Tüm Kentlerin Yabancısı

hiçbir kentte doğmamak ve ölmemek için...

yazı resim

Her kente nasıl da soyunarak girmiştim..
Kentlerin kapılarını güçsüz ellerimle
yavaşça itekleyerek ve yüreğimi her seferinde yeniden yıkayıp; kirlerinden
arındırıp, ayakaltlarıma batan taşları önemsemeden... Bir kahraman duruşuyla ve ille de korkarak...

Yüreğimi bir soru işaretinin çengeliyle bir şiire asmış ve uzaklaştığım kentin
geride yiten görüntüsüne dönüp bakmamıştım bile... Kaçmalardan hep içim yanmıştı. Bu yangını
seviyor muydum? Gizil bir mutluluk mu veriyordu bu acı bana?
Sorgulamadım hiç...

Tanıdık yüzlerle, kimligi kemikleşmiş sokaklarla, tiryakileştirdigimiz caddelerle birarada
oldukça soluğum daha çok tıkanacaktı; biliyordum...
Bu yüzden başka başka kentlere gittim hep...
Bu yüzden bütün gittiğim kentlerin yabancısı oldum...
Bana ait bir kentim olmadı benim...

Kimliğini kimliğim olarak kabul edebileceğim bir kentim olsaydı, "ben" olmayacaktım. Çünkü tek başına olduğunda gülümseyen bir yüz, başka yüzlerle birleştiğinde mutlaka yargılayacaktı beni... Ya yüzlerden biri olacaktım ya
duvarların diplerine sığınmış bir deli... Kaçmasam biliyordum ki kovulacaktım, beni tanıyan tüm
kentlerden... Duvar diplerindeki kutsal sevişlerin içine düşe düşe ve deliliğimi de ceplerimi tıkıştırarak
kaçtım kimlikli kentlerden...
Kapısını araladığım her kente çıplak girdim; ceplerimden çaldığım delilik avuçlarımın içinde...
Deliliğim düşlerimdi, öykülerimdi... Yaşamasam da yitirmemeliydim onları...
Yoksa bana sunulanı, verileni ve dayatılanı yaşamak zorunda kalacaktım. Ezbere bir yaşamın yinelenen
senaryolarının kötü bir oyuncusu olacaktım...
Oysa öykü vardı; şiir vardı; sanat vardı... Tümünü insan yaratmıştı...
Sinema salonlarını dolduruyorduk; öykülerin, romanların dünyasına dalıyorduk; şiirin
sürüklemesine yüreğimizi bırakıyorduk... Kendimizce şiirler söylüyorduk; bir yerlerden bir mektup
gelsin, bir yerlere bir mektup yazalım istiyorduk; düşler kuruyorduk -gizlediğimiz-...

Neden?
Çünkü sunulan, ezberletilen, kimseye yetmiyordu. İstediğimiz, bu "yaşamak" değildi.. bizi büyüleyen,
bizi sürükleyen, içimizdeki düşlere dokunan "yaşamak"lar istiyorduk... Kendimizi, izlediğimiz,
okuduğumuz dinlediğimiz yapıtlardaki kahramanların yerine koyuşumuz bundandı... Onlara
özenişimiz; onlarda kendimizden birşeyler yakalamaya çalışmamız bundandı... İçimizde
gizlediğimiz "ben"lerimize en çok onlar dokunuyordu...
Bu pek uzun sürmüyordu...Kitabın kapağı kapatılana dek; sinema salonundan çıkana dek ve şiirin
son dizesi de boşluğa uçuncaya dek... Çünkü çevremiz vardı; sorumluluklarımız vardı; yasaklar,
günahlar, ayıplar, değerler, kalıplar vardı... Ve bu "var"lar çogaldıkça "ben"ler azalıyordu...
Yaşamları öykülerimizdeki gibi, filmlerdeki gibi yaşamak korkutuyordu bizi... Korkuyorduk
çünkü kentler kovabilirdi bizi... Yalnızlığa tepetaklak düşebilir ve bir daha çıkamayabilirdik...
Seçenekler azdı; ya "ben"ya "onlar" denli azdı.
Tanrısal bir güçle kuşatılmıştık tümümüz...
Bu tanrısal güç öykülerimizi, düşlerimizi ve "ben"lerimizi çalıyordu...
Öykülerimizi ve düşlerimizi yaşayamadıkça kısırlaşıyorduk.... Duygularımız iğdiş ediliyordu... Ve herkes
ne de çok şey biliyordu...

Korkarak girdiğim kentlerin bir yabancısı olmaktan bu yüzden vazgeçemedim hiç.. Soru işaretlerinin
çengelleri yüreğime takıldı hep bu yüzden... Yavaşça, usulca ve durmadan kanayan, sorular soran,
aşkı militanca yaşayan "benzerlerimizle" başka başka kentlerde karşılaşmalarımız da bu yüzdendi...

Yenildim mi? yenildik mi?
Savaşıyor muydum? savaşıyor muyduk?
Kime karşı "Ne"ye karşı?

Güçsüzdük oysa...
Duygular, düşüncelerle bütünleştiğinde kalıba sığmıyordu...Ceplerimize tıkıştırdığımız delilik, duygu serseriliği
oluyordu...

Tüm kentlerin yabancısıydık... Ve hiçbir kentte yabancıları sevmiyorlardı...

VG

Başa Dön