Eskiden uykuyu gecenin dolambaçlı yollarında kaybedince yatakta boş yere dönüp durmaktansa oltayı alıp limana balığa giderdim. Şimdi internette gazete sayfalarını dolaşıyorum. Uyku bazen her şeyden daha inatçı çıkar, bir türlü gelip bedenimizi teslim almayı istemez. İşte bir kaç gün önce öyle sabahların birinde sessizce çıkıp gittim evden. Uyuyanların kan uykuları bozulmasın. Limana gitsem bütün bahçeler kapalı. Bahçeleri bırak daha çorbacılar bile açmamışlar üstelik. Ne yapsam ne yapsam diye düşünüp dururken vurdum kendimi ada burnuna. Sis düdüğünün üzerinden denizin uçsuz bucaksız açıklığında güneşin doğuşunu izlemeyi seçtim. Günün ilk ışıklarında biraz göz gözü seçer olduğunda martılar uçuşmaya başladı. Bu hayvanlar son yıllarda bir acayip oldular zaten. Gece bile kentin üstünde uçup duruyorlar. Oysa yarasa ve baykuş hariç diğer kuşlar gece göremez diye öğretmişlerdi bize. Demek ki yanlışmış...
Romantizmin fotoğrafında bir erkeğin tek başına güneşin doğuşunu izlediğini göremezsiniz. Mutlaka bir de kadın olmalı. Hatta azıcık birbirine sokulmalılar. Ayaktaysanız illa kadının eteklerinde, erkeğin paltosunun kenarlarında oynaşan hafif bir rüzgâr da olmalı. Oysa ben bir başımayım ve ayağımda şort var. Mevsim yaz, başka ne giyilebilir ki zaten? Romantizmden kurtulup kendi başına buyruk bir gün doğumu da inanın çok şey anlatıyor. Tan yeri ağamaya başlarken deniz üzerindeki cilalı kapkara kıpırtılar hızla renk değiştirmeye başladılar. Önce gri oldular sonra birkaç dakika içinde laciverde dönüşüverdiler. Güneşin doğacağı yer kendini göstermeye başladı. Denizin üzerinde bir bölge usul usul pembeleşmeye başladı. Deniz sanki kocaman bir günü doğuracaktı. Ben geldiğimde çalıların tepe yapraklarında oynaşan hafif bir rüzgâr vardı. Ansızın bıçak gibi kesildi. Her yer, her şey sus pus oldu. Sadece kayalığın aşağısındaki sık çalılıklarda bir bülbül ötüyordu. Denizin yüzü renkten renge koşarken bir süre pembede takılıp kaldı. Bülbülün sesi, denizin pembesi buluşup bir mucizeye can verdiler. Güneş küçük bir aralıktan denizin üzerine sızmaya başladı. Bunu daha önce de görmüştüm. Karanlık bir odaya tahta kapının aralıklarından sızar gibiydi. Güneşin denizin üzerine dökülen ilk huzmeleri denizin üzerindeki pembeliği önce turuncuya daha sonra kırmızıya çevirmeye başladı. Bu güneşin doğuşunun resmi değildi. Sanki denizin karnı kanıyordu. Önce deniz kızardı, sonra sahildeki kayalar, çalılar ve otlar, ardından deniz feneri… Benim yüzüm, ellerim, ayaklarım hatta saçlarım bile kızardı. Ben, deniz, ağaçlar, martılar, açıktan geçen gemi ve fener bir bütün olduk. Güneşin doğuşuna, kırmızıdan bir çağlayana karışıp gittik.
Güneş kırmızı havlusunda kurulana kurulana, santim santim çıktı denizin koyu maviliğinden. Can evini bırakıp yükselmeye başladı. Gökyüzünü grisini kırmızıdan sonra sarıya boyadı. Yıldızları kucakladı, toplayıp bohçasına attı. Sonra maviler saçtı bir de beyaz bulutlar sabahın üstüne. Bir ben gördüm, bir deniz feneri, bir de Gazi Kayası açıklarından geçen Rus bir gemici. Yarım saat içinde on binlerce sihir geçip gitti. Belleğimde binlerce resim, içimde çocuksu bir heyecan kaldı geriye. Bunu en kısa zamanda yeniden yapmalıyım dedim. En kısa zamanda, hatta yarın sabah yine bu saatlerde burada olmalıyım.
“Sen sabahlara benzersin sevgilim,” diye bir cümle okumuştum zamanın birinde. Bu kesinlikle yalan ve çok abartılı. Hiçbir kadın küçücük zaman dilimlerinin denize, denizin buluta, bulutun martıya, ağaçlara, bülbülün sesine karıştığı bu büyülü ve kısa zaman dilimi kadar güzel olamaz. Bu cümle hemen düzeltilmeli. Sen güneşin ilk ışıklarında yıkanan Karantina Koyu’na benziyorsun, sevgilim denilebilir örneğin… Denizin üzerinden sabahın ilk ışıklarında geçen geminin çizdiği resimlere. Kıpır kıpır, değişken ve uçarı… Şunu söylemek istiyorum. Sabahın tek bir görüntüsüne benzesin sevgili, sözümüz yok. Ama sabahın bohçasındaki bütün tılsımlara, bütün güzelliklere benzetilmesin sakın. Sabaha ayıp, kadına yazık, güneşe haksızlık olmasın…
Seyfullah
Ağustos 2010
Gaziantep
Sabaha Methiye
Güneş kırmızı havlusunda kurulana kurulana, santim santim çıktı denizin koyu maviliğinden. Can evini bırakıp yükselmeye başladı. Gökyüzünü grisini kırmızıdan sonra sarıya boyadı. Yıldızları kucakladı, toplayıp bohçasına attı. Sonra maviler saçtı bir de beyaz bulutlar sabahın üstüne. Bir ben gördüm, bir deniz feneri, bir de Gazi Kayası açıklarından geçen Rus bir gemici. Yarım saat içinde on binlerce sihir geçip gitti. Belleğimde binlerce resim, içimde çocuksu bir heyecan kaldı geriye. Bunu en kısa zamanda yeniden yapmalıyım dedim. En kısa zamanda, hatta yarın sabah yine bu saatlerde burada olmalıyım.