]
Sabah erkenden evden çıkıp yokuştan aşağıya, kıyıya doğru yürümek hoşuma gidiyor. Herkes uykudayken, hatta sokak bile henüz uyanmamışken, spor ayakkabılarımın çıkardığı "grıc, grıç" sesi eşliğinde kaldırımın dar merdivenleri inerim. Uyku kokar havada, ağır nefesli. Yokuşun sonuna yaklaştıkça dalgakıranda parçalanan dalgaların sesi ve tek tük geçen arabaların vızırtısı duyulmaya başlar. Uyku kokusu denizin esintisinde dağılıp birden kaybolur; "belki kayaların üstünde kalan köpüklere karışmıştır" diye düşünürüm. Hangi mevsimde olursam olayım, hafifçe ürperirim, bir anlık. Sonra içime derin bir nefes çekerim, yosun kokusu tırmalar
genzimi, denizin tuzu yapışır dudağıma... Sonra gündüze karışırım. Uyanamamak ve uyanmak korkusuyla buluşup. Aradaki zamanlar; olacakların henüz olmadığı, düşünüleceklerin düşünülmediği, davranılacakların davranılmadığı ara zamanlar. Korkuların henüz korkutmadığı, sezgilerin uyanmaya başladığı zamanlar. Sabah yürüyüşleri ara zamanlara aitti...
Bu sabah karşıya gitmek için vapura bindim. Yolcu salonunda pencere kenarında bir yer bulup oturdum ve o an beni iskeleye getiren takside evrak cantamı unuttuğumu hatırladım. Yapılacak tek şey bir sonraki vapur ile geri dönüp taksi durağını aramak. Birkaç hafta önce bir yayınevi editöründen randevu almıştım ve ona göstermek istediğim yazılar şimdi ortada yoktu. Nasıl bu kadar sakin kalabildiğimi anlayamadım, oysa dün gece heyecandan uyku tutmamıştı. Neyse ki yedek disketler çantamdaydı, en azından randevuya yetişirim diye düşünürken birkaç koltuk ötede oturan adamı gördüm. Kırlaşmış saçları alnında iyice dökülmüş, altmış yaşlarında, koyu renk uzun pardösünün altında takım elbisesi, açık mavi gömleği ve kravatı görünüyordu. Dimdik oturuşu ve üst üste koyduğu iki eliyle uzun, asayı andırır şemsiyesine dayanması onun ordudan emekli bir subay olduğunu düşündürdü bana. Nedense yüzü hiç de yabancı gelmemişti. Yolculuk boyunca boşluğa bakan bakışlarının yönünü değiştirmeden hiç kıpırdamadan oturdu. Zihnimi ne kadar zorladıysam da bu adamı nerede gördüğümü bir türlü hatırlayamamıştım. Belki de hatırlamaya çalışmak bile boş, hiç tanımadığım bir yabancıydı belki.
Pencereden deniz yüzeyinin hafif
çalkantılarla maviden yeşile, yeşilden maviye boyanışını seyre daldım. Martılar kanatları suya değecek kadar alçaktan uçmaktaydılar. Ara zamanların hafifliğine kapıldım, ne takside unuttuğum çantam, ne gitmem gereken randevu; hiç birinin önemi yoktu şu an. Şeffaf bir paravanın ötesine geçmiş gibiydim. Yakınımda durmadan kıkırdayan liseli kızlar, koltuk aralarında çocuklarının peşinden dolaşan, geminin her dalgada sallanışında sendeleyip sağda solda oturanların omuzlarına çarpan anne babalar, elinde çay tepsisiyle dolanan kamarot; benim için kocaman bir sinema perdesi açılmış gibiydi. Biraz ötemde oturan adamı aslında hiç tanımadığımdan emindim, dikkatimi çeken sadece herşeyden soyutlanmış olduğu görüntüsü. Farklı görünüyordu; duruşu, bakışı farklıydı.
Kimbilir, belki benim ara zamanlarım gibi kendine ait koridorlarda dolaşıyordu ruhu. Belki sadece bir yansımaydı...
Uzun zaman önce, yatılı okul günlerimde, seyrettiğim bugün ile alakasız bir film sahnesini hatırladım. Yaşlı bir adamı canlandırmaya hazırlanan genç bir tiyatro oyuncusunu anlatan bir film. Rolünü o kadar ciddiye alır ki, her gün şehir parkına giden yaşlı bir adamı takip edip davranışlarını izleyip hazırlanıyor. Oturup kalkması, yürüyüşü, güneşlenirken uyuyakalması, selam verişi... Genç adam gözlemlerinin ödülünü alır, oyun çok başarılı olur, eleştirmenler bile eleştirecek bir konu bulamaz. Yine de bir eksikliğin varlığını hisseder genç oyuncu, rahatsız edici bir his. Yaşlı adamı gülümsetenin gerçekten ne olduğunu bilmediği gelir aklına. Her gün parka giderken çiçekçiden aldığı tek bir kırmızı gülün taşıdığı anlamı bilmediğini düşünür ve onunla tanışmaya karar verir. Nereden bilebilirdi yanlış yapacağını... Tanışır, yaşlı adamın hayatına girmesine yardımcı olacak bir vesile bulur. Tek tek aralanır yürek kapıları. Tek tek fethedilir his odaları... Ve tiyatro oyuncusu oynanması en zor rolü keşfeder, insan olmak...
Yolculuğun sonu gelmişti. Herkes ile birlikte çıkışa doğru ilerlerken yaşlı adamın kalabalığın arasında kayboluşunu izledim...
(henüz bitiremediğim romandan...)
eylül