"Moda denilen şey o kadar çirkindir ki onu her altı ayda bir değiştirirler." -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
(Sevgili okur, bu yazı, alıştığınız yazılarımdan farklı, zorunlu olarak uzun oldu. Ne yapabilirdim ki? Elveda demek de zor, karşılama töreni de… Sabırla okumanız umudu ve dileğiyle…) Çocukluğumdan Bir İzdüşüm Dedem, Birinci Paylaşım Savaşında, Osmanlı ordusunun bir neferi olarak Osmanlı’nın Yemen vilayetinde yedi yıl İngilizlerin elinde esir kalmış. Döndüğünde ise kendi ülkesi işgal altında ve Kurtuluş Savaşı… Dedem, deriden yapılmış çarıkları, hayvan dışkıları arasında çıkan arpaları yediklerini anlatırdı. Sonradan da çok duydum okudum bu gerçeği. Annem, Kurtuluş Savaşı’nda, 1921’de, Yalova’dan dağları aşarak Kandıra’ya doğru katır sırtında kaçarlarken doğmuş. O topraklarda nice kanlı anılar uyuyor şimdi. İşgal güçlerinin kurşuna dizdiği, dere yataklarına atarak şehit ettiği, cenazesi bile bulunamayan amcalar, dayılar, ağabeyler… Yani dedelerimiz… Dedem, şehit kardeşinden emanet, henüz ergenliğe girmiş yeğenlerinin de bulunduğu ailesini güvenli bir yere ulaştırıp milislere katılma telaşındayken, düşman onlara yaklaştıkça, yeğenlerini, gebe karısını tecavüzlerden korumak için kendi elleriyle vurmayı düşünmüş kaç kez. Neyse ki gerçekleştirmeden düşmanın yön değiştirdiği haberi gelmiş. 2014’de, yüzyıl sonra, aynı korkuyla kızlarını yok ederek IŞİD’den korumaya çalışan Ezidi ve Türkmen babaları anımsadınız mı? Komşu komşu yaşayıp giderken birdenbire birbirine düşman edilen, birbirini katleden Ermeniler, Rumlar, Türkler… Gebe kadınlar, ana rahminde sürgülenen fetüsler, ha doğdu ha doğacak, rahmin ağzına günışığını merakla dayanmış bebeler… Yerlerinden yurtlarından sürgün edilenler… Mallarına el konulanlar… Hepsi aynı toprakların evlatları… Her savaşın, kirli, kaçınılmaz, onarılmaz anıları, yaraları… Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğuşu İnsanlık, 17. ve 18. yüzyıllarda, gelişen ticaret ve yeni doğan sanayi sınıfının/burjuvazinin, derbeylerinin zorbalığından usanmış acılı köylülüğün gücünü arkasına alarak feodal imparatorluklardan, monarklardan ve monarkların kitleleri uyutan baş ortakları kiliseden kurtulmak için savaştı. Hâlâ hüküm süren son sömürücü sistem kapitalizm böylece egemenliğini sağladı, ortak pazarlar, dinin egemenliği yerine milliyetlerin öne çıkarıldığı ulus devletler ve ulusal bütünlüğün sağlanması için de ulusal dil ve ulusal tarih bilinci yarattı. Direnen eskiyi yıkmak, yeniyi kurmak için çok acı çekildi, çok kan döküldü. 20. yüzyıla gelindiğinde, sanayi ve ticaretini iyice geliştiren Avrupa ülkelerine, kendi pazarları yetersiz geldi. Sanayi toplumu yoğun emek sömürüsüyle daha çok üretiyordu. Üretim fazlalarını satmak, daha çok üretmek, daha çok satmak, daha çok zenginleşmek için kendilerinin bulunduğu aşamaya gelmeyen diğer dünya ülkelerine göz diktiler. Ulusal pazarlar yetmez oldu. Kendi aralarında güç ve egemenlik savaşları başladı. Avrupa topraklarından Afrika’ya, Yakın ve Ortadoğu’ya uzanan, çok geniş, fakat sanayi ve ticarette çok geri kalmış, etnik ve dinsel olarak birbirinden farklı pekçok halkı barındıran Osmanlı İmparatorluğu, bu farklılıkların derinleştirilmesi, kışkırtılmasıyla güçten düşürülerek emperyalistler tarafından Birinci Paylaşım Savaşında param parça edildi. Zaten gelişen kapitalizm tarafından ekonomik bağlamda çoktan teslim alınmıştı. Bugün olduğu gibi o zaman da dinsel, etnik kimliklerin farklılığı, milliyetçilik, halkları kışkırtmakta, kendilerine bağlaşıklar sağlamada emperyalistlerin tepe tepe kullandığı kültürel özelliklerdi. Hani şu cetvelle çizilmiş emirlikler, şeyhlikler, sultanlıklar böyle ulusal devletler haline geldi ve çoğunluğu hemen emperyal güçlerin egemenliği altına alındı. Halklara zenginlik ve kurtuluş vaadiyle bu büyük gasp olayında, emperyalistlerin Kızıl Elma, Ergenekon, Türklerin birliğinin sağlanacağı vaadiyle Turan ülkülerine kapılan İttihat ve Terakki’nin Enver ve Cemal Paşalarının hizmetini de unutmamak gerek. Sonuçta koskoca Osmanlı İmparatorluğundan kala kala Anadolu ve Trakya’da küçük bir parça kaldı. Ve yanmış yıkılmış bir ülke, aç sefil bir halk. Saray erkanından ve devlet kadrolarında çalışanlardan başka kimsenin okuma yazması olmayan eğitimsiz, cahil bir halk… Erkeklerini savaşlarda yitirmiş kadınlar, babalarını görmeden büyüyen çocuklar… 1923’te Cumhuriyet işte bu koşullarda kuruldu. Her türlü geri düşünceyi barındıran, dünya egemenlerinin her türlü kışkırmasına açık bir toplumda, ümmetten millete, monarşiden ve dinsel önderlik olan hilafetten egemenliğin daha geniş kesimlerce paylaşılabileceği cumhuriyete geçildi. Kapitalizmin, bir üst aşaması olan emperyalizme evrilirken, dünyayı ele geçirmeye, paylaşmaya uğraştığı bu tarihsel anda. Ne var ki tam da bu tarihsel anda, emperyalizm daha çok sömürü, daha çok kâr, daha çok egemenlik yolunda ilerlerken önüne bir “Heyüla”, bir can düşmanı çıkıverdi. 1917 Sovyet Devrimi. İnsanlığın özgürlüğe, mutluluğa ulaşmasının tek yolunun sömürünün, insanın insana kulluğunun ortadan kalkmasıyla gerçekleşeceğini haykıran o büyük devrim. 1789’da, özgürlük, eşitlik, adalet vaatleriyle kilisenin ve monarkların egemenliğini sonlandıran ama vaatleri bir türlü gerçekleşmeyen büyük Fransız Devriminden sonra ikinci büyük adımını atıyordu insanlık. Zenginliklerin, gücün sömürüden doğduğunu ve bu gücün, yeryüzünde çok küçük bir azınlığın elinde olduğunu, büyük çoğunluğun ise yoksulluğu, mutsuzluğu pahasına elde edildiğini fark ediyordu insanlık. Sovyet Devrimi buna başkaldırının simgesi oldu, insanlığa bu bilinci haykırdı. Kapı komşusunda gerçekleşen bu devrim elbette etkiledi cumhuriyetin kurucu kadrosunu. Çarlığı yıkan yeni Sovyet Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşında ve kuruluş aşamasında yardım da etti. Osmanlı’da sanayinin gelişmemiş olması, demokratik devrimi sürükleyecek ulusal burjuvazinin yokluğu, işçi sınıfının yok denecek kadar azlığı, feodal yapının ekonomik ve kültürel olarak topluma damgasını vurduğu ülkede yeni rejim ve devrim kısa sürede emperyalizmin kucağına düştü. Yabancı şirketlerin millileştirilmesi, Sovyet desteğiyle kurulan ulusal sanayinin kuruluş dönemi kısa sürdü. Devlet eliyle ite kaka var edilmiş ulusal burjuvazi çıkarlarını emperyalizme bağlanmakta gördü. Aşiret reisleri, toprak ağaları ve taşra eşrafı ise bu zorlama, güdük kapitalizmden nemalanarak varlıklarını sürdüler ve yeni yetme burjuvazinin siyasal erki için oy deposu olma işlevini gördüler, erke ortak oldular. Bu ittifakla oluşturulan siyasal iktidarlar, soğuk savaşın da etkisiyle elbette ilk önce, sömürüye başkaldıran ama insanlığın keşfettiği en ileri ideolojiyi baş düşman ilan ettiler. Sosyalistler, Komünistler, devrimcilerdi bu ideolojiyi topluma taşıyanlar. Onlar, hep yasaklara çarptılar, işkencelerde geçirildiler, zindanlarda çürüdüler, öldürüldüler, yok edildiler. Kurucu kadronun, özellikle önder Mustafa Kemal’in aydınlanmanın gerekliliğine inancıyla oluşturmaya çalıştığı yeni kültürel yapı (laiklik, bilime dayalı eğitim vb) böylece ona destek verecek, onu topluma taşıyacak en büyük güçten yoksun bırakıldı. Cumhuriyeti kuruluşunun daha ilk yıllarından itibaren, emperyalizm ve iç gericilik, yani karşı devrim, doğası gereği, devrimin bu iki damarına saldırdı. Anti-emperyalizm ve dinsel egemenliğe son veren aydınlanma/bilimcilik. Kimi zaman sinerek, gizlenerek, kimi zaman açıkça saldırılarak bugüne gelindi. Son yıllarda ise gericiliğin ağzıyla saldırı, kimi sol çevrelerde de yaygınlaştı. Bu damarları canlandırmak yerine, cumhuriyet dönemindeki iktidarların sola saldırısının etkisiyle sanırım, sürekli yanlışları öne çıkarmak moda oldu. Oysa her tarihsel olgu, kendi içinde hem ileriyi hem geriyi, ezilen insanlığın çoğunluğunun hem kârlarını hem de zararlarını barındırır. Kapitalizmde elbette kâr, olabildiğince azdır. Çoğaltmanın yolu mücadeleden geçer. Bu bilimsel gerçek unutturuldu. Gücün diliyle konuşmak, insanları geçmiş ve gelecek korkularından arındırır, bu nedenle hep baskındır. Ülkemizde sol hareketlerin fışkırmasında büyük rolü olan 1968 kuşağı, Sosyalist devrimlerden, dünyada süregiden emperyalist saldırı karşısında Ulusal Kurtuluş Savaşının başlangıçtaki anti-emperyalist yanından ve M.Kemal’in bilimi öne çıkaran aydınlanmacı düşüncesinden kan aldı, beslendi. İşçi sınıfı ve orta katmanlarda anti-emperyalist bilincin tekrar canlanmasını sağladı. Teslimiyete, toprak ağalığına, Kürt halkının mağaralarda maraba yaşamına mahkum edilişine, eğitimsizliğine, iki kat geri bırakılmışlığına, burjuvazinin ve onu gerici ittifakının halkları yoksulluğa, eğitimsizliğe, zulme boğmasına karşı var gücüyle haykırdı. O gençlik, yani önderliğini Harun Karadenizlerin, Denizlerin, Mahirlerin, Sinanların, Kaypakkayaların yaptığı gençlik… Bütün özverisiyle, yiğitliğiyle emperyalizme bağlardan kurtuluşun yollarını araştıran gençlik… 12 Mart 1971 darbesiyle ülkenin en bilinçli, en yiğit, en yürekli, en zeki çocuklarının bu haykırışları, öncülleri gibi darağaçlarında, işkencelerde susturuldu. Dağlarda, kırsalda vuruldular, yok edildiler. 12 Eylül 1980 darbesiyle de karşı devrim büyük bir atak yaptı, ekonomik bağlamda, yeni bir aşamaya, globalleşmeye geçen emperyalizmin ekonomik, politik, ideolojik, kültürel, her alanda buyruğuna tam teslimiyetin doruğuna tırmanan yolu açtı bu darbe. Sosyalist sistemin ve ondan güç alarak emperyalist egemenlikten kopmaya çalışan ya da sosyalizmi hedefleyen ulusal kurtuluş hareketlerinin çöküşü, dünyanın ilerici dinamiklerinin uğradığı baskı ve şaşkınlık, tüm dünyayı, Yeni Dünya düzeni diye de anılan yeni emperyalist aşamaya teslim olmaya getirdi. Meydanı boş bulan emperyalizm, kendi ekonomik bunalımlarını aşmak, gücünü ve zenginliğini arttırmak için tüm dünyaya, özelllikle yer altı, yer üstü zenginliklerin bulunduğu, dinsel, etnik, mezhepsel ayrımları barındıran, geri, bilim ve eğitimden yoksun, toplumların diktatörlerin iki dudağına baktığı coğrafyaya, İslam coğrafyasına var gücüyle, bütün vahşetiyle saldırdı yine. Gelişen silah ve iletişim teknolojileri ve tarihi boyunca biriktirdiği hain, yalan, tuzak üreten tüm sosyo psikolojik deneyimini kullanarak saldırdı, saldırıyor. Zemheri kışı, bahar diye yutturarak… Algı yönetimleri, toplum mühedislikleri geliştirerek… Yine milliyetçiliği, dinsel, mezhepsel ayrımları kullanıp komşuyu komşuya, kardeşi kardeşe kırdırarak… Kanı ve cinayetleri kendi topraklarından uzak tutarak… Yeni işbirlikçi sivil diktatörler yaratarak onların ve kendinin kasalarını doldurarak saldırıyor. Tarihin Tekerrürü mü, Kıssadan Hisse mi? Yakın tarihimizdeki bu benzerlikleri bilincimize yükselterek onun ışığında kıssadan hisse çıkartacak mıyız? Geçmişteki ve bugünkü tüm acıların, dökülen kanların sorumlusunun başta emperyalizm ve kendi çıkarları için onunla işbirliği yapan bizim seçtiğimiz iiktidarlar olduğunu… “Benim milliyetim, benim dinim, benim mezhebim, benim ırkım seninkinden üstündür” diyenlerin her kim olursa olsun insanları düşmanlığa ve şiddete ittiğini, arkasında mutlaka dünya egemenlerinin ve işbirlikçilerinin bulunduğunu… Toplumun çoğunluğu yararına elde edilen kazanımları yetersiz de olsa sahiplenmek, tümünü reddetmemek gerektiğini… Sömürü sistemi temelinde kurulan devlet denen aygıtın, dünyanın neresinde olursa olsun, sömürünün sürdürebilirliği adına, zenginliği bir avuç insana, yoksulluğu, sefaleti ise insanlığın çoğunluğuna uygun gördüğünü ve her zaman tüm güvenlik güçleriyle, silahlarıyla ve psiko-sosyolojik yöntemleriyle, vahşetten hiç kaçınmadan şiddet uygulayacağını… Bu sistemde kurulan her iktidarın mutlaka bir düşman ihtiyacı olduğunu, onun düşman dediğinin ezilen halkların dostu olabileceğini, arka plana iyice bakmak gerektiğini… Sistemden çeşitli ölçüde zarar gören tüm sınıf ve katmanların birlikte savaşımı sağlanmadan tuzaklardan, oyunlardan kaçınmanın olanaksız olduğunu… Yukarda anlatmaya çalıştığımız düşüncelere varmadan, birbirinden farklı çıkarları olan sınıf ve katmanların, öncelikle tümüne zarar veren ve sürekli acı, vahşet üreten bu emperyalizm ve işbirlikçi belalardan kurtuluş yolunun, salt kendi ideolojilerini, kendi idollerini, kendi sembollerini, sloganlarını birbirine dayatmak, birbirinin gözüne sokmak, yakmak yıkmak yerine onları unutmadan hedefin gerektirdiği ortak slogan, ortak semboller bulmak gerektiğini… Aksine hareket edenlerin arkasında durmamak, onları savunmamak gerektiğini… Evet, bütün bunları… Bütün bunları kabul edecek miyiz? KABUL ETMEYECEKSEK, hep birlikte şimdi yerden yere vurulan eski cumhuriyetin, sömürüyü ortadan kaldıramayan (Öyle bir devlet amaçlandı ama kurulamadı yeryüzünde) her rejimde, farklı boyut ve biçimlerde görülen yanlışlarını, gericilikle ağız birliği yaparak abarta abarta gündemde tutalım. Görece de olsa cumhuriyetin toplumda yer eden kazanımlarını, (Laiklik, dinsel eğitim ve ideoloji yerine bilimi öne çıkarma, çağdaşlaşma) yok saymaya devam edelim. Bunları savunanları hain falan ilan edelim. En doğruyu bilen, kendimizden başkasını hor gören, birliğe yanaşmayan küçüklü büyüklü ve sürekli eriyen gruplarımızın içinde ecel günümüzü bekleyelim. “Elveda Eski Cumhuriyet, elveda eski Türkiye!” Ve hemen ekleyelim: Merhaba Yeni Türkiye! Hayallerden Gerçeğe Dönüşmekte Olan Yeni Türkiye’ye Merhaba! MERHABA eurolarla, dolarlarla, paha biçilmez taşlarla dikilip süslenmiş hilafet kaftanını kuşanmış postmodern halifeliğe! MERHABA kadınların mal olarak görüldüğü, kadı’ların tecavüzcülere katillere, hırsızlara, dolandırıcılara pekçok hafifletici nedenler bularak onları özgürce ortalığa saldığı, yalnız ve yalnızca halife sultanın buyruğunun hukuk sayıldığı Türkiye! MERHABA şu bilim, bilimsellik gibi işe yaramaz işlerle uğraşmak yerine, cennetin anahtarlarını dağıtan, kadın denilen şeytandan şöyle iyice arındırılmış eğitim sistemi! MERHABA bol rant getiren, göğü delen betonlarla akciğerleri sökülüp yenen, soluksuz kalan kentler! MERHABA madenler için delik deşik edilen dağlar, kesilen zeytinler ve tüm ağaçlar, yeşilsizlikten yok olan kuşlar, börtü böcek, kurumaya yüz tutmuş pınarlar, çağlamayan çağlayanlar! MERHABA yasaklanmış yerli tohumlar, yerli fidanlar! MERHABA ithalata mahkum tarım ve hayvancılık! MERHABA doğasız, kuşsuz, börtü böceksiz, hayvansız, insansız, insansızlıksız Türkiye! MERHABA “cebren ve hile ile” ve de RIZAMIZLA tümden Sünnileştirilmiş, hatta Selefileştirilmiş tek tip inanç, ümmetin yüce birliği merhaba! MERHABA ayakkabı kutularına, saklama kaplarına, kasalara, minibüslere, bankalara sığmayan paracıklar ve kutsal sahipleri, vakıflar, şirketler, filolar, Asya’dan Afrika’ya uzanan araziler, gayrımenkuller, falan filan… Ve ağzından dua düşmeyen yazılı, sözlü, sanal medya, sosyal ortamlar, ekranlar… Birbirimizin kafasını kesmez, ciğerlerimizi sökmez de Allah’ın izniyle sağ kalırsak eğer MERHABA!... MERHABA!... MERHABA!... NOT: Yeni Türkiye’ye yol alışımızı konu edinen eski yazılarımdan bazılarının linkleri: 1) http://blog.milliyet.com.tr/cumhuriyet-in-rovansi-ya-da-seriata-dogru-adim-adim-mi----/Blog/?BlogNo=331985 2) http://blog.milliyet.com.tr/mustafa-kemal-e-cesitli-saldirilar-uzerine-bazi-dusunceler/Blog/?BlogNo=387127 28.10.2014 Vildan Sevil
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Vildan Sevil, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |