Tam iki ay boyunca, yapmaktan zevk alacağım türden olmadıkları için hiçbir işi almayıp, hazırdaki paralarımı tüketmeyi becerince de sonunda, burnu büyüklüğü mü sürdürecek halim kalmamıştı artık. Onun için de, yine iki aydır yapmam için ısrar edilip durulan Kotra boyama işini, kabul etmiştim çaresiz...
Kotra boyamak da, öyle kolay iş değildir ama. Hele de, ahşap sa! Önceki boyalar Pürmüz lambasıyla yakılarak kazınacak, gövdeyi oluşturan tahtaların birleşim yerleri fitil haline getirilmiş ham pamuklarla kalafatla nacak, cicili bicili kutularda satılan hazır macunlara güvenilmeyip özel macunlar karılacak, ahşap dokusunun görünmesinin istendiği bölümler için ham Gomalak tan elde üretilen özel parlatıcılar kullanılacak ve daha bir sürü, ıvır zıvır...
Bütün bunlar, öyle her babayiğidin yapabileceği işler de değildir doğrusu. Böyle durumlarda benim gibi, her bir boktan anlayıp ta bir bok olamamış, üstelik de parası bitmiş heriflere, gerek vardır mutlaka...
Bir zamanlar, her sene yeniden boyadığım ahşap bir teknemin olduğunu, aklıma estikçe de parasızlık hastalığına yakalandığımı çok iyi bilen bir arkadaşım, salık vermiş beni kotra sahibine ve her şeyin eski usul yapılmasını isteyen türden bir çeşit olduğu için de gidip gelip, kotrasını boyamam için yalvarmıştı o da
Cebimde kalan üç kuruş paraya güvendiğimden mi, yoksa tembelliğimden mi bilmiyorum ama hemen her seferinde de,
Yahu ben heykelciyim, ne ilgim var Kotra boyamakla? Gel, senin bir büstünü yapayım bari... diyerek nazlandıysam da, laf anlamamıştı adam. Sonrasında da öyle bir para önermişti ki, meslek değiştirip, Kotra boyacılığı yapmamın çok daha akıllıca olacağını düşünmeye başlamıştım ama pek akıllı bir herif değildim neyse ki. Meslek filan değiştirmediysem de, küçük bir ara vermekte, hiçbir sakınca görmemiştim yine de
Neredeyse benimle yaşıt, karpuz kıçlı bir antikaydı, boyayacağım tekne. Kim bilir kaç yıldır deniz yüzü görmediği için de neredeyse bütün tahtaları, aralık kalmış jaluzi gibi sırıtıyordu. Adam olması çok zordu aslında ama olmuştu da. Sahibinin, müzelik teknesine duyduğu platonik aşkın ötesinde, her istediğimi karşılamaya yetecek bok gibi de parası vardı çünkü. İşim bittiğinde benim ise, artık birazcık param olmasına karşın, adama benzeyen pek bir yerim kalmamıştı yazık ki...
Evime geldiğimde gecenin ikisiydi ve ayakta duracak halim yoktu. Kotra sahibi kalan ödemesini nakit yaptığından, ceplerimi patlatırcasına şişiren paraları okşayacak gücü nereden bulduğuma ise, şaşıyordum doğrusu. Para dolu ceplerimle neyse ki müşterim, arabasıyla kendisi bırakmıştı beni evime.
Tam bir buçuk ay uğraşmıştım, canına yandığımın kotrasında. Sahibi olan bol paralı öküzün dürtüklemesiyle son bir haftadır da, gece gündüz... Sonunda bitmişti ve harika olmuştu ama ben de bitmiştim doğrusu...
Herhalde sekiz, on kilo zayıflamış olmalıydım ki, pantolonum kıçımda güçlükle tutunuyordu. Belinden yukarıya doğru çekiştirirken,
İyi ya ulan... diye söylendim. Zayıflamak istemiyor muydun zaten? Gider, bütün giysilerini yenilersin yarın da...
Yok, yaa... diyerek terslemişti, beynimin bir yerlerinde gizlenen öteki herif.
Eline üç kuruş para geçti diye, hemen harcamak zorunda mısın?
Bedenimi yöneten -ben- lerin hangisinin haklı olduğunu, galiba hiçbir zaman öğrenemeyecektim. İşime de, öylesi geliyordu herhalde...
Tamam, tamam... dedim. Sadece bir, iki pantolon, diğerleri idare eder
İdareli olmayı öğren artık, eşek kadar herifsin.
Tamam, dedim ya yahu...
Hep tamam dersin zaten ama bildiğini okursun yine de...
Sıktın ama...
Yeni bir heykel işi gelene kadar alışveriş etmek filan yok. Kaldı ki, gelen işleri de beğenmeyip almazsın sen zaten. Hem ne bok yemeğe, heykelci oldun ki?
Eee, yeter artık, defol...
Zoraki köpeğim Pekinin karaltısı, balkonumda ki nöbetindeydi yine. Bahçeden dört basamak merdivenle çıkılan balkon girişinin önüne dikilmiş, yaklaşan ayak seslerinin sahibinin dost mu, düşman mı olduğunu araştırıyordu.
Artık yaşlandığı için duyuları köreldiğinden mi, yoksa aptallığından mı bilmem, özellikle gece yarısından sonra balkonuma yaklaşan ben dahil herkes, düşmandı onun için. Kendisinden üç kat cüsseli köpekleri bile kıskandıracak gürlükteki sesiyle kıçını yırtarcasına havlayarak, üzerime saldırmıştı birden.
Benim ulan salak... diyerek tersledim. Ben, senin insanın...
Bacaklarımın arasına kadar gelerek kokumu aldıktan sonra havlamayı bırakmış, son zamanlarda seyrek görüştüğümüz için özlediğinden olsa gerek, sevinçle bacaklarımın arasında debelenmeye başlamıştı bu sefer de...
Çok yorgunum Peki. diyerek mırıldandım. Başka zaman oynaşırız...
Balkon basamaklarını tırmanırken önüme geçip yolumu kestiğinde, hiç yüz vermeden üzerinden atlamıştım. Bu sefer de koşturup, evin giriş kapısının önüne uzandı, boylu boyunca.
Bağırıp çağırmak geçtiyse de içimden önce, tüylü kafasını okşamaya başladım sonra da. Sevmek istemediğimi anlatmaya çalışmaktansa sevmek, daha az yorucuydu çünkü. Hasreti giderilince de evime girmeme, hemen izin vermişti zaten.
Bir an önce yatıp uyumanın telaşıyla alelacele soyunup banyoya girmiş, sıcak suyla bir güzel yıkandıktan sonra da kurulanıp eşofmanları mı giymiş, nereden aklıma estiyse çarşaf nevresim gibi şeyleri temizleriyle değiştirmiş, sonra da yatağa uzanıp tavan seyretmeye koyulmuştum. Uykum, yoktu artık. Söylene söylene kalkarak ışığı yakıp, buzdolabına gittim. Bir kadeh rakı içersem, uykum yeniden gelebilirdi belki.
Rakının damlası kalmamıştı evde yazık ki. Var olduğunu sandığım şişeyi ne zaman bitirdiğimi düşünerek söylenirken de, kapıyı tırmalamaya koyulmuştu bile Peki...
Son zamanlarda edindiği, yeni bir huydu bu. Işıkları söndürüp yatmamdan sonra eğer gerekir de, herhangi bir nedenle kalkıp yeniden ışık açarsam, giriş duvarı tümden pencere olduğu için anında görüp kapıyı tırmalayarak inlemeye başlıyor ve beni görmeden de, rahatlamıyordu. Zaten hangi davranışı, normaldi ki bu hayvanın? Onun yüzünden kaç kere, sağa sola toslayarak gitmiştim işemeye...
Saat gecenin üçüydü, fena halde yorgundum, uykusu kaçmış bir uykusuzdum, üstelik rakı sızdım ve yetmezmiş gibi, beni sahiplenmiş bir köpeği rehabilite etmek zorundayım. Söylenecek mecalim bile olmadığından, sessizce gittim kapıyı açmaya.
İşte... diye mırıldandım. Buradayım ve bir şeyim de yok. Git, uyu artık...
Kulaklarını ve burnunu titreterek, büyük bir dikkatle araştırıyordu beni. Onun kontrolünün bitmesini beklerken bir yandan da, benzer bir düşkünlükle bana bağlanan hiçbir kadına katlanamadığım halde bu hayvana gösterdiğim sabrın, nedenlerini düşünüyordum.
Pek bir şey bulamamıştım, fazla da düşünemedim zaten. Evimin hemen önünden geçen caddenin karşı kaldırımındaki bakkalın, gecenin o saatinde açık olduğunu görünce, düşünecek başka bir konu bulmuştum çünkü...
Bekle... dedim Pekiye. Biraz para alayım da yanıma, bana rakı, sana da kek alalım.
Normalde, sanki vitrin mankeniymiş gibi hiç hareket etmeden tezgahının arkasında oturan ve yaşadığının anlaşılması için de nabzına bakılması gereken bakkalı, hiç öylesine canlı görmemiştim o güne kadar. Yerinden fırlayıp yerlere kadar eğilerek karşılamıştı beni çünkü...
Aman efendim, hoş geldiniz Aydın Beyciğim. Sefalar getirdiniz...
Niye bu kadar canlı ve soğuk bir mart gecesinde bu saatlere kadar neden açık olduğunu bilmiyordum ve sadece ufak rakı alacaktım ama herifin müşteri hasretini görünce, yetmişlik almaya karar vermiştim. Ancak konuşmama fırsat bırakmadan,
Nasıl hizmet edebilirim, Aydın Beyciğim? diyerek çevremde dolanmaya ve kaşını gözünü de, oynatıp durmaya başlamıştı. Bir gece sonrası müşterisine böylesine sevinip delimsek hareketler yapması, pek normal görünmemişti doğrusu.
Baksana... diye mırıldandım. İyi misin sen?
Cevap vermeyip, kaşını gözünü oynatmayı sürdürmüştü yine...
Beter ol... diye geçmişti içimden. Üç kuruş fazla kazanmak uğruna bu saatte böyle yalnızları oynarsan, -bir delinin hatıra defteri-ni oynarsın yakında da...
Hala kaş göz edip duruyordu herif ve bir derdi olmalıydı mutlaka. Ama gecenin üçünde psikolojik danışmanlık yapmaya, hiç niyetim yoktu doğrusu. O yüzden de, bir daha sormadım.
Dükkan kapısının önünde bekleyen Peki, kekinin hasretiyle camı tırnaklamaya başlamıştı bile. Rafların birisinden onun siparişini alıp içkilerin olduğu dolaba doğru seğirtmiş ve bütün geceme mal olacak belaları da, o zaman görmüştüm zaten...
On sekiz, yirmi yaşlarında iki delikanlı boş bira kasalarının üzerine oturmuş, dolu bir kasayı da önlerine çekmiş, bira içip duruyorlardı. Baştan aşağı motosiklet giysileri kuşandıkları na göre, içeriye girerken gördüğüm kaldırım kenarındaki hayvan gibi motosikletlerin, sahipleri olmalıydılar.
Eli yüzü düzgün gençlerdi ve her ne kadar bütün şirinlikleriyle bana bakarak gülümsüyorlar sa da, bakışları pek de düzgün değildi yinede. Rakımı almak ve bir an önce defolup gitmek amacıyla dolabın kapağını açmıştım ki,
Siz zahmet etmeyin efendim... diyerek yerinden kalktı delikanlılardan biri ve biraz da yampiri bir yürüyüşle, yanıma geldi. Yardımcı olayım, ne istemiştiniz?
Bu haytaların, Zombi bakışlı bakkalın tezgah arkasında peydahlanmış çocuklarından veya ara sıra gönüllü çıraklık yapan mahalle sakinlerinden olmadıklarına emindim.
Teşekkür ederim... diyerek gülümsedim. Kendim alabilirim.
Bakışları birden değişmişti fırlamanın. Kaşlarından birini, özendiği film yıldızları gibi yukarıya kaldırmaya çalışmış ve becerememiş olsa bile, dişlerinin arasından savurduğu tükürüğü, bir buçuk metre ötedeki çöp kutusuna isabet ettirmeyi başarmıştı ama.
Efendi efendi, ne istediğini sorduk sana amca... diye hırladı.Burası, kendin pişir, kendin ziftlen lokantası değil.
Serserinin konuşma şekli veya koluma teğet geçen tükürüğü değil de -amca- demesi, fena oturmuştu içime. Gerçi, elimi çabuk tutmuş olsaydım onların babası olacak yaştaydım zaten ama yine de bozulmuştum işte...
Henüz birkaç ay önce, bin bir numarayla ve hiç istemediğim halde zorla evime yerleşip üç haftalık bir süreyi paylaşmak zorunda kaldığım aynı yaşlardaki bir tazenin, sevişme sonrasında bana, İyi miydi amca? dediğini hayal etmiştim galiba...
Peki, evladım... diye mırıldandım, sinirimi belli etmemeye çalışarak. O zaman, bir büyük rakı verir misin lütfen?
İkisi de pis, pis sırıtarak bana bakıyorlardı. Karşımdaki zıpçıktı,
Senin yaşındakilere fazla alkol yaramaz amca... diyerek, bir kahkaha atmıştı.
Gel, büyükten vazgeç de, ufak al istersen...
Ulaaan... diye geçti içimden. O kadar da yaşlı mı görünüyorum yahu?
İyice kırlaşmış saçlarım yüzündendi bütün bunlar. O güne kadar hiçbir sevgilim saçlarımı boyatamamıştı ama bu hergele, başaracaktı neredeyse...
Dayak atma isteğimi yitireli çok uzun yıllar geçtiği için, dayak yeme riskine girmeden bu durumdan nasıl kurtulacağımın yollarını düşünmeye başlamıştım ve Peki, gelmişti birden aklıma. Pek cüsseli değilse de hemen herkesi korkutan gürlükte bir sesi vardı ve biraz da, Psikopattı galiba...
Kapıya dönüp Pekiye bakındım. Oturmaktan da, kek beklemekten de sıkılmış, uyukluyordu eşikte. Gördüğü hemen her kılıksız insana ve balkonuma yaklaşan tüm güzel kadınlara şarlayan zoraki köpeğim, sahiplendiği insanının zor durumunu, hiç önemsemiyordu yazık ki. Umutsuz bir İç çekişiyle serseriye döndüm,
Sağlığımı düşündüğün için teşekkür ederim, ufak alayım o zaman...
Kıkır, kıkır gülüyordu serseriler. Karşımda ki zibidinin gülmesi bitince,
Kusura bakma babalık... diyerek itiraz etti. Alkol içebileceğine dair, tam teşekküllü bir hastane raporu getirmelisin.
Yaşlılık kompleksine girdiğime mi, yoksa rakısız kaldığıma mı yanayım bilemiyordum ama tepem de iyice atmıştı artık. Herifleri baştan aşağı süzerek incelemeye aldım. İkisi de bana göre ufak tefek ve çelimsizlerdi. Aslında ben de, epey kuvvetli bir adamdım doğrusu...
En son dayağımı ne zaman attığımı düşünmüştüm uzun süre. Yirmi beş yıl kadar önce yediğim son dayağı iyi hatırlıyordum ama attığımı, pek çıkaramadım. Yine de umursamayıp,, karşımdaki geveze itin yakasına yapışmıştım. Onu halledersem, diğeri de sinebilirdi.
Tek kolumla yakasından tutarak kaldırıp, ayaklarını yerden kestiğim itin suratındaki paniği gördüğüm zaman itiraf etmeliyim ki, keyiflenmiştim. Varlığından habersiz olduğum, bastırılmış, kavgacı genler mi vardı bende de, acaba?
Pek de fazla düşünememiştim bunu, oturan diğer itin kalkıp böğrüme dayadığı bir şeyle, elim ayağım kesilmişti çünkü...
Silahlardan hiç anlamam, hoşlanmam da. Belki de o yüzden, çocukluk oyunlarımda ikide bir degav diye bağıran Kovboy rollerine girmektense, durmadan barış çubuğu tüttüren Kızılderili şefliğini, tercih etmiştim. Hala da, tüttürürüm zaten...
Koltuk altımdan görünen, sağ böğrüme dayanmış tabanca, oyuncak gibi ufacık bir şeydi. Oyuncak veya değil, beni yeterince korkutmuştu ama. Hemen yere indirdim, havalandırdığım serseriyi ve tabanca da, şakağıma çıktı.
Böyle bir duruma düşüldüğünde ne yapılması gerekir pek bilemediğim için, manyakça bir sevinçle beni karşılayan bakkala takılmıştı gözüm. Herif normal haline dönmüş ve Zombi gözleriyle, boş boş bakınıyordu yine.
Ulan geberik... diye bağırdım. Ne bok yemeğe, ödül kazanmış on bininci müşteriymiş im gibi karşılamıştın beni? Kereste...
Yardım edersiniz diye sevinmiştim Aydın Bey... diyerek inledi. Hem durmadan kaş göz ederek, tehlike işareti vermiştim size...
Herifin, delimsek ve anlamsız hareketlerinin nedeni, buymuş demek...
Tehlike işareti öğle mi olur ulan?
Ne bileyim Aydın Bey? diye, içini çekerek sızlandı.Tanıdık birini görünce çok sevinmiştim zaten, iki saattir beni esir tutuyor bu gençler...
Sızlanırken bile suratı ifadesizdi herifin. Karısının üzerinde yer jimnastiği yaparken, nasıl bir şekil alıyordu acaba? Yardım isteme mantığına da, diyecek bir sözüm yoktu doğrusu. Boş verip, serserilere döndüm yine.
Evet, çocuklar. Nedir amacınız, hırsızlık mı?
Nereden çıkardın bunu? diye söylendi, kafamdaki tabancayı tutan. Hırsıza benziyor muyuz biz?
Aslında her bir boka benziyorlardı ama üstlerine gitmedim.
Ben de ona şaştım ya zaten, üstünüze başınıza ve dışarıdaki motorlarınıza bakılırsa, paraya da ihtiyacınız olmamalı hem...
yok, tabi. Bir kasa biranın parasını da, peşin vermiştik zaten...
Dürüstlüğünüzü kutlarım da, bu silah nedir peki?
Bize saldırdın ya amca... diyerek hırladı it. O sırada geberik bakkal,
Bana da silah çektiniz ama ne yapmıştım ki? diyerek araya girmişti.
Sen de, peşin parayla bile, bira vermek istememiştin... diyerek hırladı, az önce yakasına yapışıp havalandırdığım hayta.
Ama burada içeceğiz diye tutturmuştunuz, tam dükkanı kapatırken hem. Sizin yüzünüzden karım, meraktan ölmüştür şimdi.
Bildiğim kadarıyla, hortlak suratlı kocasını müşterilerin önünde bile tartaklamaktan geri kalmayan cadaloz karısı, kocası eve gelmedi diye meraktan değilse bile, sevinçten ölebilirdi ve bu da, geberik bakkalın pek hoşuna giderdi doğrusu. Onun için de bir şeyler daha söyleyecekken tam, engel oldum.
Her neyse, aile saadetinizin bir gecelik kesintisi, aşkınızı daha da büyütebilir, dert etme. Gelelim size çocuklar, artık biralarınızı da içtiğinize göre, evlerimize gidelim mi?
Olmaz... dedi tabancalı. Saldırın bizi daha da susattı, bira istiyoruz...
Anlaşıldı, hadi için o zaman.
Kafamdaki tabancayı tekrar böğrüme indirmişti. Sonra da silahını ve gözlerini benden ayırmadan geriye gidip, az önce kalktığı bira kasasına oturdu. Bakkal adam yerine konmadığı için, ona bakmıyorlardı bile.
Tartakladığım hergele iki bira açıp, arkadaşına vermişti birisini. Kendi şişesini ağzına dayayıp bir süre lıkırdattıktan sonra da bana dönüp,
Sen rakı alacaktın, değil mi amca? diyerek sırıttı.
Evet...
Bir ufak getirsene amcaya... diye seslendi bakkala. Başıma gelecekleri sezdim mi nedir, sessizce itiraz ettim.
Artık istemiyorum, teşekkür ederim.
İstersin, istersin... dedi diklenerek, sonra da bakkala emrini yineledi.
Getir çabuk...
Az sonra, Zombi nin tutuşturduğu ufak rakı elimde, serserilerin gözleri de üzerimdeydi. Bakkala rakının parasını verdikten sonra tabancalı it, silahlı elini sanki bir şişe kapağı açar mışçasına çevirerek buyurdu.
Haydi iç...
Şimdi mi?
Tabi şimdi, yoksa ne zaman olacaktı ki?
Evime gidince içerdim.
Saçmalama, iç hadi...
Rakıyı severim, hele havasına girdiysem değil bir ufak, iki büyüğe bile, bana mısın demem. Tabancaya ise içmem için değil, içmemem için gerek görülür herhalde ama yine de, bu şekilde içmeye zorlanmaktan, hiç de hoşnut değildim doğrusu.
İnce, uzun bardağının içerisine yarıya kadar ılık rakıyı doldurup, iki de buz attıktan sonra şıngır şıngır sallayarak beyazlaştırıp, kıvamına geldiğini anlamak için derin bir nefesle kokladıktan sonra da ağır ağır yudumlamak varken, hiçbir zevk almayacağımı bile bile şişeyi kafaya dikmek, işime gelmiyordu doğrusu.
Bardak ve buz rica edeyim o zaman... diye fısıldadım.
İç ulan... diye bağırdı, tabancalı hergele. Diğer hergele de,
Bardak ve buz istermiş... diye söyleniyordu. Meyhane mi ulan burası?
Soğuk bir şişe verin bari...
O olabilir bak...
Bakkalın görüntüsü her ne kadar ölü gibiyse de, servisi son derece hızlıydı doğrusu. Bir koşuda, soğuk birisiyle değiştirmişti elimdekini. Ne demeye acele ettiğini sorgularcasına, kötü kötü baktım suratına, sonra da şişeyi açıp iki yudum içtim.
Öyle değil... diye böğürdü, tabancalı it. Hepsini birden...
Ama...
Dik ulan...
İyi de canım, siz değil miydiniz, benim yaşımdakilerin fazla alkol almasının doğru olmadığını söyleyen?
Sana bir şey olmaz. dedi, havalandırdığım herif. Hayvan gibisin, hadi diple...
Yapılacak bir şey yoktu artık. Şişeyi kaldırıp, içimden de küfrederek, dikmeye başladım...
Boğazımın debisi hayli yüksek olduğu için, bir ufağı bitirmem fazla uzun sürmemişti ancak, ağzım ve midem arasındaki her yerden gelen yanma hissi ve gözlerimden akan yaşlar, bir hayli sürdü.
Vay bee... dedi heriflerden biri. Diğeri ise,
Biz de kendimizi bir bok sanıyorduk... diye söylendi. Sonra da,
Bir ufak daha... diye seslendi bakkala.
Yeter ulan ... diye bağırdım herife. Her ne kadar, bir gece sonrası tutsağıysam da, o kadar da değil artık. O şişeyi içerim ama kendi bildiğim gibi...
Gördün mü? dedi arkadaşına, tabancalı. Bir ufakla, aslan kesildi herif. Boşuna aslan sütü dememişler, bu merete. Tamam, iç bildiğin gibi hadi...
Heriflere bir süre kötü kötü bakarak, daha fazla dayılanabilmek için cesaret biriktirmeye çalıştıysam da, beceremeyeceğimi anlayınca vazgeçmiştim. Boş bira kasalarından birini altıma, birini de önüme çekerek, bakkaldan bardak niyetine bir şeyler, buz olmadığı için soğuk su, bir daha almamaya kararlı olduğum kötü beyaz peynirinden, bir paket nohut ve vitrinli dolabın köşesinden beni selamlayan kendi azığı domatesini istedikten sonra da, içkimi hazırlayıp yine bakkalın getirdiği sigaramı yakarak, zibidilere döndüm.
her şeye karşın, sağlığınıza çocuklar...
İkinci ufağı bitirdiğimde, kafam iyice çakırdı artık ve karşımda da, tabanca filan kalmamıştı. Serseriler, kim bilir kaçıncı biralarını bitirmiş, kıpkırmızı gözleri ve bir karış açılmış ağızlarıyla, beni dinliyorlardı. İçki üzerine, derin bir konferans veriyordum çünkü ve fena halde de, çenem düşmüştü.
Bakkal, kıç şeklinin kalıbı olan iskemlesinde uyuya kaldığı için, üçüncü ufağımı gidip, kendim getirdim. Bardak niyetine kullandığım küçük kavanozda rakımı hazırlayıp yudumladıktan sonra da,
İçki, başlı başına bir kültürdür çocuklar... diye mırıldandım, baygın gözlerle beni izleyen az gelişmiş teröristlere. Ne bok yemeye, bu anlamsız içki ortamını planladığınızı bilmiyorum ama öfkeden veya kederden içmeyeceksiniz asla. Keyiften de... Kısacası, içmek için hiçbir bahaneye sığınmayacaksınız. Sadece ve sadece, içmek istediğiniz için içeceksiniz. Ama bu istek mesajının da, beyninizin doğru bölümünden geldiğine, emin olmalısınız.
Neresi o doğru bölüm ? diye sordu birisi. Nasıl anlayacağız?
Pek kafanızı yormayın siz, beyni olanların sorunu o...
Yeter artık, vur şu herifi... dedi diğeri, soruyu sorana. İyi ama tabanca onda değil miydi zaten? Belki ikisi de tabancalıydı, ne bileyim...
Vurun ulan... diye bağırdım, bağrımı açmaya çalışırken.
Üzerimdeki eşofman, filmlerde gördüğüm kahramanca sahneyi yinelemek için uygun değildi yazık ki. İki yana çekiştirerek yırtmayı da beceremeyince, eteğinden kaldırarak kafama geçirince aça bilmiştim ancak, göğsümü.
Hadi, vurun ulan...
Ne yaptım, niye vuruyorsunuz? diyen sızlanışı duyulmuştu bakkalın.
Kafamdaki eşofmanı indirip, korkuyla açılmış gözlerine bakarak tersledim,
Yat ulan yerine...
Anında, uyur durumuna dönmüştü herif. Serseriler ise, bir hayli ürkmüş gözlerle, bana bakıyorlardı. Cesaretlenerek, dişlerimin arasından hırladım,
Sizi zibidiler sizi, kiminle içtiğinizi sanıyorsunuz ulan? Ben, Cellat Cafer'e kafa tutmuş adamım bee. Size mi pabuç bırakacağım?
Kim bu, Cellat Cafer? diye sordu birisi. Gözlerim gözlerinde, pis bir şekilde sırıtarak söylendim.
Anlatacağım, meraklanmayın. Ben anlatırken uyuyanın, canına okurum ama...
Yirmi seneden fazla oluyor, ben de yirmi veya yirmi bir yaşımdaydım. İstanbulda, Üniversite öğrencisiydim o zamanlar...
Hiç görmemiş ve sadece övgüsünü duymuş olanların bile tutkunu olduğu o koca kent, beni hiçbir zaman tavlayamamıştır nedense. Bütün güzelliğine, büyüleyiciliğine ve görkemine karşın...
Gece bölümünde okuduğum için açabildiğim ve para kazanma fırsatı bulduğum hediyelik eşya atölyemde çalışmam gerektiği halde, birkaç günlük tatillerde bile hiç üşenmez, hemen Antalyaya koşardım. Hele de, yaz tatillerinde...
Tabi o tarihlerde Antalya'nın ağzına, henüz sıçılmamıştı. Birileri, boklarını oraya buraya öbekle meye çalışıyorlarsa bile hala saf, tertemiz ve en önemlisi de, çelişki sizdi. Cellat Cafer gibiler i saymazsak tabi...
Her neyse, az önce de dediğim gibi, yaz aylarında daha bir keyifle koşardım Antalyaya. Çünkü kendisini soyunun son Leventi olarak gören babacığımın, Kaptanıderyalık duygularının tatmini için yaptırdığı fakat bana aktardığı korsanlık genlerinden dolayı doğru dürüst kullanma fırsatı bulamadığı, dokuz metrelik, kamaralı, ahşap bir tekne bekliyordu beni, Antalyada...
Her ne kadar babam ondan, -yat- diyerek söz ediyor duysa da, batmamaktan başka pek bir özelliği olmayan, sıradan bir tekneydi aslında. Ama severdim onu...
Çatlak distribütör kapağının bir yedeğinin bulunmamasına, karinasındaki su seviyesi otuz santimin altına asla inmemesine ve beni kerelerce denizin ortasında dımdızlak bırakmasına karşın, severdim onu...
İşte o yaz da Antalyaya gelir gelmez, bütün kış çekildiği kızakta beni bekleyen tekneyle ilgilenmeye başlamıştım hemen. İki hafta boyunca, bakım, onarım ve boya işleriyle uğraştıktan sonra da, ver elini deniz...
Gazipaşa ile Kaş arasındaki tüm koylarda, kerelerce demirlemiş imdir herhalde ama en çok, Kemeri severdim. Gerçi maceracı yapım kıyıdan giderek iki, iki buçuk saatte ulaşılan Kemerden çok daha ötelere yol almamı öneri yorduysa da, orada bir kaç hafta kalmadan, yapamazdım
Haksız da değildim ama narenciye bahçelerinin arasında kaybolmuş evleri, denize uzanan daracık yolun iki yakasına paylaştırılmış birkaç dükkanı, kocaman bir çınar ağacının altındaki biricik kahvesiyle, o kadar şirin bir yerdi ki Kemer. Turizm keşfedilip de isteri halini aldıktan sonra, oranın da ağzına sıçıldı yazık ki...
Kemerde konaklamamım, çok sevmemin dışında bir nedeni daha vardı. Kıyıya indiğiniz zaman birkaç yüz metrelik yürüyüşün sonrasında karşınıza çıkan küçücük ve olağanüstü güzellikteki koyu ve bu koyun neredeyse üçte birini kapsayacak şekilde ağaçların arasına saklanmış, İtalyan tatil köyü...
Tatil köyünün beni ilgilendiren tarafı ise, köy konuklarının çıplaklar kampı olarak kullandıkları Phaselise gitmek için teknemi kiralayacak ekabirleri ve itiraf etmeliyim ki, kaçamak fırsatlarını en iyi şekilde değerlendirebilen dilberleriydi.
Her ne kadar, tatil köyüne denizden bile yüz metreden fazla yaklaşamayan Antalyalı hovardalar, koyu Katolik İtalyan güzellerinin yabancılara asla yüz vermediklerini söyleyerek avunuyorlardıysa da, bir önceki yazdan iyi biliyordum ki, teknemin küçücük güvertesinde çırılçıplak soyunup güneşlenen güzellerin koyu olan tek yerleri, güneşten iyice kararmış, tenleriydi galiba.
Kısacası, hem kadınlar hakkında bilgi ve görgümü artırmak, hem de Marmaris'e yapmayı planladığım gezi için para biriktirmek amacıyla, bir kaç haftalığına Kemer'e demirlemiş tim yine...
İlk iki haftam, özellikle para açısından son derece bereketli geçmişti. Tatil köyünün, her sabah tıkış tepiş doldurulup Phaselise yollanan kocaman teknesini kullanmak istemeyen ekabirlerin çokluğu ve kiralanabilecek tekne sayısının azlığı yüzünden, müşterisiz kalmamıştım hiç...
Hemen her gün, teknemi kiralayan birkaç İtalyanı soyunup dökünebilecekleri ıssız kumsallara götürüyor, onlar yüzüp oynaşırken, bir dolu balık avlıyor, kaptanlıktan aldıklarımın dışında avladığım balıkları da lokantacılara satarak, bok gibi para kazanıyordum.
Hemen her gece de, bütün gün önümde çırılçıplak dolaşıp, en ufak bir umut bile vermeyen İtalyan dilberleri düşünerek sığır gibi içiyor ve sızıp kalıyordum. Teşhirci bir rahibe kafilesine mi denk gelmiştim, nedir?
Erken uyandığım bir sabah, yeterince para kazanıp gereğinden fazla zaman harcadığımı düşünerek, Marmaris'e hareket için hazırlıklara başlamıştım artık. Bir gün önce, azgın bir Akyanın koparıp gittiği oltanın kaşığını yeniledikten sonra da tam demir alıyordum ki, kıyıdan birileri seslendi birden. Müşteri çıkmıştı yine...
Hiç şansınız yok... diye söylendim. Hem kaptan, hem de müşteriyim artık...
Arka dubadaki halatı toplamış ve kıyıdaki babaya bağlı olanı çözmek için, halata asılarak tekneyi kıyıya çekiyordum ki, kendilerini almaya geldiğimi sanarak sevinçle el çırpmaya başlamışlardı.
Gezdirdiğim İtalyanlardan öğrendiğim birkaç kelimenin dışında İtalyanca bilmediğim gibi, konuştuğumun dışında dil de bilmiyordum zaten ve genellikle el, kol hareketleri ile oluyordu anlaşmamız. Kendileri için gelmediğimi işaret diliyle nasıl anlatacağımı düşünürken, daha iyi görmemin gerekebileceği kaygısıyla, dümen kutusunun üzerindeki gözlüğümü takmıştım. Ama sahilde el sallayıp duranlardan birisini daha iyi görünce de, Kemerden ayrılmaktan vazgeçivermiştim birden...
Altı kişilik ailenin tekneye çıkmalarına yardım ederken gözlerimi, en büyük çocukları olan güzellikten ayıramıyordum. Ve o güzellikte, en az öpülesi dudakları kadar gülümseyen, inanılmaz lacivert gözlerini, sanki benden ayıramıyordu bir türlü...
Son derece gürültücü bir aileydi müşterilerim. Teknenin motoru hayli sessiz olmasına karşın, burunda oturan anne ve dümen kutusunun yanındaki baba, zaten dokuz metrelik teknenin yarı boyutunda öylesine bağırarak konuşuyorlardı ki, birkaç yüz metre ötedeki kıyıda İtalyanlar varsa eğer, onları duyup anlıyordu herhalde. Ama ben, kulaklarım neredeyse patladığı halde, hiç bir şey anlayamıyordum tabi ki...
Çocuklarının da kalır tarafı yoktu. Kamaranın üzerinde yan yana oturmuş baygın gözlerle denizi seyreden ikisi, o kadar bağırarak sohbet ediyorlardı ki, konuştukları şey doğanın güzelliğiyse eğer, güzel olduğu için pişmanlık duyuyordu mutlaka doğa...
Bir tek, o gözümü ayıramadığım, en büyük çocuklarının sesi çıkmıyordu. Böylesi gürültücü bir aile de, nasıl bu denli sessiz olabildiğini, herhalde Angut gibi baka kaldığım için, uzun bir süre anlayamamıştım. Annesinin, yanına gelerek omzunu dürtüp, kızının kendisine bakmasını sağladıktan sonra hiç bağırmadan, hatta neredeyse sesini bile çıkarmadan, sadece dudak hareketleriyle konuşmasından sonra fark edebilmiştim, o müthiş güzelliğin, sağır ve dilsiz olduğunu...
Ailenin sanırım hepsinde de, genetik bir işitme sorunu vardı ve o yüzden, bu denli bağırarak konuşuyorlardı. Güzellik ise, hepten yoksundu bu duyulardan...
Bir ara babaları bana doğru bağırarak kıyıda bir noktayı işaret ettiğinde, orada konaklamak istediklerini anlamıştım. Gösterdiği yöne doğru dümen kırdım ve minicik koya girerken de, hepsi birden suya atladılar. Demirledikten sonra ben de, buzlukta sakladığım yemleri çıkararak, balık avlamaya koyulmuştum...
O gece, avladığım balıklardan kendime ayırdığım birkaç tanesini yerken, sadece su içiyordum. Roseali, alkole gerek bırakmayacak kadar sarhoş etmişti beni çünkü...
Rosalie, buydu adı, ailesi öyle sesleniyordu ona. Göz göze geldiklerinde ve bütün gürültücülükleri ne karşın, neredeyse hiç sesleri çıkmadan. Rosealide, bütün sevecenliğiyle gülümsüyor, hep gülümsüyordu
Hele dilsiz olduğunu anladığımda, daha da tutulmuştum Rosalieye. Ne tür bir duygusallıktan kaynaklandığını bilmiyorum ama o tarihlerde henüz, kadınların gereksiz gevezeliklerinden yakınacak denli deneyimim olmadığına göre, suskun bir kadınla geleceği paylaşmanın ileri görüşlülüğünden olmadığına da, eminim
Öylesine güzeldi ki, henüz on yedi, on sekiz yaşında olmasına karşın, otuz yaşında mışçasına kadınlaşmış vücudu, neredeyse yarı beline kadar uzanan koyu kestane gür saçları, minicik kalkık burnunun altında sanki öpülmek için titreşen dolgun dudakları, müthiş seksapeli ve davetkar tavırları ve hepsinin karşısında da, benim iyice depreşen abazanlığı m...
Ama bunların hiçbiri beni gözlerinden, o inanılmaz güzellikteki koyu lacivert iri gözlerinden, ayıramıyordu bir türlü. Aşık olmuştum...
Aşk denilen olayın, karşı cinse duyulan zapt edilmez ilgi olduğunu biliyor duysam da, bu abartılmış ilginin aslında, karşılıklı her türlü alışverişin uzun ömürlü olmasını sağlamak amacıyla beynimizin kullanılmayan bölümlerinde hazırlanan bir strateji olduğunu, henüz bilmiyordum yazık ki.
O nedenle de, bana duyduğu ilgiyi göz göze geldiğimiz andan beri gizlemeyen ve sonraki günlerde de her fırsatta birlikte olduğum Rosalie ile ilişkimiz, uzun doğa yürüyüşlerimizde el ele tutuşmak, her fırsatta öpüşmek ve masum oynaşmalar dan, pek ileriye gidememişti yazık ki
Artık tek müşterim, Rosalienin ailesiydi. Teknemi her gün kiralamasalar da ne başka müşteri kabul ediyor, ne de artık pas vermeye başlayan diğer kadınlara, bakıyordum.
İçimden gelmediği gibi, vakitte bulamıyordum bunlara zaten. Uyku saatleri dışındaki hemen her anım, Rosalie ile birlikte geçiyordu çünkü. Ona sarılıp uyumayı, öylesine istiyordum ki oysa!
Kızlarına sarılıp uyuma fırsatı vermedikleri için ne kadar bozulur sam bozulayım, hoş görülü bir ebeveyni vardı Rosalienin. Kiraladıkları teknemle onları gezdirirken gizleme gereği duymadığımız flörtümüze seslerini çıkarmıyor, gezi yapmadıkları günlerde de, neredeyse sabahın köründen gece yarılarına kadarki zamanı birlikte yaşamamıza, izin veriyorlardı. Ne denli armut bir herif olduğumu anlamış ve kızları için bir tehlike oluşturmaya cağımı, fark etmiş olmalıydılar.
Dudak hareketlerini okumayı biliyordu Rosalie. Bir de, el ve parmak hareketleri ile yapılan işaret dilini. Dudaklarımı, onun anlayacağı kıpırtılarla oynatamadığım, işaret dilinden de hiç anlamadığım için, derdimi anlatabileceğim resimleri çizebilmek amacıyla, koca bir bloknot taşıyordum yanımda.
Çizdiğim resimlerle derdimi anlatırken bol bol güldürmenin dışında, balık tutmayı öğretmiştim ona. Misina bağlamayı, kayalardan Badalon toplamayı, onları bütün olarak oltaya takabilmeyi, boklu balık pişirmeyi, yıldızlara bakarak yön bulmayı, saman yolunun içerisinde kaybolup gidebilmeyi ve bol soğanlı, çoban salatasını...
O ise, sadece sevmeyi öğrete bilmişti bana. Hıyarlaşma derecesinde, sevmeyi...
Hıyar lığın hiçbir türü, zamanı durdurmaya yetmediği için de, on beş günlük tatillerinin, dibine gelinmişti tabi sonunda
Son gecemizi, Kemer koyunun yarım daire kumsalını kerelerce adımlayarak ve ardımızda kalan ayak izlerini minik dalgaların silmesini izleyerek geçirmiştik. Gece yarısı ve ayrılık zamanı yaklaştığında da olduğumuz yerde kucaklaşarak, belki yarım saat öpüşmüştük. Daha sonra da, pek de uzun ömürlü olmayan ayak izlerini ardında bırakarak yine kumsaldan, tatil köyünün yolunu tutmuştu Rosalie.
Olduğum yerde çöküvermiş tim ben de, gidişini izlerken. Görünmez olmasından sonra da, dalgaların ne yapacağını hiç umursamadığım göt izini geride bırakarak, tekneme döndüm...
Oldum olası, rahatına düşkün bir herifimdir. Biraz da, tembel galiba. Kemerin küçük ve güvenli koyu bakkal, manav, çeşme gibi yerlere azıcık uzak düştüğü için, şimdiki Marinanın olduğu denize açık kısımda demirlerdim teknemi.
Kıyıdan elli metre kadar açıkta ve yedi, sekiz kulaç derinlikteki kayaya sağlam bir halat bağlamış, ucuna da halkalı bir şamandıra takmıştım. Kumsaldaki kocaman bir kayada da, çelik kablolarla deli bağlar gibi sabitlediğim ikinci bir halka vardı ve tabi ki, upuzun da bir halatım...
Bir ucunu teknenin burnundaki babaya sardığım bu halatı, yine teknenin burnu ve kıçındaki iki halkadan geçiriyor, şamandıra ve kıyıdaki halkalardan da geçirdikten sonra boştaki ucu, bu sefer kıçtaki babaya sarıyordum. Bu şekilde kıyı ile şamandıra arasında askıya aldığım tekneyi istediğim yöne çekerek sabitleyebiliyor ve keyfime bakıyordum. Fırtınalı havalarda, koya gitmek koşuluyla tabi...
Kıyıdaki çekme halatının düğümünü çözüp tekneyi karaya çekerken, Rosalieyi düşünüyordum hep. Onları hava alanına götürecek tatil köyünün otobüsü, sabah dokuzda hareket edecekti ve vedalaşmadan önce, belki on beş, yirmi dakika, baş başa kalabilecektik ancak
Yazışma adreslerimizin değiş tokuşunu, son ana bırakmıştık. Mektup yazmayı hiç sevmediğim gibi, onun gönderdiklerini tercüme ettirme derdi vardı bir de. Neyse, gönderdiklerim de resimler yapar ve onu tercüme derdinden kurtarırdım, hiç değilse.
Çocukluğumdan bu yana toplayıp biriktirdiğim bir dolu deniz kabuğunun en güzellerinden özene bezene yaptığım kolyeyi ise, son öpücüğümün öncesinde takacaktım, o güzel boynuna...
Teknemi karaya getirdikten sonra üzerine çıkmış, şamandıraya doğru çekerek askıya almış, arka güverteye de ince şilteyi sermiş uyumaya hazırlanıyordum ki, susayasım tuttu birden. Kamaraya girip buz sandığındaki tüm şişelerin boş olduğunu görünce de, karaya çıkıp su doldurasım...
Tekneyi bağladığım yerin tam karşısındaydı, Pis Murtaza'nın lokantası. Otuz, otuz beş metrelik kumsalı yürüyüp, beş, altı metrelik kum tepesini de aştıktan sonra, köy ile koy arasındaki daracık toprak yola çıkılırdı. İşte o yolun diğer tarafında da, Pis Murtaza...
Avladığım balıkların çoğunu, ona satardım. Kendi yiyeceğim balıkları ayırmayı unuttuğum, pişirmeye üşendiğim veya yemek yapmak istemediğim zamanlarda da, dünyanın parasını vererek, yine onda doyururdum karnımı. Ama en önemlisi de, onun tulumbasından doldururdum suyumu...
Hiçbir tavuğun yumurtlamak istemeyeceği türden bir folluk görünümündeki saçların altında, yok sayılabilecek darlıkta bir alın, alının olması gereken yere gömülmüş çipil gözler, suratın ortasında anlamsız bir boşluk bıraktıktan sonra oluşmuş kocaman ve sulak bir burun, dili sürekli dışarıda olduğu için açık kalmış çamaşır çekmecesini çağrıştıran, saçma sapan bir ağız...
Bu kadarı yeter herhalde, Pis Murtaza'nın ne denli şekilsiz bir adam olduğunu anlatmaya. Kalanının da farklı bir tarafı yok zaten. İncecik ve kısa bacaklar, yine incecik ve bu sefer upuzun kollar, bu garip uzantıların köklendiği kalas gibi bir gövde, annelerinin peşinden koşturup duran altı tane çocuğu, ne tür bir pozisyonda oluşturabildiğini düşündürecek kadar da, anormal bir göbek...
Görünüşü kadar, kişiliği de bozuktu Murtaza'nın. Adının önündeki -pis- sıfatını bu yüzden mi, yoksa leş gibi koktuğu için mi koymuşlar bilmiyorum ama pek de şikayetçi değildi galiba. Çünkü leş gibi masalarına oturtmayı başardığı İtalyanlara avladığım mis gibi balıkları, en son ne zaman yıkandığı belirsiz elleriyle servis yaptıktan sonra karşılarına geçer, üç kuruşluk İtalyancasıyla dünyanın en büyük aşçısı olduğunu söyledikten sonra da göğsünü gere gere, -Pis Murtaza- diye tanıtırdı kendisini.
Benden aldığı balıkları tartarken hile yapan, parasını öderken mutlaka borç takan, elinde kalan balıklar bayatladığı zaman suçu bana atan, lokantasının önünden geçerken müşterim olan turistler için bile komisyon almak isteyen, her yönüyle rezil bir herifti, Pis Murtaza. Yine de katlanırdım ona. Onunkinden sonra en yakın su kuyusu, bir kilometre uzaktaydı çünkü...
Tulumbadan su bidonu mu doldururken, ahşap direkler ve üzerine tutturulmuş hasırlardan oluşan çardak lokantanın, sadece bir masası doluydu. Oturan üç kişiden birisi de Murtaza'ydı zaten ve beni görünce elini sallayarak selamlamıştı. Ben de ona el salladım.
Çardağın hemen bitimindeki, ön kısmı mutfak olarak kullanılan evin arka odalarından gelen, itişip kakışan çocukların ve artık uyumalarını söyleyerek onları azarlayan annelerinin sesi, Pis Murtaza'nın karşısında oturan bembeyaz saçlı herifin beni çağıran boğuk sesiyle karışmıştı. Duymazdan geldim o yüzden.
Baksana delikanlı... dedi bir daha, yine duymadım.
Sana söylüyorum oğlum, heyy gözlüklüüü. Sağır mısın ulan, dört göz?
On iki yaşımdan beri kullandığım gözlüklerimi bir organım saymama karşın, dört göz denmesine sinir olurdum o zamanlar. Artık dolmuş olan bidonun kapağını kapatırken, öfkeyle bağırdım.
Ne var bee?
Tatlı tatlı gülümsemeye başlamıştı herif. Sonra da çok yumuşak bir sesle,
Buraya gelir misin lütfen. dedi. Rica ediyorum...
Yılan mıyım neyim? Tatlı dili duyunca yumuşamıştım. Elimdeki bidonu yere bırakıp, masaya doğru seğirttim.
Geldim işte, evet?
Zil zurna sarhoştu, kaymış gözleriyle bana bakmaya çalışan ellili yaşların ortasındaki ihtiyar ve sanki sızmamak için, direniyordu. Adamın diyeceklerini beklerken, Pis Murtazaya dönmüştü birden.
Buzu muz bitmiş ulan Pis, getirsene.
Derhal abi... diyerek fırlamıştı Murtaza ve ihtiyar da, bana döndü tekrar.
Otursana delikanlı.
Oturmayayım... diye mırıldandım. Sabah erken kalkmam gerekiyor.
Sağ kolunu dayadığı iskemleyi, dikdörtgen masanın dar kenarına doğru sürdü.
Hadiii, geç bakayım şöyle, başköşeye.
Gerçekten de, uyumalıyım. Kusura bakmayın
Pis Murtaza, kendisi kadar pis bir tabağın içindeki buzlarla geri gelmişti. Kalıptan kırma buzlara bir süre dalgın dalgın bakan ihtiyar, irilerinden bir tanesini avuçladı ve ense siyle, kulaklarının arkasına sürmeye başladı.
On beş, yirmi saniye içerisinde bakışları değişmişti herifin. Nasıl becerdiyse, ayılmıştı birden. Avucundaki buzun kalanını fırlatıp attı, elindeki suları suratına doğru serpiştirdi sonra da, temmuz sıcağında ne bok yemeğe giydiğini anlamadığım kadife ceketinin omzunda, kuruladı elini. Daha sonra da,
Dinle şimdi... diyerek, yarı dolu kadehini avuçlayıp dipledi ve artık normal bakan küçücük yeşil gözlerini bana dikerek devam etti.
Kafası çalışan birine benziyorsun delikanlı.
Teşekkür ederim.
İltifat değil bu... diye mırıldandı. Sonra da Pis Murtaza ve diğer adamı işaret ederek devam etti. Bu dangıllar beni asla anlayamaz ama sen anlarsın, hadi bırak inadı da, otur şöyle.
Pis Murtazadan farklı bir kefeye konmam, hoşuma gitmişti doğrusu. Direnmeyi bırakıp, gösterdiği iskemleye oturdum.
Ne içersin? diye sordu, oturur oturmaz da.
Böyle olacağı belliydi, o yüzden oturmak istememiştim ya zaten. Gecenin ileri bir saatinde anlaşılma derdindeki zil zurna bir ihtiyarın, kendisini anlamasını beklediği kişinin de sarhoş olmasını istemek, en doğal hakkıydı. Seçimi yanlıştı ama sabah buluşacağım sevgilimi ve bir an önce yatmam gerektiğini düşünerek, itiraz ettim.
Birkaç dakika oturabilirim ancak, almayayım.
Bir duble rakı da almaz mısın?
Hayır, teşekkür ederim.
Bir tek iç bari...
Olmaz...
Ters, ters bakmaya başlamıştı. Ne zaman yenilediğini bilmediğim rakısını gözünü benden ayırmadan yarıladık tan sonra da,
Amma da nazlıymışsın haaa... diye söylendi. Yeni gelinleri geçtin ulan!
Fena halde sinirlenmiştim. Bir süre, tombul yanaklarının ortasına sıkışmış yayvan, minik bununa kafa atmakla, yayılarak oturduğu iskemleden dışarı taşmış, açık bacaklarının arasındaki hassas bölgeyi tekmelemek arasında, düşünüp durmuştum. Derken ikisinden de vazgeçip, ayağa kalktım.
Senin tadın kaçtı amca, haydi iyi geceler...
Yerinden fırlayıp, karşıma dikilmişti adam. Ancak omzuma gelen bir ihtiyarın boğuşmak isteyebileceğini düşünmediğim için, derdinin ne olduğu merakıyla, aptal aptal bakınıyordum.
Herif, eski ve ünlü bir pehlivan olmasın sakın? diye söylendim içimden. Yirmi sene öncesinin Antalya'sında orta yaşı geçmiş erkek nüfusun herhalde on da biri, pehlivan eskilerinden oluşuyordu ve ben de, üzerimdeki dar Bermuda şortla kispetini kuşanmış, ustasına meydan okuyan çömezler gibi dikiliyordum, herifin karşısında...
İhtiyar, kadife ceketinin tümü de ilikli düğmelerini, aşağıdan yukarıya çözmeye koyulduğu zaman, yayıla bileceğimiz çayır çimen aranmaya başlamıştım. Kumdan başka bir şey olmadığı gibi, herifin de güreşmek gibi bir niyeti yoktu zaten...
Masanın ortasındaki kayık tabakta uzanan, neredeyse iki kiloluk Gridanın, birkaç gün önceki bereketli seferimin avlarından olduğuna, hiç kuşkum yoktu. Yine bir kayık tabağa oturtulmuş ve yenecek yeri kalmamacasına yakılmış Istakozun, alevli servis amacıyla Pis Murtaza'nın motosikletinden çekilmiş, yağlı benzinle tutuşturulduğu na da...
Ama nedense, suratıma doğrultulmuş koca tabancanın arkasındaki deli bakışlı ihtiyarın, tetiği çekebileceğinden, kuşkulanmıştım doğrusu. Delikanlılık cesareti mi, yoksa aptallık mı bilmem, herifin gözlerine bakarak, öylece dikiliyordum. Yerime oturmazsam, beynimi dağıtacağını söylemesine karşın...
Ne olur, dinle onu... diyerek yalvaran, ağlamaklı sesini duymuştum, masanın diğer ucunda oturan Pis Murtaza'nın. Sağımda oturan ve henüz suratına bile bakmadığım diğer herif ise,
Dediğini yapar... diye inleyerek, paçamı çekiştiriyordu.
Korkmak için bahaneye sığınma gereği görmüş olmalıyım ki, Rosalie geldi birden aklıma. Yanımda olsa, ne yapardı acaba? Haykırırdı herhalde. Güzel dudaklarını alabildiğine ayırıp, hiçbir şey söyleyemeyen sesiyle, haykırırdı. Ben de, sesinin neye benzediğini öğrenirdim böylelikle...
Rosalie yanımda değildi yazık ki ve daha fazla da bakamamıştım, ihtiyarın kan oturmuş aklarının içerisinde demirli, küçücük yeşil gözlerine. Aniden başlayıp bütün vücudumu saran titrememi belli etmemeye çalışarak, usulca çöktüm iskemleme.
Hah şöyle... dedi ihtiyar da, yerine oturup, tabancasını elinin altında olacak şekilde masaya bırakırken. Sonra da Murtazaya döndü,
Hadi bakalım Pis, tazesinden bir şişe kap gel, delikanlıya
Hiçbir müşterisine, bu denli canla başla hizmet ettiğini görmemiştim, Pis Murtaza'nın. Kakalaya cağı yüksek hesap veya alabileceği bol bahşiş değil de, masanın üzerinde uzanmış yatan koca tabancanın göt korkusu olmalıydı, bunun nedeni. Beni lök gibi yerime mıhlayan, başka bir şey miydi sanki?
Ama yine de yaranamamıştı, koşa koşa gidip elindeki ufak şişe ve bir karış dışarıda ki diliyle, yine koşa koşa dönen Murtaza.
Ulan, dingilsiz Pis... diye bağırmıştı çünkü ihtiyar. Deve kadar herifin, bir ufak neresine yeter. Beyinsiz?
On beş saniye sonra büyük rakı önümde, kocaman dili bir daha sanki yerine dönmeyecek mişçesine sallanıp duran Murtaza ise, ihtiyarın önünde bir tür saygı duruşundaydı. Ufak bir baş hareketiyle yerine oturması buyurulunca, sığıntı gibi ucuna tutunduğu iskemlesine ilişti yine.
Her dediğinin yerine getirilmesinden sanki hoşnutsuz görünen yaşlı despot da, bir süre daha ters ters lokantacıya baktıktan sonra hiçte sahte olmayan bir gülümsemeyi suratına yerleştirerek, bana döndü sonunda.
Şunu iyi belle delikanlı... diyerek mırıldanmıştı, uzanıp aldığı boş bir kadehi, yarısına kadar rakıyla doldururken. Buz koyacağın rakı, asla soğuk olmamalı. Bir boka benzemez yoksa...
Bana hazırladığı rakı herhalde soğuk değildi ki, kırma buzlardan irice iki parçayı içerisine atarak, önüme bıraktı kadehi. Ben de, her fırsatta ziftlendiğim güzelim rakıya kötü kötü bakarak, su şişesine uzandım.
Olmaaazz... dedi ihtiyar. O rakıya su konmaz.
Ama ben susuz içemem ki... diye sızlandım.
Buz var ya işte...
Rakı beyazlanmadı bile daha ama...
Uzatma len... diye terslemişti herif. Biraz sallar, biraz bekler, eritirsin buzu.
Yaptım dediğini. O da, sabırla beni beklemişti. Sonra da kaldırdı kadehini.
Haydi bakalım delikanlı, sağlığına...
Belki bir saat boyunca, doğduğu köyden ve güttüğü hayvanlardan söz etmişti. Davar gütmenin tüm inceliklerini kavramak üzereydim ki, askerlik yaşı geldi herifin. Yarım saatte o sürmüştü...
İstanbul yakınlarındaki askerliğinden sonra, köyüne dönmek istememiş, geri zekalı! Büyük adam olma yolunun büyük şehirden geçtiğine inandığı için de sığır, yerleşmiş oralara.
Büyük adam olma uğruna önce hamallık, sonra çaycı çıraklığı, daha sonra da işportacılık yapmış. Böyle kıytırık mesleklerle büyük adam olamayacağını anlayınca da, eski mesleğine dönmeye karar vermiş. Yani, güdücülük...
Öyle ya, ha hayvan gütmüş sün, ha insan. İkisinde de temel kural, caydırıcılık değil mi? Yardımcı çobanlarını çevresinde toplayıp, zorbalıkla oluşturduğu ilk başlardaki küçük sürüsünden, haraç toplamaya başlamış ve gün geçtikçe de, büyütmüş sürüsünü...
Başlarda iyi gidiyormuş işleri, epey dünyalık yapmış. Ama güdücülüğün ikinci ve en önemli temel kuralını bilmediği için, başka çetelerle başı derde girmiş sonradan.
Oysa iyi bir güdücü olsaydı eğer, sürüsüne karşı birinci kural olarak caydırıcılığı uygularken, sürünün de zaten pek çok konuda caydırılmaya gerek duyduğunun farkında olduğunu görür, kendiliğinden keşfederdi ikinci kuralı. Hatta sorsa, sürüsü bile öğretirdi ona...
Kural iki: Sosyal olmak koşuluyla, hangi canlı türünden olursa olsun her sürü, sürü olduğunun bilincindedir ve güdücülerini benimseyip benimsememe özgürlüğüne sahiptir. İyi bir güdücü, onların seçimi olduğu duygusunu yaşatır sürüsüne. Bu aslında, doğrudur da. İşine gelmeyen güdücüyü sürüsü, zaten pek çok heveslisi olan bu mevki adaylarından birisiyle işbirliği yaparak, indiriverir yerinden. Onun için de güdücüler sık sık değişir ama sürü, hep aynı sürüdür...
Gece belası ihtiyarın kafası pek çalışmadığından olsa gerek, çabucak alaşağı edilmiş sürüsünün başından. Sürünün yardım istediği rakip çetenin silahşorları, bir gün kuytuda kıstırıp, basmışlar kurşunu.
Şanslıymış yine de. Orasına burasına madalya gibi kondurulmuş on iki tane delik ve ömür boyu aksayacak bir bacakla, dört ay sonra çıkmış hastaneden.
Yeni güdücülerinden daha da hoşnutsuz olan sürü, yeniden başlarına geçmesini önermişse de sonradan, gururu bedeninden çok daha fazla yara alan ihtiyar,
Benden çok daha kötülerine layıksınız, beter olun inekler... diyerek kabul etmemiş ve doğup büyüdüğü yerlere en yakın kent olan, Antalyaya yerleşmiş.
Anlattığına göre, ikinci dünya savaşı sonrasının Antalya'sı, savaşmadığımız savaşın bütün sıkıntıları ülkeyi kaplamışken, saklandığı dağların ardında en az yarayla o dönemleri atlatan, yirmi, yirmi beş bin nüfuslu, küçücük bir kent.
Elinde kalmış üç kuruş parası ve eski birkaç arkadaşının yardımıyla, küçük bir manav dükkanı açmış. Kabadayılık günlerinin deneyimini manavlık la birleştirince de, kısa sürede kabzımal oluvermiş. En sonunda da, zengin. Yani, büyük adam...
Herifin büyük bir zevkle anlattığı hayat hikayesini dinlerken, hem içimden gelmişine geçmişine sövüp saymış, hem de durmadan içmiştim. Artık saat, herhalde gecenin üçüydü ve ben de, koca yetmişliği devirmiş zoraki bir sarhoş...
Pis Murtazadan bir büyük daha isteyip,
Eee? diyerek sordum ihtiyara. Yaşam öykünü dinlemeye değer bulacak kimse olmadığı için mi, fırsat bu fırsat deyip, gecenin yarısından sonra su doldurası tutan bir şaşkını, esir aldın yani?
Fena kızmıştı herif, zaten kırmızı olan suratı iyice kızarmış, burun delikleri hırsla açılıp kapanıyor, kan kuyusu gözleri ise, milim kıpırdamadan bana bakıyordu. Sonra da tabancasını kaldırıp, alnıma dayadı.
Benimle nasıl konuşuyorsun ulan it? Benimle, Haysiyet Caferle. Puşt...
Sarhoş olduğum zamanlar, Battal Gazi ile Mevlana arası, acayip bir tip olur çıkarım. Beynimin, zaten normalden daha düşük olan çalışan kısmının onda dokuzu tatile girdiği için korkusuz, geriye kalana da yapacak iş kalmadığı için, hümanist...
Demek adın bu... dedim, tokalaşmak amacıyla elimi uzatırken. Memnun oldum, ben de Aydın...
Aptal aptal bakınıyordu adamcağız. Ne yapacağını bilmez bir şekilde ve tabancasıyla birlikte, Pis Murtaza ve diğer adama dönünce, ikisi birden korkuyla yere atmışlardı kendilerini. Bir süre sırıtarak onları izledikten sonra da, tabancayı sol eline aktararak bana döndü ve elimi sıktı.
Ben de memnun oldum...
Şu silahı kaldır artık, Haysiyet Cafer amca. Sonra da anlat bakalım, gecenin bu saatinde, seni anlayacak birisine gerek gösteren, derdin ne?
Elindeki alameti masaya bırakarak, derin bir iç çekmişti. Kadehini ağır ağır yudumlayarak bitirdi, yeniden doldurdu, uzunca bir süre masanın ortasındaki Istakoz şeklindeki kömürle bakıştı, sonra da küçük, tombul parmaklı ellerini yüzüne kapatarak, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Her ne kadar, artık beyni dumura uğramış tepkisiz bir sarhoşsam da, o kadar da duygusuz değildim, üzülmüştüm doğrusu. Omzunu ovuşturarak sordum,
Nedir derdin Cafer amca? Anlat hadi...
Başını omzuma yaslayarak boynuma sarılıp, ağlamasını sürdürmüştü. Çıplak omzuma akıttığı yaşlar ve bulaştırdığı sümükler bir an için sinirimi bozduysa da, sesimi çıkarmamıştım artık. Bembeyaz gür saçlarını okşayarak, teselli ettim herifi.
Üç beş dakika daha ağladı, doğrulup boş boş bana baktı, annesinin en sevdiği vazoyu kırmış yaramaz çocuklar gibi dudaklarını şişirdi ve sonunda da konuştu.
Bu gün çok kötü bir şey yaptım...
Nedir o, Cafer amca?
Birisini öldürdüm...
Hadi bee...
Aslında üç kişiyi öldürdüm de...
Hastiir, eee?
İkisi sayılmaz...
O neden?
Adam değillerdi...
Neydiler ya?
Dinle bak... Eminim bana hak vereceksin.
Antalyaya yerleştiğinden bu yana tanıdığı ve can ciğer kuzu sarması oldukları, iki arkadaşı varmış. Fena halde düşkünlermiş birbirlerine hatta öylesine ki, diğer tanışları onlardan, -altı bacak- diye söz ederlermiş.
Yaşıtı olan bu bacaklardan ikisi önceki sene, çeyrek asırlık birliktelik ve çoğu eşek kadar olmuş yedi çocuğa karşın karısını boşayıp, diğer bacaklar hiç onaylamadığı halde on sekizlik bir tazeyle evlenince başlamış her şey...
Önceleri her ne kadar mırın kırın edip yalancıktan küsmüşlerse de, ne de olsa -altı bacak-lar tabi, kart aşığı sonunda hoş görmüş ve yeni yengelerini de, bağırlarına basmışlar.
Yalnız, bu bağırlarına basma işini üçüncü arkadaş biraz fazla ciddiye almış herhalde ki, bir süre sonra yeni yengesiyle yatakta basılmış ve kıyamet de kopmuş.
Elli yaşından sonra aşık olmanın heyecanı içindeki yaşlı damat, alnından yukarıya doğru dallanıp uzayan yeni organlarının sorumlusu arkadaşını defterden silip bacak sayısını dörde düşürdükten sonra genç karısını eşek sudan gelene kadar dövmüş olsa da, boşamaya yanaşmamış bir türlü.
Arkadaşının namusunu kendisininkinden ayırt etmeyen Cafer, bir türlü hazmedememiş bunu. Gelip gidip boynuzlu garibe, ya karısını boşamasını, ya da diğer herifi öldürmesini söyleyip durmuş. Tınmamış bile diğeri...
En sonunda o akşam, bir meyhanede kafayı çekerlerken Cafer,
Madem karını boşayıp namus davası açmaya yanaşmıyorsun, öldüreceksin o zaman bu herifi ulan... diye tutturmuş. Kart aşık da,
Ulan, namus benim namusum, sana ne oluyor? diyerek terslemesin mi. Çok bozulmuş bizimkisi.
Ne demek ulan, sana ne oluyor? Deyyus... Neyiz biz peki, pezevenk mi?
Çekmiş tabancasını ve iki tane sıkmış kafasına... Dolayısıyla da geriye kalmış iki bacak, hatta aksak olduğu düşünülürse, bir buçuk...
Sen, bir zamanlar adamdın ulan... deyip, korkuyla kaçışan meyhane sakinlerini umursamadan yere yuvarlanan arkadaşının cesedini iskemlesine yeniden oturttuktan sonra da, tiradını döktürmüş, namus belası ihtiyar.
Kim derdi ki, ölümün en yakın arkadaşının elinden olacak. Ve kim derdi ki, bunca yıl kader birliği yaptığım can dostumun, öbür dünyaya naklinde ki sürücü ben olacağım. Heyhat, alın yazımız böyleymiş. Ama dostum, bu dünyadaki son zamanlarını saymazsak eğer, iyi bir adamdın sen. Eminim yerin cennettir ruhun şad olsun, sevgili dostum. Bana gelince, cennette yanındaki yerimi alıp arkadaşlığımızı sürdürebilmemiz için, yılardır bağrımızda yaşatıp da ne olduğunu anlayamadığımız yılanın, cehennem biletini kesmeye gidiyorum şimdi. Aslında bu işi senin yapman gerekirdi hıyar herif ama... Her neyse, huzur içinde uyu hadi...
Saat on bir gibi, Şarampol caddesindeki bir pavyonun erkencileri arasında bulmuş zamparayı. Bulur bulmaz da, delik deşik etmiş hemen. Bu arada fazladan birkaç kişiyi yaralayıp, Konsomatrisin birinin de beynini dağıtıvermiş ama. Adam yerine koyup üzülüp ağladığı tek ölü de, o zaten...
Pavyondan çıktıktan sonra da bir taksiye atlayarak, nereden aklına düştüyse, doğruca Kemer'e gelmiş. Beni masasına çağırdığından bu yana sağımda oturup da, suratına bile bakmadığım ve aynı ayran bardağını yalayıp duran herif de, onu getiren taksinin, esir aldığı şoförüymüş meğer.
Servis yapacağı için Pis Murtaza'nın, araba kullanacağı için de şoförün ayık kalmaları gerektiğinden, içki arkadaşlığı için de beni esir almış herif. Ben de iyi ki, su doldurmaya gelmişim hani, ne yapardı ki yoksa?
Haysiyet Cafer marifetlerini anlatıp bitirene kadar, ikinci yetmişliğin yarısını bitirip, yeniden sarhoş olmuştum ben de. Güçlükle açık tuttuğum gözlerimi karşımdaki kan çanaklarına dikip,
Söylesene... diyerek sordum. Adının önündeki Haysiyet lakabı, nereden geliyor?
Gurur maskeleyen bir utangaçlıkla, yere çevirmişti gözlerini.
Bilmem, öyle uygun görmüşler...
Kimler?
İşte, bani tanıyanlar...
Pek hoşuna gittiği belli, sakın kendin yakıştırmış olmayasın?
Kendine lakap takacak adam mıyım ben ulan? diyerek kükredi. Herkesin saydığı bir şahsiyetim ben, şerefime de çok düşkünümdür. Zaten o yüzden herkes bana, -Haysiyet Cafer- der.
Artık, hiçbir gücün ayıltamayacağı denli sarhoş olduğum için, yeniden korkusuzlaşmıştım. Üstelik beynimin tamamı dumura uğramış, insancıllığım filan da kalmamıştı artık. Elimi uzatıp herifin gıdısından okkalı bir makas alırken,
Hay, senin haysiyetine sıçayım... diye söylendim.
Tabanca yine alnım daydı, umursamadım bile. Değil tabanca dayamak, kafamı top namlusundan içeri soksa, yine umursamazdım. Tombul yanağına, sanki gönlünü alır gibi şaka yollu bir şaplak yapıştırarak devam ettim.
Bundan sonra senin adın, Cellat Cafer olsun. Haysiyet kurbanı, Cellat Cafer...
Huşu içinde, Cellat Caferin son maktulü olmayı bekliyordum. Sarhoşluğumun salaklık boyutundaki cesaretinden ürktüğü için mi, yoksa uzun zamandır kullanmadığı gri hücrelerinin birkaçının devreye girmesini sağladığım dan mı bilmiyorum, tabanca patlamamıştı. Boş bakışlarla bir süre beni izledikten sonra da, silahını masaya bırakarak boynuma sarılıp, ağlamaya başlamıştı yine. Ben de yeniden, bembeyaz kafasını okşamaya...
Ağla Cafer amca ağla, açılırsın.
Herife ağlamasını söylemiştim ama resmen böğürüyordu. Sesini biraz daha yükseltecek olursa eğer, Kemer'li avcıların köylerini basan yabani ayının peşine düşmesine neden olacağı, kesindi.
Bu kadar yeter. dedim. Artık açılmış sındır...
İskemlesinde dikleşerek, yumruk yaptığı elini göğsüne indirmeye başlamıştı,
Hayııır... diye haykırdı. Daha açılmadım.
Eh sen bilirsin, ağla o zaman.
Ağlamakla olacak şey değil benim açılmam, ne yapacağımı biliyorum ama.
Ne yapacaksın?
Arkasına yaslanıp derin bir nefes aldı. Kır bıyıklarının üzerindeki sümükleri yalarken, bakışları yeniden cellatlaşmıştı. Küçücük yeşil gözleri ise, çok uzaklara bakıyordu sanki.
Ne yapacağımı biliyorum... diye yineleyerek, aramıza döndü. Bütün bu olanların sorumlusunu vuracağım.
Kimmiş o?
Kim olacak, o orospu...
Hangi orospu yahu?
Sen beni nasıl dinledin ulan? Anlattıklarımda kaç tane orospu vardı ki?
Ne bileyim, Cellat Cafer amca. Konsomatrisler den filan, söz ettin ya...
Herif, o kadar göz yaşını nereden buluyordu bilmiyorum. Contası yalama olmuş musluklar gibi, akmaya başlamıştı yine...
Zavallı kadın... diyerek inledi. Zavallı kadıncağız... O orospu değil, şerefli bir mesleğin bahtsız kurbanı, o bir şehit...
Sorduğuma soracağıma pişman olmuştum. Boynuma sarılarak sümüklerini akıta akıta, bir posta daha böğürdü. Krizi geçip arkasına yaslandığı zaman da, tabancasını eline alıp kurcalamaya başlamıştı. Neresine bakıp anladıysa,
İki kurşunum kalmış... diye hırladı. O orospunun bunlar da...
Beynim, içki içmek dışındaki tüm komutlara kendisini kapattığı için, yine bir şey anlamamıştım. Tekrar sordum o yüzden de,
O kimdi yahu?
İki can dostumun ve bir günahsızın adreslerini değiştirmeme sebep olan orospu... Eğer o kaltak kuyruk sallamasaydı, bunların hiçbiri olmayacaktı...
Yine bir şey anlamayacaktım ama yeni doldurduğum rakımı yudumlarken beynimde ufak bir gedik açılmış olsa gerek ki, jeton düştü sonunda.
Haa tamam, şu boynuz üreticisi kadın...
Ters ters bakmaya başlamıştı, Cellat Cafer.
Doğru konuş ulan... diyerek şarladı. Rahmetli arkadaşım hakkında bir daha öyle konuşursan, oyarım...
Yalan mı canım? Arkadaşını da, boynuzlarını kabul ettiği için, rahmetli etmedin mi zaten?
İstediğimi yaparım ben. Ama sakın bir daha, arkadaşım için -boynuzlu- deme.
Tamam, pekala... Hem o da niye, ellisinden sonra on sekizlik bir tazeyle evlenmiş ki canım? Gencecik bir kadının tatminsiz kalabileceğini, düşünmemiş mi?
Yahu karının yattığı herif altmışın daydı bee, üstelik pek bir zürriyeti de yoktu, deyyusun. Kaltak karı kendi yaşına göre biriyle iş tutmuş olsaydı, belki de hoş görebilirdim o zaman.
Peki, ne bulmuş olabilir, o zürriyetsiz rahmetli de?
Hiçbir bok bulmuş olamaz, bunu kasten yaptı.
O niye?
Kocası yolcu olduğu zaman, karıya bir sürü mal mülk ve bok gibi de para kalıyor. Herifi zımbalayacağımı biliyordu belli ki, şırfıntı...
Ne bilsin canım, hiç olur mu öyle şey? Hem, kocası da onu zımbalayabilirdi. Böylesine saçma bir riske, girilir mi hiç?
Planlarını iyi hazırlamış demek ki. Yoksa niye sütçüyle postacıyla filan değil de, bizim kikirik le yatsın?
Müthiş zeki o zaman, her üçünüzü de bu kadar iyi çözümleyip, böylesine pamuk ipliği planlar yapabildiğine göre...
Aslında, pek akıllı bir kadın da değildi ama...
Eee?
Ama...
Ama?
Yani...
Yani, şunu mu demek istiyorsun? Kadın pek akıllı değil ama senin daha akılsız olduğunu anlayabilecek kadar da, çalışıyormuş kafası. Sen de böylece, yediğin boklara kılıf uydurmuş oluyorsun. Doğrusu aferin, unutma da, yargıca da söylersin bunları...
Beklediğimin aksine ne kızmış, ne de karşılık vermişti Cellat Cafer. Kaşığını alıp önündeki, artık grileşmiş cacığı karıştırmaya başladı. Sonra da masaya kapanıp, bu sefer sessizce, ağlamaya...
Pis Murtaza ile taksi şoförü geberik ise, zaten epeydir masaya kapanmış durumdaydılar, uyuyorlardı... Hepsini de öylece bırakarak, kalktım masadan...
Lokantanın girişinde beni bekleyen su bidonunu aldığımı iyi hatırlıyorum. Bir de, ışımakta olan günü bir süre izlediğimi. Başka da bir şey hatırlamıyorum zaten...
Nasıl becerdiysem tekneme çıkmış, halatını şamandıraya doğru çekerek bir güzel askıya almış ve sonra da, ayaklarım küpeşteden sallanır durumda arka güvertede sızıp kalmışım...
Uyandığım zaman güneş, tam tepem deydi. Beni uyandıran ortalığı cayır cayır kavuran güneş mi, yoksa kıyıdan avazı çıktığı kadar bağırarak, tekneme müşteri çıktığını söyleyen Pis Murtazamıydı bilmiyorum. Her ikisine de küfredip, uykuma devam etmek üzere kamaraya girmiştim çünkü...
Kerelerce sızdıkları halde her seferinde de acımadan dürterek uyandırdığım haytalar, kafalarını birbirine dayamış bir konumda, sanki susmam için yalvaran gözleriyle bakar gibi yaparak, beni dinliyorlardı. Sustuktan sonra da dinlemeyi sürdürdüler zaten. Gözler açık bir konumda, uyuma yeteneği kazanmıştı demek, hergeleler...
Üzerine içki nevaleleri mi dizdiğim bira kasasına bırakılmış, minik tabancaya takıldı gözüm. Acaba tabancayı alıp burunlarına dayasam,
Daha bitmedi ulan, uyanın... diyerek dürt sem, ne yaparlardı ki?
Vur lütfen... derlerdi herhalde. vur, ama sus artık...
Benim de, konuşacak halim kalmamıştı zaten ama canım, tek kavanoz rakı daha istiyordu nedense. Hala tüketemediğim yetmişliğe uzanıp hazırladım içkimi ve bir de sigara yaktım.
O sırada delikanlılardan biri oturduğu kasadan yere devrilirken, istifimi bile bozmamıştım. Dayanaksız kaldığı için, tehlikeli bir şekilde sallanan diğerine, yardımcı oldum ama. Minik bir parmak darbesiyle...
Ağzımın tadı kalmamıştı herhalde ki, rakıdan bir bok anlamıyordum. Vazgeçtim içmekten ve sigaramı da söndürüp, bir yerlere tutunarak ayağa kalktım. Hemen arkasından da, deterjan dolu bir rafla birlikte, yere yuvarlandım...
Bir yerlerim fena acıyordu, umursamadım ama. Devrilen rafın gürültüsüyle iskemlesindeki uykusundan fırlayan bakkal da, yerdeki deterjanları umursamıyordu anlaşılan. Önce bana yardıma koştuğuna göre...
Üzgünüm... diye mırıldandım, ıkına sıkına birazcık kaldırabildiği profil demir rafın altından sıyrılırken. Güçlükle de olsa ayağa kalktım ve yine düştüm sonra. Eve kadar, sürünmem gerekecekti herhalde...
Epey bir süre, koltuk altıma yapışmış beni kaldırmaya çalışan Zombi bakkalı izlemiştim. Daha doğrusu Zombi bakkalları, iki taneydiler çünkü...
Ancak o tüy sıklet herifler üçlenseler bile, kaldıramazlardı beni. Zayıflamış halimle bile, doksan kiloydum çünkü.
Vazgeç... dedim. Beceremezsin.
Ne yapabilirim peki... diyerek inledi, nefes nefese...
Buz bul bana.
Yok ki...
Soğuk bir şeyler bul o zaman, buzdolabında kar filan yok mu?
Üç, beş dakika sonra, buz dolaplarının birinden kazıdığı bir avuç karla, dikilmişti başıma. Kar topağını avuçlayarak sıkıştırdım ve kulaklarımın arkasına sürmeye başladım...
İşe yaramıştı, Cellat Caferin ayılma taktiği. Zaten ondan öğrendiğim ve asla unutmadığım iki şeyden biriydi bu. Diğeri de, oda sıcaklığındaki rakıyı, sadece buzla sulandırmak...
Biraz daha oturarak kendimi tarttım ve usulca kalktım ayağa. Düşmemiştim bu sefer, başım biraz dönüyordu hala ama dengem yerindeydi hiç değilse.
Bunlar ne olacak? diye sordu bakkal, birbirine sarılmış durumda uyuklayan yerdeki serserileri göstererek. Kapıya doğru sendelerken söylendim,
Ne bileyim ben...
Polis çağırayım mı acaba?
Bilemem, ama çağırırsan eğer tanıklık için beklemeyin beni sakın. Öbür güne, ancak uyanırım çünkü...
Gün ışımaya başlamıştı artık. Henüz görünmeyen güneşe dönerek, sabahın dinlenmiş havasını kokladım. Ayaklarımın arasında kuyruğunu sallayan Pekide, beni kokluyordu. O saate kadar beklemiş garibim, belki beni, belki de kekini...
Tekrar dükkana dönerek, bira sandığının üzerine bıraktığım meyveli kekini aldım yeniden. Önünde eğilmiş ambalajını açarken kekinin, umursamaz tavırlarla çevresine bakınıyordu, numaracı. Sonra da kibarca dişlerinin ucuyla aldı ve balkonuma doğru yürüdü, usulca...
Pekinin peşinden evime doğru giderken, bana seslenen bakkalın cılız sesini duymuştum. Dönüp baktım,
Efendim...
Cellat Cafer ne oldu sonra?
Demek herif horul horul uyurken, ninni niyetine, beni dinliyormuş bir yandan da...
Bilmiyorum... diye mırıldandım.
O kadını da öldürdü mü acaba?
Öldürmüştür kesin, beyinsizin tekiydi çünkü...
Tekrar yürüyordum ki, bir daha seslendi.
Rosalie, ne oldu peki?
Rosalie... Güzel, sessiz Rosalie... Kim bilir? Hiç görmedim ki bir daha...