Yaşamın İplikleri

Zaman fazla yok...

yazı resim

Bazen açık olmak ve gerçekleri bütün doğallığıyla dile getirmek iyi görünse de, hazır olmadığımız zamanlar da buna istisnalar yaratabiliriz. Ki, gerçekleri ne kadar doğal gördüğümüz ve onu aynı doğallıkla ne kadar yansıttığımız da meçhul. Aslında yaşamın bize tuttuğu pencereden başımızı dışarı çıkartıyor ve gördüğümüz genişliği, içinde bile minicik kaldığımız dünyanın hepsi diye tarif ediyoruz. Hal böyle olunca “gerçek” diye tarif ettiklerimiz, etrafımızdakilere zarar veriyor, onların yaşama daha sıkı bağlanmasını engelliyor.

Hani sorsak hepimizin bir kalbi var. Doğumla dünyaya gelmeden önce bile, bizim yaşamımızın kaynağı olma yükümlülüğü ve görevini çok iyi yerine getiriyor. “Kalbimizi hissediyoruz”. En azından onun salt bir et parçası olmadığını, koşullar uygun olduğunda bir cam gibi kırılıp dağıldığını da biliyoruz. Bir insanın kalbi kırılınca ne hallere geleceğini kendimizden biliyoruz da, yine de kırmaktan vazgeçmiyoruz. Acaba diyorum, kalbimizi kırmamak, onu daha fazla sevmek için, açıp ona bir göz atmak mı gerekir? Etrafımızdaki yüzlere, bedenlere, sözlere öyle bir alışmışız ki, artık hepsi aynı gibi geliyor. Sadece üç beş laf ettiğimiz herkesi öyle yargılamalara, öyle tanımlara sokuyoruz ki, açık söylemek gerekirse onun kalbi olduğundan bihaber yaşıyoruz. Bir açıp baksak şöyle, ne var ne yok bir görsek, sevgimiz daha fazla artmaz mı acaba?

Hayatta çok şey görmüşüzdür. Nedense her yüzün bir maske olduğunu çok iyi söyleriz. Bazen üzüntülerimizi paylaşan bir insan arar, onun bulunmayışıyla hayal kırıklığına uğrarız. Tabii ki herkesin kör olduğu anlarda görmek büyük külfetler, bedeller ister. Bir ölenin, hastanın, acı içinde olanın, düşkünün halini görür, bunun yanına dünyanın çirkin yanlarını ekler ve karamsar dünyamızın altında eziliriz. Ölenin ardından yalancı ağıt yakanlar çoktur, yaptığı her şeyi gösteriş için yapanlarda… Ama pire için yorgan yakmaya öyle düşkünüz ki, daha bir tarafını tuttuğumuz dünya parçasını evren diye tanımlarız. O zaman da ağır duygu ve düşünce bunalımları sarar. “Gerçek”leri görüyor, dünyanın anlamsızlığını biliyor, yapacak bir şey bulamıyor ve akıntıya bırakıyoruz kendimizi.

Dünya bu kadar çirkinse bile bu yine bizden değil midir? Doğuştan bu yana güzelliği arayışımız devam ediyor da, onu yaratma fikri ne yazık ki beyinlerimizde bir canlılık bulmuyor. Yanı başımızdakilerin çirkin olduğunu söylüyor da, güzel olmaları için ne gerektiğini söylemekten çekiniyoruz. Birine, “Güzel olmak istiyorsan yakana bir çiçek koy,” diyoruz, ama “Buyurun bu çiçeği takın ve daha güzel olun,” demiyoruz. Hâlbuki demek gerekir, ara sıra nedensiz hediyeler vermek, sevgiyi nesnelerle de ifade etmek gerekir. Çölü yeşil düşlemek elbet güzeldir, ama onu yeşil etmek daha bir güzeldir.

Peki, mutlu olmak için tartışmasız herkesi sevmek mi gerekir? Elbette değil. Sevgi de seçicidir. Merkezinde biz olduğumuz ve hep böyle olacağı için, “sevilmeyenler” her daim bulunacaktır. Feryatlar kopardıkları karanlığın yaratıcıları vardır. Ama dert herkesi sevmekte değil ki! En azından sevgimizde daha seçici olmakta ve onun değerini iyi anlamakta. Sevgiyi hak eden insanların değerini iyi bilmekte…

Bu yüzden çevremize bir bakınmalıyız. Zamanın değerini bilmeli, sevgiyi “hak edenlerin” değerini daha iyi bilmeli, hak etmeyenleri de yeniden bir tartmalıyız. Herkesi mutlu edemeyeceğimiz gerçeğinden yola çıkıp, bir kişiyi de mutlu edemeyeceğimizi düşünmemeliyiz. Başlanacaksa bir yerden başlamalı ve azardan adımlar atmalıyız. Hani sevmeye kendimizden mi başlasak diyorum; bir hediye mi versek kendimize. Yanağımızı mı okşasak, bir çay mı yapsak, pasta mı alsak…? Öyle ya kendimiz mutlu olmadan kimi mutlu edeceğiz? Sonrasında dışarıya yönelmeli, yanı başımızdaki kişiyi mutlu etmeliyiz. Evet, yarın çok geç olabilir, şimdi gitmeli ve sevdiğimiz birisine maddi manevi bir hediye, bir mutluluk, bir sevgi hediye etmeliyiz. Çevrenize bakının ve bunu yapın.

Yorumlar

Başa Dön