Utanmıyorum hala yazmaktan.
Kelimeleri bir kez daha israfa sürüklemekten.
Hiç ticari etikle düşünmedim ama
Malum iflas edince bir dükkan
-Ya da bir organ mı demeliydim-
Kalanları zararına satar ya esnaf
Elden çıkarmak için sırf.
Hani o zaman dolup taşar ya müşteri
“kapatıyoruz” ilanını vermese
Kara bile çıkabilirdi bu satışla…
Ya da organ olsun diyorsan
Hani iflas etmeye yakın o organının-
Yerini daha iyi bellersin ya-orda ölüm saklıdır
Hissedemezsin acısını ama orda işte
Korkarsın ve tüm mikroplar o zaman üşüşür-
Hastalığın devası ilaçlar o zaman en çok girer vücuduna.
Hani “ölüyorum”demesen
Bir dinçten daha dinç olacaksın…
Ama işte
Utanma belası.
Değil mi?
Ve ben utanmıyorum hala yazmaktan.
Ve bu yazdıklarımı sana ithaf etmekten.
Çünkü senin acını hissediyorum.
Şu yazdıklarım kadar basit.
Söylenildiğinde akla gelen ilk anlam kadar gerçek.
Yazdıklarımda…yaşadıklarımda…
Çünkü ben ilk defa sende sağlamamı yaptım.
Hani sağlam dost olduğuna hiç biat etmedim.
Yine de yaptım işte!
Niye yaptım neden yaptım sormayın bana.
Hayır ben cinayet işlemedim ki!
Neden bu masadayım?
Niye bu sorular?
Hani demişti ya İskender;
“adımı ilk söylediğin gün
Kan geldi kulaklarımdan o gece.”
Bak bende bunun bir benzeri varmış;
“bir basınç geliyor seni duyumsadığım her duyudan
Kabakulak misali.”
Fışkırmış lavlardan nasibini alman çok doğal.
Ama o lavlardan canın acıdığında
Senden uzak olsam da bana dert yanmıştın.
Anımsa.
Şimdi gene beni dinlemiceğini bile bile
İzinden fazlasını verdim sana.
Bu sefer magmaya inmek istiyordun.
Şu saatlerde inmiş olmalısın da.
Sana söyledim
“dur bak izin veremem buna!
Orada mahsur kalmana.
Endişe ediyorum bak
Yine canın yanarsa
Yüreğinden sonra!
Dur bak bu riski göze alamam!”
Yine üşümüştün önümüz kıştı ayazdı.
Ve sen beni Ankara soğuğunda bir başıma bırakıp
Kendini dokuz günlük pişirmeye sürdün!
Üşüyordun besbelli.
Hem de dokuzuncu ayda.
Devreden basamakta.
“mercimeği fırına vermek”diye algılanırdı.
Duyan olsaydı pek ala.
Bunu demelerine izin vermezdim asla!
Ama sağlam değildi de bu taslak.
Bak bahsettiğim yeryüzü şekli yanar.
Bak bir insanın yüz şekli unutulur da.
Bak onun kaybedeceği bir şey yok!
Tüfleri verimlidir de toprağa!
Ama şayet patladığında-inflak ettiğinde-
Kimyasal uyuşmazlıgınızdan ya da.
Sen kül olursun.
Ve ben savurmak zorunda kalırım seni
Okunmuş okynanuslara.
Dokunulmuş bedenine bir ben beddua okumam.
Selanı ben veririm tüm şeytanlara.
Haber salarım şerlerimle seni iyi ağırlamaları için.
Bak orda üşümezsin de.
Hani orda bile dersen bana “şeytan görsün yüzünü!”
Yanında biterim.
Hayır istemiyorum dersen
Bugün namaza başlarım!Cennete girerim.
Hayır kıskançlık değil bu yazılanların rahimi
Zaten kıskançlık olmamasıdır en vahimi.
Şayet volkan patlamazsa
Kutupta açarsın gözlerini gene donmak üzereyken.
Üşüyordun besbelli.
-en sevdiğim hayvanlar penguenlerdi-
Onlara iyi bakın derdim ben gelene kadar.
Haber salardım kızakla.
Ve bana hıçkırarak vakanı anlattığında
Ayalarımda sıkıp öldürdüğüm o sarılma refleksini
Gövdeme sarıp sana uzatırdım.
Şayet bu gerçekleşirse
Sen utanma hüviyetini unuttuğun insandan.
Utanma sakın o tüm içindeki guruldayan gururlarına
Şunu haykır;”o benim yıllar öncede bıraktığım dostum bakın!”
Ama şayet tüm bunlar sadece bir şiirse
Daha öteye gitmedi ve gitmeyecekse
Ben utanmıyorum hala yazmaktan!
Ve utanmıyorum tükürdüğümü yine yalamaktan!
İz kısa ve öz.