1951 yılının mart ayında doğmuşum. Sadece doğduğum ayı söylerdi hem annem,hem babam.Ayın kaçıydı,
hangi günüydü, akrep hangi rakamına dokunuyordu saatin....Bunu hiç öğrenemedim. Önemi de yoktu aslında. Nasılsa baharla birlikte gelmiştim dünyaya; ha biri, ha otuz biriydi Mart’ın; ha Pazar, ha Cuma’ydı günlerden.. Ama ben “Nevruz’da doğdun sen!..” denilmesini isterdim. Dağlarda yanan ateşten sıcaklık; toprağın uyanışından sevinç ve mutluluk; güneşin ışığından umut; çiçeklerin güzelliğinden koku ve renk; suların duruluğundan tertemiz bir sevda kotarırdım kendime, diye hayal ederim hep...Aksine!
Daha dünyaya ‘merhaba! ‘ dediğim gün yapılmıştı adı ‘acı’ olan karşılama törenim..Ne de olsa dokuz aydan beri yollardaydım, yorgundum, sızılar içindeydim üstelik...Ve hiç bir otele, hana uğramadan gelmiştim buraya..Üstelik yıkanamamıştım..Bu yüzden kokuyordum; cennet kokusuyla...Kıskanıp yıkamış Ebe Halam ve tuzlayıp yatırmış beni annemin yanına..Adımı da Tayyibe koymuş..Hiç beğenmem adımı nedense! Arapça bir ad olduğundan mı, yoksa şimdiki adlara benzemediğinden mi, çağın gerisinde kalmış gibi hissederim kendimi, aklımı adıma odakladığımda..Ebe halama da bozuk atarım doğrusu. Adımı koyarken bana sormalıydı diye...
Halamın ‘hala’ olduğunu çok zor öğrendim.
Köyümüzün güneye bakan tarafında iki katlı bir evde oturuyordu. Tabii ahşaptan..Dört çocuğu vardı ama, hepsi de çok önceleri evlenip çoluğa çocuğa karışmışlardı. Babamla arası yirmi yaştan fazla olduğu için, biz, onun torunlarıyla birlikte büyüdük. En büyük kızının çocukları dört taneydi. Onlar da kızdı biz gibi ve hemen evimizin alt tarafında ki evde yaşıyorlardı. Kardeş gibiydik onlarla, her şeyimizi paylaşırdık .
Adeta sekiz kardeştik! (En küçük kardeşim yoktu henüz) Onların annesine biz ‘hala’; onlar benim anneme ‘yenge’ derlerdi. Hangi evde kurulu bir sofra görsek, çökerdik başına..Tahta kaşıklarla yediğimiz kıymasız tarhana çorbasının kokusunu özlerim hala..Ya küçük bakır ibriğin emziğine ağzımızı dayayıp içtiğimiz sular!..Hem daha soğuk, hem daha tatlıydı ki, bardağa değen dudağım ibriğin memesini arar şimdi!..
Yanlış anlamayın sakın! Cama da, bardağa da karşı değilim ben. İçine konulan sulara karşıyım sadece..Paralı sulara.. Lağım karışmış pis sulara..Dozu iyi ayarlanmamış klorlu sulara...Göl kokan sulara...Bir de, bardağı olup da içecek su bulamayan insanıma karşıyım!..Pardon yani!..’Onu susuz bırakan bozuk düzene karşıyım’ diyecektim; dilim sürçtü...İyi ki sürçtü!..Yoksa bu tümceyi söyleyip söylememeye karar veremezdim doğrusu..Yok!. Korku falan değil söyleyememe nedenim! Hapisse hapis sonucu; bir yer, bir de gök görüyoruz nasılsa..Böyle de hapisteyiz zaten!..Tutup elli kilometre öteye gidip bir göl kıyısında, bir deniz kıyısında üç gün güneşlenmeye kalksak, dönüş paramız kalmıyor cebimizde.Yürüyerek dönsek bile, ötesi açlık ve sefalet!..Ya belediye su vermezse bir daha, ya elektriklerimizi keserse TEK, ya telefon faturasını ödeyemezsek...gibi sorunların üstüne bir de bakkal, market vereceği eklenirse, ne olur halimiz!..
En iyisi mi çakıl!.. bulunduğun yere;
Dağsa yanı başında; çık tepesine, yaklaş güneşe!..
Denizse özlediğin
Koy yağmur altına leğeni, bekle!..
Umudunu yitirme sakın, dolar elbet;
Sonra
İçine bir avuç tuz ekle!..
At utanmayı, soyun balıklar misali
Toprağı kumsal yap, leğenin yanına yat!
Ayaklarını cıbıldat,ellerini oynat!..
Gazeten varsa birde rengini atmış,
Haberi demode,
(Yeni haberleri hiç dinleme!)
Kıvırmasını biliyorsan eğer
Kayık yap!
Yüzdür delice...
Bayrağı BEYNELMİNEL!. olsun
Tayfası umut!..
Bin içine çek kürekleri...
Bana da gel gizlice...
İşte senindir artık tüm dalyanlar, balıkçı evleri
Senindir Kanarya adalarının sahilleri...
Aç bağrını göğün mavisine değsin,
Denizin dalgası sevsin,
Şansın varsa eğer
Aşk da yaşarsın benimle...
Daha ne istersin!..
Ey gönül!
Unut gitsin boş bardakları...
Unut gitsin darlıkları...
Yarattığın masalda yaşa biraz,
Aradığın uzakları...
(Devam edecek)