Emekli olduğumdan bu yana, okulların açılması beni çok hüzünlendiriyor. Bugün okullar açıldı ama ben evdeyim. Sanki, çok yakınımın düğünü var ama ben o düğüne davetli değilim. Bir sınıfım yok üç yıldır, öğrencilerim yok, sınıfımda duyduğum coşkular yok. ”Öğretmenim!” sesleri yok. Birilerinin artık bana “öğretmenim” dememesi, derinden yaralıyor beni. Bu monoton yaşama acaba daha ne kadar dayanacağım?
Düşünüyorum zaman zaman, hatta sıklıkla: Severek öğretmenlik yaptığım yılları , - özellikle - okulların açıldığı ilk günlerdeki anlatılmaz coşkumu....Yeni öğretim yılına girerken, öğrencilerden çok daha fazla heyecanlandığımı, okulun açılmasını nasıl dört gözle beklediğimi.....Okullar açılıyor diye, çocuklar gibi kendime yeni giysiler, ayakkabılar, çantalar aldığımı, haftalar önceden her türlü okul hazırlıklarımı tamamladığımı, defter ve kitaplarımı dahi kapladığımı ....Ve bunları yapmaktan nasıl mutluluk duyduğumu.
Oysa şimdi bunlar o kadar uzak ki bana! Gördüğüm güzel bir rüyadan uyanmış gibiyim. Ben 28 yıl öğretmenlik yaptım mı gerçekten? Yoksa kısa bir rüya mı gördüm? Emekli olmakla acaba kendime haksızlık mı ettim? Oyuncağımı, neden kendi ellerimle kırdım? Mesleki coşkumu, mutluluğumu hiç olmazsa birkaç yıl daha yaşayamaz mıydım?......Bu soruları kendime sorduğumda, içimde bir şeyler kaynamaya başlıyor.Davullar çalıyor kulaklarımda. Yüreğimde gürül gürül akan ırmakların sesini duyuyorum. Beynimde, sıkıştırılmış bir yay var.Bir türlü, sıkıştığı yerden kurtulamıyor.....
Okullar açıldı, ama ben evdeyim. Sınıfa girdiğimde bana saygıyla, sevgiyle bakan onlarca çift göz yok, gülümseyen yüzler yok. Ziller yok, dersler yok, tenefüsler yok, bağrışan çocuklar yok. Sabahları, okula geç kalmak endişesiyle duyduğum tatlı telâşlar yok. Saatler bile bir şey ifade etmiyor artık bana. Üç olmuş, beş olmuş, on olmuş; ne farkeder? Duvara çakılmış bir çivi gibiyim. Öylesine çakılmış, amaçsız bir çivi. Ya da taşıdığı fotoğrafı düşürmüş boş bir çerçeve.
Zaman geçtikçe öğretmenliği, öğrencilerimi daha çok özlüyorum. Kabul etmek istemesem de....... Bunu, bırakın başkalarına, kendime bile açık açık söyleyemedim hiç. Gizli bir aşk yaşıyorum sanki.Öğrencilerimi özlemek, özlediğimi kabul etmek istemiyorum.Bu konuda kendimi neden kandırmak istediğimi de anlayamıyorum.Duyacağım bu özleme dayanamamaktan korkuyorum belki de.
Alışkanlığım olduğu üzere, bu sabah erkenden yürüyüşe çıktım.Dönüşte, yolun birden hareketlendiğini farkettim. Her gün pek fazla araba geçmeyen yol, bu sabah yoğundu. Öğrenci servisi yapan otobüslerin biri geliyor, biri gidiyordu. Köylerde çalışan öğretmenlerin de arabayla yanımdan geçtiklerini gördüm.Yol kenarında servis bekleyen öğrenciler ve veliler vardı. Herkes, bir süre ara verdiği bir koşuya yeniden başlamış gibiydi. Ben ise, bu koşuyu çoktan bırakmıştım. Okullar açılmış, açılmamış, benim için farketmiyordu. İçimden bir ses şöyle diyordu:
- Çalışmayan bir makinesin sen!
-Suyu olmayan bir değirmensin!
-Kullanma süresi dolmuş bir yiyecek veya tedavülden kaldırılmış para gibisin!
Daha neler neler!
Bir başka ses de şöyle diyordu:
- Nasıl olsa er-geç emekli olmayacak mıydın?
- Nasıl olsa, emeklilik günleri bir gün gelmeyecek miydi?
- Başarılı bir meslek yaşamın oldu.Bununla öğünmelisin, mutlu olmalısın.
İçimde konuşan iki sesten hangisinin sözlerine kulak vermem gerektiğini bir türlü bilemiyorum. Bir ikilem içindeyim. Emekli olmakla iyi mi ettim, yoksa daha çalışmalı mıydım?. Bu soruya ne “evet” diyebiliyorum, ne “hayır”. Kendimle mücadele edip duruyorum, emekli olduğumdan bu yana. İçimdeki iki kişiliğin, sürekli konuşan iki ses’ten hangisinin “ben” olduğumu anlayamadım üç yıldır.
Bu ikilemden kurtulmanın bir yolu olmalı. Ama nasıl? Bunu bir türlü bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki; öğrencilerimi , öğretmenliği çok özledim. Keşke öğretmenlik yıllarıma geri dönebilsem. Bir sınıfım olsa, öğrencilerim olsa. Yarışsam yine zamana karşı. Eski çalışma tempoma geri dönsem.......
Öğretmenlik yaptığım yılları geri istiyorum . Hiç olmazsa yalnızca bir tanesini. Bu kadarına bile razıyım. Ama ne mümkün!
16 / Eylül / 2002