Türkiyenin Demokratik Anayasa Arayışının Önündeki Engeller Üzerine

Bu bağlamda AKP iktidarı, 12 Eylül rejimiyle hesaplaşmak bir yana, bizatihi bu rejimin siyasi sonucu ve varacağı son nokta olduğu için vazgeçilmesi kendileri için son derece zor bir siyasi zeminin üzerinde duruyorlar.12 Eylül rejiminin sivil yüzü ve uzantısı olan Özalizmin siyasal, kültürel ve ekonomik mirasının konjonktürün ve sosyolojinin de elverişli olmasıyla en Ortodoks bir biçimde yaşanmasına şahit olmaktayız. Hal böyle iken AKPnin kendi ontolojisini yok etmesi elbette beklenemez.

yazı resim

Türkiyenin Demokratik Anayasa Arayışının Önündeki Engeller Üzerine
Yeni ve demokratik bir anayasa yapma yolunda 19 Ekim 2011 tarihinde çalışmaya başlayan TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonunun nasıl çalıştığı ve çalışmaların hangi aşamada olduğu, kamuoyu tarafından pek merak edilmeyen merak edilse bile üzerinde durulmayan bir husustur. Kamuoyunun ilgisizliğinin pesimist bir tutumdan kaynaklandığı da gerçektir. Zira 1990lı yıllardan beri sürekli olarak dile getirilen yeni anayasa ihtiyacı ve bir türlü somut nitelik kazanamayan anayasa çalışmaları artık ciddiye alınmadığı gibi gerçekleşmesi neredeyse imkânsız bir hayal gibi düşünülmektedir. Meseleye bu şekilde yaklaşılmasının sebebi, insanların büyük bir bölümünün yaşları ve eğitimleri itibariyle demokratik teamülleri ve kurumları tanıma fırsatı bulamamaları olduğu gibi, aldıkları eğitimin mutlak bir antidemokratik nitelik taşımasıdır. Hal böyle olunca demokratik bir anayasa ideali toplumun çok küçük bir kesimi tarafından ilgi gösterilen ve tartışılan marjinal bir mesele haline gelmiştir.

İktidarda kalma süresi itibariyle on yılı deviren ve Demokrat Partinin rekorunu kıran Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidarı boyunca kaçamak da olsa demokratik bir anayasa idealini zaman zaman dillendirmekten geri durmamıştır. Fakat buna rağmen somut adımlar atmakta her zaman çekimser kalmayı yeğlemiştir. Bu durumun sebebi olarak, seçmen tabanının böyle bir talep ve beklenti içinde olmaması yanında, 1982 anayasasının antidemokratik niteliğinin AKP tarafından kullanılması deyim yerindeyse siyaseten işlerliği olduğunu iddia edebiliriz. 12 Eylül zihniyetinin somut tezahürü olan, çok sesliliği kısıtlayıcı etnik köken merkezli ulus anlayışı; milli birlik ve beraberlik amacıyla demokratik taleplerin bastırılmasının meşru gösterilmesi; insan hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasını temel alan egemenlik anlayışının antidemokratik niteliği gibi daha sayılamayacak kadar çok unsur AKPnin hükümet etme işini kolaylaştırmıştır. 12 Eylül askeri rejiminin getirdiği antidemokratik Siyasi Partiler Kanunu, YÖK, Milli Güvenlik Kurulu ve demokratik temsilin en önemli engeli olan yüzde onluk seçim barajı da AKPnin istediği biçimde güçlü ve fakat demokratik denetimden muaf bir sistemin temel unsurlarıdır.

AKP kadrolarının demokratik anayasa yapma konusunda çekimserliğinin bir diğer nedeni de, 12 Eylül zihniyetinin 1980den sonra uygulamaya koyduğu Türk-İslam sentezi ideolojisini benimsemeleridir. Özellikle toplumun sol düşünceye karşı savunulması ve onun yerine ikame edilecek olan dini duyguları gelişkin gençlik yetiştirme kaygısını taşıyan Askeri rejimin, zorunlu din dersleri ve etnik kökene vurgu yapan anayasal kimlik tanımı siyasal iktidarın ideolojisiyle fevkalade paralellik göstermektedir. Aslında bütün sağ partiler için oldukça uygun olan bu siyasi atmosfer, 12 Eylül rejiminden en az etkilenen İslamcılar için daha da elverişli olmuştur. Bu bağlamda AKP iktidarı, 12 Eylül rejimiyle hesaplaşmak bir yana, bizatihi bu rejimin siyasi sonucu ve varacağı son nokta olduğu için vazgeçilmesi kendileri için son derece zor bir siyasi zeminin üzerinde duruyorlar.12 Eylül rejiminin sivil yüzü ve uzantısı olan Özalizmin siyasal, kültürel ve ekonomik mirasının konjonktürün ve sosyolojinin de elverişli olmasıyla en Ortodoks bir biçimde yaşanmasına şahit olmaktayız. Hal böyle iken AKPnin kendi ontolojisini yok etmesi elbette beklenemez.

AKP kadrolarının demokratik bir anayasa konusunda ayak sürümelerinin diğer bir nedenini de, anayasadan beklentilerinin veyahut anayasaya bakışlarının salt milli irade kavramı çerçevesinde oldukça yüzeysel, yurttaşı ve baskı gruplarını dışlayıcı yanıdır. Demokrat Parti/Adalet Partisi/Anavatan Partisi (DP/AP/ANAP) çizgisinden gelen AKPnin genel anlamıyla siyasete bakışı şöyledir:

Demokrat Parti/Adalet Partisi (DP/AP) çizgisi siyasal faaliyet alanının sınırlı tutulmasından yana olmuş, kendi denetimi dışındaki örgütlü toplum kesimlerinin, baskı gruplarının ve kamuoyunun siyasal iktidarı etkileyici faaliyetlerini iyi karşılamamıştır. Toplumun sürekli olarak ve bizzat siyaset üretmesi, siyasete katılması ve iktidarı etkilemesi istenmemiştir. Bu anlayış açısından halk ya da millet ,seçmenler topluluğudur; halkın esas rolü ve işlevi kendisini yönetecek olanı seçmektir. Dolayısıyla demokrasinin özü de ,genel ve devri seçimlerdir. Belli aralıklarla bu seçim işi yapıldıktan ve milli irade bu şekilde belirdikten sonra gerisi artık meclislerin ve oradan çıkacak olan hükümetlerin işidir; politika da politikacılar alanıdır. Halkın, daha doğrusu seçmen kitlesinin belli dönemlerde oy kullanmanın ötesinde göstereceği siyasal faaliyet iktidarın icraatını engeller, onun ülkeyi yönetmesini güçleştirir. Şu halde sistemin iyi işleyebilmesi, yönetilenlerin siyasal rol ve etkisinin en düşük düzeyde tutulmasına bağlıdır. Bu yönüyle bu çizgi,katılımcı olmayan bir demokrasi ya da bu anlamda bir halksız demokrasi anlayışıdır.(Bülent TANÖR,Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980),Afa Yay.,İstanbul 1996,s.321.)

Yukarıda belirtildiği gibi, mevcut siyasal iktidarın, DP/AP/ANAP çizgisinden tevarüs ettiği milli irade yi esas alan demokrasi anlayışı, siyasal alanı daraltan, halkı sadece seçmen olması itibariyle sistemin bir enstrümanı olarak gören ve genel olarak siyasal katılımı da lüzumsuz ve işlevsiz olarak gören bir anlayıştır. Siyasal iktidar demokratik zemini daraltarak ideolojik ve siyasal çoğulculuğu da zararlı saymıştır. Dolayısıyla çoğulculuğu, çoksesliliği zararlı addeden, farklı düşüncelere tahammül göstermeyen bir ideolojinin demokratik bir anayasaya yapma konusunda öncü olması beklenmemelidir.

Bu çizgi, anayasal kurumlar ve kuvvetler ayrılığıyla sağlanabilecek dengeli demokrasi ve bölünmüş egemenlik anlayışına da karşıdır. Egemenlik, kaynağı bakımından (Millet) nasıl tek ve bölünmezse, kullanılışı bakımından da tek ve bölünmez olmalıdır. Bu açıdan DP/AP/DYP/(ANAP) çizgisinin ideal anayasa tipi 1924 Anayasasıdır.(Bülent TANÖR,a.g.e.,s,321,322.)

Denetim mekanizmaları, demokratik bir siyasal sistemin vazgeçilemez unsurlarındandır. Bir rejimin, çoğunluğun diktatörlüğüne dönüşmemesi için denetimi esastır. Siyasal iktidar, tevarüs ettiği gelenek icabı denetime karşı olduğu gibi, anayasal kurumlara ve kuvvetler ayrılığına da karşıdır. Yargının, iktidarın tasarruflarına sürekli olarak engel çıkaran bir unsur olarak görülmesi ve gösterilmesi manidardır. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde, zorunluluk icabı, kuvvetlerin birliği şeklinde uygulanan Meclis Hükümeti iktidarın idealize ettiği bir sistemdir. Dolayısıyla mevcut iktidar kuvvetler ayrılığını ayak bağı olarak görmektedir. Bu itibarla demokratik bir siyasi zemin için egemenliğin bölünmesine ve dengeli demokrasiye karşı olan bir siyasi iktidardan demokratik bir anayasa beklemek safdillik olur.

Türkiyenin ve özellikle iktidarda olması hasebiyle AKPnin, demokratik bir anayasa yapma konusunda önemli engellerinden birisi de, Osmanlı-Türk devlet geleneğinin devlet-birey ilişkisine bakışının sorunlu olması daha doğrusu anti-demokratik bir nitelik taşımasıdır. Özellikle Osmanlının çöküş döneminde aydınların ve devletin yetiştirdiği asker-sivil bürokrasinin temel amacı devleti kurtarmaktı. Zaten Batıdaki anlamıyla birey oluşturamamış ve kulluktan öte hiçbir bilinci ve hakkı olmayan sadece tebaa olan Osmanlı insanı Cumhuriyete de aynen tevarüs etmiştir. Devletin ön plana çıkarılarak kutsanması ve her şeyin üzerinde bir değer atfedilmesi, her koşulda devletin yurttaştan korunması sonucunu doğurmuştur. Güçlü devlet- zayıf birey ilişkisinden ise hak ve özgürlüklerinin bilincinde olan ve bu uğurda mücadele eden bir yurttaş tipolojisi değil güçsüz ve demokrasi bilinci gelişmemiş bir toplum doğmuştur. Günümüzde de halen devam eden bu gelenek, Türkiyede çoğunluğu oluşturan sağ partilerin temel düsturu olduğu için, bireyi devlet karşısında güçlendirme idealinin gerçekleşmesi oldukça zordur. Demokratik bir anayasa da kuşkusuz bu ideale bağlıdır.

Demokratik anayasa yapabilmenin önemli bir koşulu da sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin, sendikaların, meslek örgütlerinin, basının vb. de sürece dâhil edilebilmesidir. Anayasa bütün toplum kesimlerini ilgilendirdiği için katılımın, görüş bildirmenin ve tartışarak ortak iyiyi bulmanın esas olması gerekmektedir. Oysa siyasal iktidar, anayasa çalışmalarını kamuoyundan ve toplumdan gizleyerek katılıma engel olmaktadır. Böylece kendi ideolojileri doğrultusunda yapacakları metni topluma dayatacaklardır. Zaten samimi olarak gerçekten demokratik bir anayasa yapmak gibi bir niyetleri olmadığı için süreci de böylece noktalayacaklardır.

Siyasal iktidarın, istediği ve yetiştirmeye gayret sarf ettiği insan tipolojisinin, Türkiye gibi çok kültürlü bir toplumda sadece İslam dinine uygun dindar nesil ve hali hazırdaki dindar insan ideali, ayrımcı olmayan ve temel insan haklarına vurgu yapan bir anayasa ihtimalini kendiliğinden zorlaştırmaktadır. Zira makbul vatandaş tanımı belirli bir dine, mezhebe veya milliyete mensup insanları kastettiği için diğerlerini ötekileştirmektedir. Ötekileştirme ise zaten temel insan hakkı ihlalidir. Alevi toplumunun ibadethane olarak benimsediği Cemevinin, İslamda yeri yok diye kabul edilmemesi ve bu toplumun inanç hürriyetinin salt Sünni-İslama göre tanımlanması ayrımcılığı körüklemektedir. Cumhuriyetin toplumu biçimlendirme ve nesneleştirme arzusunun mevcut siyasal iktidar tarafından de devam ettirildiği düşünüldüğünde, siyasetin öznesi değil nesnesi olarak görülen pasif toplum algısı demokratik dönüşümün ve anayasanın önündeki engellerden biridir. Ne yazık ki, rüştünü ispat etmemiş ve dolayısıyla doğruyu bulacağına inanılmayan, özellikle de doğrunun kendi doğruları olduğuna mutlak inanan ve bunları topluma dayatan bir iktidarla karşı karşıyayız.

Yasalar ve özellikle de anayasa, insanların kendi elleriyle yaptıkları ve bütün toplumu bağlayan hukuksal bir metindir. Bu metin, insanların bir arada sorunsuzca yaşamaları için belirlenen kuralların üst çerçevesini oluşturan temel metindir. Dolayısıyla anayasanın, hayatın bütün ayrıntılarını düzenleyen bir yasa olması beklenmemelidir. Ve fakat özellikle demokratik devletlerin anayasalarında yer alan(örneğin Alman Anayasası) ; (a) İnsan onur ve haysiyetinin korunması,(b)Yaşam hakkı, kişiliğin korunması, kişi özgürlüğü,(c) Yasa önünde eşitlik, ayrım yasağı ,(d) Din, vicdan ve inanç özgürlüğü; askerlik hizmetinin reddi, (e) Düşünce ve basın özgürlüğü; sanat ve bilim özgürlüğü ,(f) Toplantı özgürlüğü gibi temel insan haklarını düzenleyen maddelere yer verilmesi Türkiye için elzemdir. İnsanlar arasında etnik köken, din, mezhep, cinsiyet ayrımcılığı yapmayan, bir arada sorunsuzca yaşamanın imkânını yaratmaya çalışan bir anayasa Türkiyenin acilen ihtiyaç duyduğu bir uzlaşı metnidir.

Türkiyenin Kürt sorunu, Alevi sorunu, azınlıklar sorunu ortada dururken ve bu sorunların çözümü konusunda, etnik, dinsel ve mezhepsel bakış dışında herhangi bir alternatif üretilmezken, üstelik geçmişten devralınan antidemokratik zihniyetten vazgeçmek istenmezken, kendi doğruları toplumun tüm kesimine dayatılırken, katılımcılık ve şeffaflık dışlanırken, demokratik denetim mekanizmaları kabul edilmezken, mevcut anayasanın antidemokratik yönü siyaseten kullanılırken buna ilaveten rövanşist bir tutumla geçmişle hesaplaşma kaygusu güdülürken demokratik bir anayasa yapma konusu idealden öte bir anlam taşımayacaktır.
Aralık 2012-Ocak 2013

Başa Dön