TRAJİROMANTİ...
repliğini unutan ilkbahar ukalası gibi
bir buhranın içindeyim
göğüs göğüse ama paramparça
bir telefon sesi içindeki soğukkanlılıkla
yazılası bir kaderi oynuyorum
kaçınılmaz bir çocuk oyunu...
küsülen bir kafkas rüzgârına
kafayı takan
limandaki yaşlı,
ya da genç
köprü altındaki yirmilik delikanlı,
içilen 70lik rakı
gerekiyor efkâr dolu enkazı anlatan
rolün en keskin sirke kıvamındaki
yerinde olur olmaz patlaman!
Mühimmiş de sanki
Beyaz bir sutyeni merak ettiğim hadisesini öğrenmen
Hava boşluğunda yüzü gözü karanlık
bu tiyatro locası elbisesini
gerek hemen çıkarmam.
boşver şimdi onu bunu,
bak sıran geldi, göster kendini...
elindeki kağıda tutuşturulmuş
salaş yataklardan bahseden yalnız
ve tek bir güne bağlı kader...
düşüşünün içinde düşler taşıyan
yarım ya da çeyrek saat...
düşümde unutulan bir kan gölü gibi bana sarılan
sırası gelince ne denli yorulduğunun önemi olmayan
bir keman solosu...
şimdi kemanın sesi gibi çınlıyorsun kulaklarımda...
hiç Kafkas rüzgârlarının uğramadığı bir limansan,
ve sarıldığım kollardaki bir kağıda sıkıştırılmış her öyküde
sen yatıyorsan
yeniden doğarken sen bir başkası ölüyorsa
ve de ölen her üçüncü tekil şahısa bir birinci tekil karışıyorsa
uzanarak bir saate bakarken sen de benimle aynı şarkıyı söylüyorsan...
perde kapandı
ah, ne de güzel hakkını verdin rolünün
ne de yakışmış sana Juliet kostümü...
iki kişilik bir oyun değil bu sadece sen ve ben...
senin rolün buraya kadar!
bak, belli olmayan bir jön alıp götürecek seni
unutulmak bir sahnede yazılı değil sadece
bir ana tema olarak ellerimde, benliğimde
yazdan düşme bir seyirlik oyun...
kırılır sahnenin perdesi
kaybolur dekor
hiç bitmese oyun...
şimdi bir matineden suareye geçerken
-aynı gala gecesi ya da gündüzünde-
oynamaktan yorulmuyorum çocuk oyununu.
kendini kandıran sahnelerde tutarken
havadan düşen sonbahar yapraklarını
bir değer kaygısı içindeki jönün ölümüyle sonuçlandırsak oyunu...
al işte sana:
TRAJİROMANTİ...