etmeye çalıştı. Yanındaki arkadaşının yer vermesi daha kolay daha uygun daha da makul olabilirdi. Zayıf, uzun saçlı, sakallı olan arkadaşı ise sanki onu görmemek için kafasını cama doğru çevirmişti. Üstelik hala ihtiyarı görmüyordu. Arkadaşıyla konuşuyordu:

"Baba bana kalırsa Pink Floyd'un üstüne grup tanımam valla.Tamam kabul ettim.Rolling Stones, Zeplin, Metalica da iyi gruplardır ama Pink bir başka be..."

İhtiyarın paltosu uzun saçlarını yaladığında genç adam ani bir refleksle irkildi. Baktı...Bilinçli, uyarıcı, kasti bir hareketti. İhtiyarın gözleri ile karşılaşan genç adam ürktü. "Ne oluyor yavaş saçımı bozuyorsun" demek isteyen gencin kelimeleri ağzında tıkandı kaldı.Bir çift göz fena halde bakıyordu. Adamın gözleri korkunçtu. Bir ağacın dalında bir baykuş onlara bakıyordu. Hırıldayarak da olsa, gençler onu duymasa da o mırıldanıyordu:

"Görmüyor musun baban deden yaşında adamım piç kurusu, esrarkeş, eroinman deminden beri başında bekliyorum. Senin anan baban yok mu keçi sakallı namussuz herif hadi kalk yaşlı bir ihtiyara yer ver hala ne anlatıyorsun. Hadi hadi artık ayakta duramıyorum" diyordu.

"Ya tamam Santana' nın gitarıda müthiş,annemler Parise gittiğinde Santananın bir gitarı, hey Cem sana söylüyorum duymuyor musun?"

Cam kenarında oturan arkadışını dürtmesiyle uğursuz bakışlardan kurtuldu..Uzun saçlı genç adam arkadaşının kulağına eğildi.Tıslayarak konuşurken onu uyardı:

"Görmüyor musun Baco, adam korkuluk gibi başımızda dikilmiş, aynı Notre Damei nin kamburu gibi çirkin, fena da kokuyor yandık valla.".

İhtiyara döndüğünde aynı keskin, sert bakışlarla karşılaştı:

"Ananında, seninde Parisininde sülalalesini ...Haydi benim güzel evladım bari sen ver yerini. Öldüm bittim hayvan herif, hala domuz gibi bakıyorsun. Kalk da yer ver hadi evladım n'olur n'olur hadi" dercesine yalvarıyordu gözleri .Cam kenarında oturan tekrar sordu :

"Ne diyorsun birimiz yer verelim mi? Fakat çok kokuyor bu adam"

Uzun saçlarını düzelten genç adam umursamadı:

"Oğlum ben babama yer vermem.Bilmiyor musun?Bize ne ya taksiye binseydi"

İhtiyar gençlerden ümidini kesti. Otobüste ineceği yere yaklaşıyordu. Semt durağında durdu.İnen üç beş yolcu arasındaydı yaşlı yolcu. Kahırlar, lanetler çekerek yolculara, gençlere, otobüse, şoföre ana, avrat küfürleri saydırarak indi. Bir kaç dakika durup nefes aldı. Kasketini çıkarıp dazlak olan kafasından akan teri mendiliyle sildi. Ağır aksak yürüyordu...

Akşam karanlığı Eyüp Topçular sanayi bölgesini kaplarken yeniden ıssız bir sessizliğe gömülüyordu. Gece mesaisine kalan tek tük atölyelerin ışıkları pencerelerden sokağa yansıyordu. Cadde üzerinde sokak lambalarının altında kısa bir süre dinlenirken elindeki poşeti yere bıraktı. Kalın çerçeveli gözlüğünü mendiliyle silerken çevresini kontrol etti. Kırçıllı eski model bir paltosu eski bir kasketi üzerinde üniforma gibi durmuştu. Gözlüğünü tekrar taktı. Aksak bir şekilde yeniden yürümeye başladı. Aylardır, günlerdi hiç durmadan yürüyormuş gibi bir hali vardı. Sıra halinde dizilmiş olan iş yerlerinin önünden geçerken bir bekçi köpeğinin zincir şakırtısını duydu.İ ki adım geri çekildi.

Isıran bir köpekti... Zincirin sesini duymasıyla kaçması bir oldu. Köpek zincirini kopartacakmış gibi şaha kalktığı halde, ağzından köpükler saçarak havlamaya başladı. İhtiyar haykırdı:

"Tüh allah belanı versin ulan senin namussuz köpek, hırsızlara böyle havlamazsın sen"

İş yerinin kapısı açıldığında gece bekçisi olan şişman, tombul suratlı, badem bıyıklı adam gülerek geldi.

"Ali emmi hayırlı akşamlar yav, bu itoğlu itin bir türlü ganı gaynamadı sana be"

Sinirleri allak bullak olan ihtiyarın ağzından çıkan köpükler bekçi köpeğinden bile fazla çıkıyordu:

"Ulan Osman adamın canını sıkma her akşam nedir ulan bu? Nereden buldunuz bu iti ecdadına sülalesine başlatma tövbe tövbe" .

Yoluna doğru giderken bekçi arkasından gülüyordu. Aksak adımlarını daha da hızlandırarak ara bir sokağa girdi. Evine ulaşması için bir kaç sokak daha yürümesi gerekiyordu. İkinci bir sokağa girdikten sonra birilerini gördü. Sokak lambasının altında duran iki kişiyi ona bakıyordu. Durdu. Az önce yaşamış olduğu stresi henüz yeni atlatmışken bu kez yeni bir korku dalgası vücudunu sarmıştı. Akşam akşam kimdi bunlar neyin nesiydi acaba?.. İşçilerden olabilir miydi?.. Yoksa, hırsız yahut gaspçı olabilir miydi bu iki adam. Her akşam böyle birilerini görmek zorunda mıydı?.. Bu adamları daha önce görmemişti, bundan emindi. İki ihtimal vardı. Bu adamlar ya işçiydi ya da hırsız. İkisininde birbirinden farkı yoktu ya...Yetmiş yıllık tecrübe devreye giriyordu. Beyni git diyordu ayaklar direniyordu. Elini beline atıp bıçağını kontrol etti. Bıçak yerınde duruyordu. Otuz yıldır taşıdığı bıçağı hem de Bursa işi ekmek bıçagı belinde kılıfında duruyordu. Gençliğinde bu sokaklarda ne babayiğitleri kovalamıştı, en kralına kök söktürmüş, ot yoldurmuştu.

Birçok kabadayının vücudunda ufak, tefek delikler dahi açmıştı. Bu düşünceler ona biraz cesaret versede iki adım attıktan sonra birden bir adım geri attı. Geçmişte ki cesareti geçmişte kalmıştı. Bunu hissetti. Korkuyordu. Ayakkabısının birini çıkarıp altına baktı. Uzakta duran iki şüpheli kişiye sanki, ayağıma çivi battı nereden çıktı bu allahın belası çivi dercesine hareketler yaptı. Birini çıkartırken öbürünü takarak zaman kazanmaya çalıştı. Heyecandan kalbi teklemeye başladı. Eski kabadayılık günlerine kendi bile inanmıyordu. İki adam da ona tuhaf bir şekilde bakıyordu. Elini cebine sokup bir miktar paranın yarısını alıp arka cebine koydu. Bu hareketleri yaparken çok profesyonelce davranıyordu. Tarağını çıkartarak olmayan saçlarını tarayacakmış gibi hareketler yaptı.

Hiç direnmeden paranın yarısını vermeyi düşündü. Okeyde yüz lira kazanmıştı, yüz lirada emekli maaşından kalan son para vardı. Yüz lirayı feda etmeyi düşündü. Bu hesaplar az da olsa cesaretini arttırdı. Torbasını eline aldıktan sonra iki adamın üstüne doğru yürümeye başladı. Her adım atışında daha çok heyecana kapıldı. Hasımlarının yahut kan davalılarının üstüne gidiyordu. İçinden yarım yamalak bildiği dualardan birkaçını mırıldandı.

Arapça' dan vazgeçip Türkçe okumaya başladı.İ ki adamın yanına yaklaştığında üç metre kadar mesafede durdu.Yumuşak, titreyen bir ses tonuyla ağlarcasına selam verdi:

"Selamun aleyküm, hayırlı akşamlar"

İki adam ihtiyara hiç bakmadan, umursamadan koro halinde seslendi:

"Aleyküm selam, moruk"

Bir kuğu gibi süzülerek şüpheli şahısların önünden geçerken evinin olduğu sokağa adımlarını attı. Kendi kendine kızıp küfretmeye başladı. Niçin böyle korkmuştu ne vardı böyle korkacak. "Allah senin belanı versin, korkak herif" diyordu. Bozulmuştu İstanbul. Soygunlar, gasplar, cinayetler her gün, her yerde oluyordu, nasıl korkmayacaktı bu yaşlı haliyle. Evinin önüne geldiğinde yeniden doğmuş neredeyse gençleşmiş gibiydi. Az önce korkularından arınmış bir halde iki katlı eski bir binanın paslı demir kapısının asma kilidini açtı. İçeriye girdiğinde ellerini açıp Tanrıya, peygamberlere, tüm ilahlara dua okudu. Bir akşamı daha atlatmış sonunda evine sağ salim varabilmişti.

Eski bir taş merdivenden birinci kata çıkarken, paltosuna yapışan örümcek ağlarını fark etmiyordu. Dar merdivenlik koridorunun duvarları örümcek ağları ile bir pazar tentesi gibi sarılmıştı. Karşısına çıkan, yarı kırık tahta kapıda ki asma kilidi açtığında , dört beş tane farenin kaçtığını gördü. Adam sanki zaman tünelinde bir yolculuk yapıyordu. Tek odalı perişan evin görüntüsü bir tarihti. Modern zamana ait, sadece eski bir siyah beyaz ekran bir televizyon vardı. Duvarda ki yıllanmış takvimin tarihi altmışlı yılları gösterirken, bir köşede de Bo Derek posteri yarı çıplak, duruyordu..

Otuz küsur sene masturbasyon yaptığı bu poster baş köşede asılıydı..Onlarca yıldır okuyup sonra biriktirdiği sararmış gazeteler yattığı karyolanın bitişiğinde bir duvar oluşturmuştu..Başka bir köşede ise yıllardır içtiği, viski, şarap şişeleri özenle duruyordu. Uzun bir tahta dolapta ise yüzlerce tespih, çakmak gibi çeşitli malzemeler yığılmıştı. Oda duvarında ki sıvalar dökülürken, bir boyaya ait herhangi bir renk görünmüyordu.Yerde dizili duran onlarca sayısız konserve kutusunun üstünden bir balerin gibi hassas bir şekilde geçtiğinde, ayağı bir kutuya çarptı.

Önce kutuya sonra tavanda ki deliklere baktı. Devrilen kutuyu, göz hizasıyla tavanda ki bir delikle eşleştirdi. Artık emindi, evet bu kutu bu deliğe aitti. Bu gece yağmurun yağma tehlikesi vardı. Yağmurdan nefret ediyordu. Tavanda ki deliklerden akan suyu önlemek için, yere yüzlerce konserve, yoğurt kutusunu dizmişti. Karyolasının önünde duran yemek masasının işlemeleri, motifleri otuzlu yılları gösteriyordu.. linde ki poşeti masanın üstüne koyduktan sonra, paltosunu, pantolonunu, kasketini çıkardı. Giydiği beyaz atlet belki de yılları görmüştü..Koyu gri, kirli renk bunu gösteriyordu.

Masanın altında duran tencerenin kapağını açtığında , günler öncesinden kalan bir tabak yemek ona bakıyordu. Tabağı masaya koyarken bir sandığın üstünde duran emektar televizyonu açtı. Kaşığı tabağa salladığında, yemeğin üzerinde biriken yeşilimsi küfü fark etmedi. Takma dişlerinden olacakki, yemeğin tadını senelerdir unutmuştu. Heyecan içersinde,durmadan konuşan spikeri izliyordu. Yeni başbakan tek başına iktidar olmuştu, emeklilere bu senede zam yapılacaktı. Bir kulağı duymasada öbür kulağı bir tavşan gibi dikilmişti..

"Başbakan iktidarın birinci yılında da, emeklilere yüzde üç zam yapılacağının müjdesini verdi." diyordu spiker.

Biraz şaşırdı. Bu adam gerçekten iyi bir insan, iyi bir müslümandı. Zam miktarını düşündü. Ayda fazladan bir büyük rakı parası cebe inecekti. Memnun oldu, dindar falandı ama bu adam gerçekten gariban dostuydu.

"İstanbul üniversitesinde ki öğrenciler 12 Eylül askeri darbesini protesto etti..Polis göstericilere müdahale etti..Bazı öğrenciler gözaltına alındı" diyordu başka bir haber.

Gözlüğünü sildi. Baktı...Bir daha baktı...Polis müdahalesine hayretle baktı. Polisler bir kız öğrenci ile uzun saçlı, sakallı genç bir adamı yaka paça yerde sürüklerken, joplar, tekmeler öğrencilerin vücuduna yağıyordu. Bir anda öfkeye kapıldı. Ayağa kalktı...Otobüste ona yer vermeyen gençlere ne kadarda benziyordu. Kızgınlıkla tek odalı evin içersinde volta atarken, konuşuyordu. Ağzından köpükler saçılıyordu:

"Vurun hainlere vurun, acımayın, komünistler, vatan hainleri sizi. Namussuzlar, asıcan bunları, asıcan bunları, kurşuna dizicen " diye haykırıyordu.

Konserve kutularının arasnda saklanan yavru bir fındık faresi korku dolu gözlerle, dehşet içersinde ev sahibini izliyordu.

Başa Dön