Son birkaç yıldır televizyon programlarında kalitenin uğradığı erozyonu görmek için kahin olmaya gerek yok. İnsanları eğlendirip vakit geçirmenin ötesinde, düşündürmeyi, öğretmeyi ve doğruyu buldurmayı başaran o kadar az program var ki. Artık televizyonculuk eşittir reyting ve reyting eşittir manken, dedikodu, sansasyon, atışma ve seviyesiz tartışma oldu. İşin kötüsü, milletçe bir yandan bu gidişata verip veriştirirken diğer yandan da her akşam en az bir saçma sapan programa takılmadan edemiyoruz. Yapımcılar da nasılsa her türlüsü bir şekilde izleniyor diyerek kaliteye gittikçe daha az önem verir oldu. Bazen düşünüyorum, kiminin sihirli kutu, kiminin de aptal kutusu dediği, çok uzaktakileri alıp evimizin içine kadar sokuveren bu aygıt, nam-ı diğer televizyon olmasaydı, hiç icat edilmeseydi nasıl yaşardık? Akşamları ay şu dizi başlayacak, ay bu yarışmayı kaçıracaz paniği olmadan, ailemizle rahat rahat kaşıklardık çorbaları, sohbetin tadı yemeğin tadına, aile efradının her telden sesi çatal kaşık tıngırtılarına karışırdı.
Yemek bittiği zaman, annemiz bize örgüler örerdi. Baba-oğul, ya da iki kardeş zarları kah içeri kah dışarı sallayarak çarşaf yok mu çarşaf?? esprisi eşliğinde beşlik tavla atardık ve yenen tavlayı yenilenin koltuğunun altına sıkıştırırdı, öğren de geeel diye.
Ne sohbetler ederdik, sit-comların, ağalı beyli dizilerin, vıcık vıcık paparazzilerin ve tolkşovların, çivisinden çıkmış eğlence programlarının ve insanların medenice tartışmak yerine birbirini yediği sözüm ona stüdyo panellerinin hiçbirinden habersiz, sadece aile bağlarını güçlendirmeye, dünü anmaya, bugünü yaşamaya ve yarını planlamaya odaklanmış seviyeli sözcükler sarf ederek. Tatlı hayaller kurardık gelecek tatilde ne yapsak, nereye gitsek diye. Babamızla yerde güreşirdik, ana-kız oturur birer bardak çay eşliğinde anlatır, dertleşirdik.
Takıp eşimizi kolumuza çıkardık semtimizin en güzel caddesinde yürüyüşe. Mevsimine göre boza, salep ya da dondurma eşliğinde koyu sohbetlere dalar, birbirimizin bilmediğimiz yönlerini keşfederdik.
Ya da dışarı çıkmak gelmiyorsa içimizden, demlerdik çayımızı, pişirirdik orta kahvelerimizi, alırdık elimize en sevdiğimiz yazarın bizi alıp yeni diyarlara götüren harika eserlerinden birini, karşılıklı kurulurduk mutlu yuvamızdaki fiskos köşemizin küçük ve sevimli koltuklarına okur, okur, okurduk. Ara sıra başımızı kaldırıp sevgiyle bize bakan eşimizin o tatlı gözleriyle karşılaşmayı da ihmal etmeden
Belki güzel bir film gelmiş olurdu alt sokaktaki sinemaya, hani şöyle akılda kalan, yüreklere kazınan ve iki saat içinde yaşamımızda minik bir pencere açmayı başaran hoş ve anlamlı bir senaryosu olanlardan.
Kimbilir belki üşenmeyip konu komşu ya da akraba ziyaretlerine bile giderdik. Karşı komşumuz Nebahat hanımlarla, teyzemizin kafa dengi kızı Zehra ile düzenli gidiş gelişlerimiz, vazgeçilmeyen sohbetlerimiz olurdu.
Ben şu birkaç dakikada bunları buldum, biraz daha düşünsek neler çıkar neler
Tüm bu güzelliklerin hayatımızdaki payının azalmasında ya da sıfırlanmasında tek suç televizyonun değil elbet. Başka şeyler de var aile hayatının, toplum yaşamının sıcaklığını giderek kaybettiren ve herkesi kendi evine, hatta kendi odasına tıkan.
Ben kendi adıma, hayatımda yaşamaya, kendime ve sevdiklerime yer açmak için, daha fazla boş vakit yaratıp bu vakitleri daha güzel ve daha dolu geçirmek için ve değirmenlere karşı savaşan şövalye misali tüm bu abuk sabuk yayınlara bireysel protesto çekmek için bundan sonra televizyonun hayatımdaki yerini minimuma indirerek haberler ve arada rastlayan güzel filmlerle sınırlamaya karar verdim.
Bunu okuyan her Türk vatandaşını da bu protestoda bana katılmaya davet ediyorum.
Var mısınız?