YAZMA
Cismimin kaybolduğu soyutluklarda saklıyorum ismini
Gazete kupürlerinde, sokak lambalarında...
Bir de maviye çalan gökyüzünün
En aklımı çelen yerinde
Metal bir yüzükle bütün geceyi aydınlatırken duyular
Levhalarında duruyorsun
Tarihimin kayıp mezarlarının.
Jileti kendine doğru tutası bir eylem bu:
Ruhani alemlerin anason kokulu yerlerinde
Tırnak içine alınan bir isim gibi kanıyorsun
Takvimlerin en can alıcı resminden.
Rehin duruyor köşebaşlarında metropolün
Kırık aynaları ve etejerleri dünyanın.
Bir karanlık masa üzerinde enlem ve boylamların,
Aklımın saat farkısın
Çıkagelen çekimser bir sonbahar sabahı
Ekim mevsiminin en çileli çelişkilerinden.
Bırak, tutma ellerinden yanında büyüttüğün
Kalın abalı, eli yazgılı adamın
Parmaklarımda iliklenen yağmur damlaları bunlar
Ucube bir tülün ardından mum ışığı gibi duran
Otelvari büyük ev ışıklarında:
Bir yangı, bir söngü,
İfademde katran ve tüyler
Nerede akşam, orada ölüm
Elden ele dolaştırıyorsun önlerinde gezdirdiğin
Kalın abalı parmak adamı şehirde
İçindeki merhametsiz çocuğu kapatıyorsun zindanlara
Kenarları oyalı bir mahremiyetle.
Arkamdan haykırıyor yüzün,
Giderken ben
akşamın pırıltılı şimal çocuğu gibi.
Her bakışta ölüm
Her gülüşte kanayan
Örselenmiş bir yolda
Bağırıyorsun gideradım ardımdan:
- YAZMA!
Sesinden tek kelime değil,
Çağlayanların gürültüsü çıkıyor.
Ölümden yana dört ferman
Kıstırılmış bir çığırtkanın ceplerinde duruyor.
Çatlamış sancılarla
Çatlamış sesinle
Yeni bir çocuk doğuruyorsun şimdi.
Ah, o saçına doladığın sitemkâr tokaların
Çocuk oyunların, komik gülüşlerin...
Hatta çıkışların yerli yersiz;
Anlamsız bunalışların...
Sesimi kulağına dolayan kuşlarla yaşıyor uzaklarım
Yolların bitmeyen kanatlı kopuşkanları
Kaçık hırsızlar geliyorlar yanıma
Tatmak için tılsımın zehrini.
Çıngıraklı hayallerde rengini kaybettiğim
Bir ucube fenalık;
Vehamet ve hicran:
Jileti kendine doğru tutası bir eylem bu!
Ah, altın saman tanelerin, soğuk ve yeşil bilyelerin, kırılganlıkların, üzülmelerin, fırtınaların, sevmelerin, sevilmelerin...
“Yazma” diyor yüzün
En yatılmaz saatinde gecenin,
Sabahın görünmeyenini görürken
Çığlıklar atarak, feryatlar özümseyerek
Çılgın bir metaforun karşısına çıkıp haykırıyor:
- YAZMA!
Oysa ki
Yazgımın kuyruğuna takılmış
Umutsuzluk tenekelerini istiyorum ben.
Çizmelerime bulaşan ziftvari
Ağlamaklı lekeleri...
Geçmişimle savaştığım her seferde
Az adamla kıstırılmak istiyorum
Bir çıkmaz sokağın ortasında.
Ah, çarpıtan fikirlerin, kandırışların, yalanların dolanların, ağlamaların, çığlıkların, ihanetlerin, hançerin, öldürüşün, cinayetin...
Floresan buğusunda yaşatırken düşleri
Ezbere bildiğim bir kaçak geceyarısı var aklımda şimdi:
“O zamanlar ölüm ölümdü adam gibi! Zulüm, zulümdü... Biz olurduk; jandarmaların sabah nöbetlerinin değişiminde dikenli tellerin üstünden atlanırdı. Masum hırslarımız olurdu, dertlerimiz, tasalarımız, duvarlarımızda üzerine efkârlı efkârlı cigara üflediğimiz Filiz Akın’ımız... Avluya çıkıldığında topraklarını boşaltırdık oyduğumuz kendi felaketlerimizin.”
Çığırtkanın elinden alıyorsun fermanı bu kez
Bağırıyorsun havaya doğru:
-YAZMA! YAZMA!
Söylerken hiçbir vakit yüzüme bakmıyorsun.
Tortulu zeminlere çıplak ayaklar basıyorum bense.
Oysa ki
O zamanlar ölenler olurdu,
Biz arkalarından ağlamazdık;
Zafer çığlıkları atardık seninle.
Ah, jileti kendi şahdamarına tutası bir eylem bu.
Yazgımın yalnızlığında,
Soğuk ve sarı kent ışıklarında
Ellerimi perde yapıyorum ışıkların günahlarına.
Arasından sızıyorlar parmaklarımın...
Yine kızgınlığını sıkıştırıyorsun sokak lambalarına
Kalın abalı, parmak adamların koynunda
Ve bağırıyorsun, bilmiyorsun
En enkaz olmuş halimin içindeyim
Bağırıyorsun tüm gücünle:
-YAZMA! YAZMA!
“Çünkü yazanlar;
Kendi ölümlerine hep intihar süsü veriyorlar...”