Altıncı Bölüm
I
Karla kaplı olan sahil kasabasının ara sokaklarında, elindeki bir demet çiçekle, sokakları arşınlarken, buz tutmuş yolda düşmemek için gerekli dikkati gösteriyordu. Gece yağan yoğun kar yağışı etkisini azaltmış olarak yağmaya devam ediyordu. Yürümüş olduğu ara sokakta bulunan tek katlı evlerin bacalarından çıkan dumanlar, rüzgârın etkisiyle dağılıp duruyordu. Paltosunun ve atkısının üzerinde duran kar tanelerini, kaçak yolculara benzetiyordu. Ara sokağın bitiminde bulunan küçük meydana geldikten sonra bir yere sapmadan karşısında bulunan yola doğru yürümeye devam etti. Girmiş olduğu ara sokaktaki yol, asfalt değildi. Bu nedenle yolun bundan sonraki kısmında yer, yer çamura buluşacağını biliyordu. Yolda ilerlerken, sağında ve solunda bulunan tüm doğanın, beyaza bürünmüş olan halinin, ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu. Kar yağışının azalan etkisiyle, yürümekte zorluk çekmemiş olduğuna da seviniyordu. Yüz metre ilerledikten sonra yol ayrımında bulunan çeşmeyi gördüğünde durdu. Çeşmenin arkasında yan yana sıralanarak yükselmiş, kavak ağaçlarının arasında bulunan kapıdan geçerek, başında servi ağacı bulunan, mermer taşla çevrili mezarın başında durarak; Münevver sultan bak, yine ben geldim. Dedikten sonra elindeki çiçeği, eşinin mezarına bıraktığında gözlerinden de gözyaşlarını bırakıverdi. Selim Bey, eşi Münevver Hanımın mezarını beş senedir düzenli olarak, her hafta ziyaret ederdi. Bu hafta başında da ziyaret etmişti ama her yolculuğa çıkacağı zaman, eşinin mezarına mutlaka gelip, ziyaret ederdi. Ağlamasının üzerinden bir süre geçtikten sonra, ellerini açarak dua etmeye başladı. Duasını tamamlayıp, eşinin mezar taşını okşayarak öptükten sonra, mezarlıktan ayrıldı. Geldiği yöne doğru ilerlerken eskiden olduğu gibi, eşinin mezarının başında çok fazla kalmaması gerektiğini, kaldığı takdirde çok fazla üzüleceğini, geçen sene ki bir ziyaretinde de bunu çok iyi anlamıştı. Ölenin ardından çok fazla üzülmemesi gerektiğini de zaman içinde öğrenmişti. Küçük meydana vardığında, geldiği ara sokaktan değil de, meydanın sol köşesinde bulunan caminin önündeki yolu kullanmasının kestirme olacağını düşünerek o yöne doğru ilerledi. Tek minaresi olan caminin önündeki yoldan geçerek kasabanın otogarına doğru yaklaştı.
Otogara geldiğinde, otogarı çevreleyen ve yüksek olmayan duvarın bulunduğu yöne doğru, park etmiş olan üç tane kamyonun kasalarını ve onların yanında duran iki özel otomobil ile otobüs yazıhanesinin önünde, bagaj kapakları açık olan otobüsü gördü. Otogarda, otobüs yazıhanesinin yanında bulunan küçük iş yerlerinden birisi olan, Latif berberin, kapısını açarak içeriye girdi. Berberde, iki tane berber koltuğu ve ortada da, yanmakta olan odun sobası vardı. Latif, masada gazetesini okuyordu. Latifin gazete okuduğu masanın yanında, yerde duran bavulu ile aynaların önünde ki tezgâhı temizleyen berber çırağı vardı.
--- Selim ağabey, hoş geldin. Diyerek okuduğu gazeteyi elinden bıraktıktan sonra konuşmasına devam ederek:
--- Selim ağabey, gel otur. Dedi. İnce, uzun boylu, siyah saçlı, kara gözlü, otuz yaşında ki berber Latifin, göstermiş olduğu yere oturdu.
--- Hoş buldum. Latifim.
--- Selim ağabey, maşallah mezarlığa ne çabuk gidip geldin böyle? Dur sana sıcak bir çay ısmarlayayım, üşümüşsündür. Diyerek, temizlik yapmakta olan çırağına dönerek:
--- Oğlum, bırak temizliği, çok çabuk iki sıcak çay kap ta gel bakalım. Demesi üzerine, kendinden beklenen çabuklukla:
--- Olur usta. Deyip, elindeki temizlik yaptığı bezi tezgâhın üzerine bırakan berber çırağı, hızlıca kapıyı açarak dışarı çıkıp, kapıyı ardından kapadıktan sonra, koşarak, yakında bulunan çay ocağına doğru gözden kayboldu.
--- Senin çırakta maşallah zıpkın gibi, ayrıca mezarlıkta fazla kalmadım. Pazartesi günü uğramıştım. Sağında solunda bir şeyde yoktu. Malum karı görüyorsun.
--- Haklısın ağabey. Demek bizi bırakıp İstanbula gidiyorsun? Kendini çok özletme sakın, tamam mı?
--- Öyle Latifim sana anlatmıştım, en büyük oğlumla telefonda görüşmüştük. Özlemişler. Zaten çok fazlada kalmam, merak etme.
--- Ağabey, söylemiştin. Bu arada İstanbul yolu da açıkmış. Sen mezarlıkta iken İstanbuldan gelen otobüs oldu. Demek ki yolda herhangi bir kapanma olmamış.
--- Olmasın zaten Latifim, bir senedir bu anı bekliyordum. Dedikten sonra, çay ocağından, iki sıcak çayın olduğu bardakları elinde tutan berber, çırağını kapıda fark edince, kalkıp kapıyı açarak, çırağının içeri girmesini sağladıktan sonra kapıyı kapatıp, yeniden yerine oturdu. Elinde tuttuğu çay bardaklarının birini ustasına diğerini de Selim amcasına veren berber çırağı, odun sobasının kapağını açarak, içine bir odun koyduktan sonra kapağı tekrar kapattı. Tezgâhta bulunan musluklardan birini açarak ellerini yıkadıktan sonra, tezgâhın üzerine bırakmış olduğu temizlik bezini yeniden eline alarak sessizce, yarım kalmış olan temizliğine devam etmeye başladı.
--- Anlıyorum Selim ağabey. Bu arada İstanbulu da özlemişsindir.
--- Latifim! Eskiden olsaydı, yani benim gençliğimi yaşamış olduğum zamanlar olsaydı, İstanbuldan ayrı kaldığım zamanlara üzülür ve İstanbulu çok özlerdim. Fakat artık ne İstanbul eski İstanbul ne de ben genç birisiyim. Bu yüzden on senedir burada yaşıyorum ve açıkçası da eskisi kadar İstanbulu da çok özlemiyorum.
--- Haklısın ağabey. Biliyorsun anlatmıştım sana. Ben de ayda bir kere ya giderim ya da gitmem. Gittiğim zaman da, eksilen malzemelerimi aldıktan sonra da hemen geri dönüyorum. Aslında yaşanacak yer olmaktan çıkmış, güzelim İstanbul.
--- Bak bunda haklısın. Bence de zorunlu olunmadığı sürece, o şehirde artık yaşanmaz. Derken, bir yandan da duvarda asılı olan saate baktığında biraz daha zamanın olduğunu gördü.
--- Yaşanmaz ağabey. Bu arada, evde açık olan bir şeyler bırakmadın değil mi? Gerçi sen bana anahtarını da bıraktın ama sen olmadığın zamanlarda eve girmeden, ben bakar kontrol ederim. Ne de olsa evlerimiz yan yana komşuyuz ağabey. Bu yüzden de gönlün rahat olsun, sen hiç merak etme.
--- Yok, unutmadım Latifim. Musluğun vanalarını, ocağı, elektrikleri evden çıkmadan son kez kontrol edip kapadım, kapatmasına da şu pantolonumun fermuarını çoğu zaman kapatmayı, on seneden bu yana unutur oldum. Şunu da bil ki; Artık yaşlanıyor olduğunun ilk belirtisi de budur herhalde. Diyerek elinde tuttuğu ve boşalmış olan, çay bardağını masanın üzerine bırakarak, kendisi gibi bu sözlerine gülümseyen Latife bakıp, ayağa kalktı.
--- Latifim, galiba gitme zamanım geldi. Dedi. Selim ağabeyinin kalkmış olduğunu gören berber Latif, yüzünden gülümsemesini eksik etmeden ayağa kalkarak, masasının yanında duran bavulu eğilip almaya çalışan, Selim ağabeyini engelleyerek:
--- Dur! Selim ağabey, ben taşırım. Hadi çıkalım. Diyerek, Selim ağabeyinin bavulunu alarak, dışarı çıktılar. Kısa ve sessiz bir yürüyüşten, sonra otogarın orta yerinde bagaj kapısı açık bulunan yolcu otobüsünün yanına geldiler. Sabahın erken saatleri olduğu için, üzerinde ki kısa kabanının altında görünen, beyaz gömleğine iliştirdiği, lacivert papyonu takmış olan, yolcu otobüsünün görevlisinin esnemesi bittikten sonra, bavulu teslim ettiler. Selim ağabeyini otobüse bindirmek için açık olan orta kapının önüne geldiler.
--- Haydi! Hayırlı yolculuklar Selim ağabey. Yolun açık olsun. Güle, güle git. Güle, güle gel. Diyen berber Latif, Selim ağabeyinin elini öptü. Bunun üzerine Selim Beyde:
--- Çok sağ ol Latifim. Sen de kendine iyi bak. Demesiyle birlikte, berber Latifin yanaklarından öperek, otobüse bindi. Otobüse bindiğinde, kendisinden önce koltuklarına yerleşmiş olan yolcu sayısının on kişi civarında olduğunu görerek, otobüsün ortasındaki kendi oturacağı koltuğun olduğu yere ulaştı. Biletini alırken, koltuğunun cam kenarından olmasını istemişti. Cam kenarında bulunan koltuğunun yanındaki koltuğun boş olduğunu görünce sevindi. Üzerindeki paltosu ile atkısını çıkartarak katlayıp, oturacağı koltuğun yanındaki boş olan koltuğa yerleştirdi. Kendisi de ağır hareketlerle, cam kenarındaki koltuğuna yerleşti. Camdan dışarıya baktığında, mezarlığa giderken yağan kar durmuştu. Otogarı çevreleyen ve yüksek olmayan duvarların hemen dışında bulunan İstanbul yönüne giden yolda, tepe lambasındaki sarı ışıkları dönerek yanmakta olan, turuncu renkteki kara yollarının, tuzlama araçlarının çalıştığını, görünce içi rahatladı. Otobüsün görevlisi de bindikten sonra, yolcu otobüsünün şoförü, otobüsün açık olan kapılarını kapatarak, otobüsü hareket ettirmeye başladı.
İstanbula gitmek üzere yola çıkan ve hareket halinde ki otobüs, sahil kasabasının çıkışında duran şehir tabelasının olduğu yere geldiğinde, otobüsün şoförü, iki kere kesik, kesik olarak otobüsün kornasını çaldı. Otobüs şoförleri, ister gidişte ister gelişte olsun, bu tabelanın yanına geldiklerinde, kornalarını iki kere çalmayı kutsal bir görev haline getirmişlerdi. Selim Bey bu kasabaya ilk geldiğin de bunu fark etmemiş olduğunu ancak daha sonra ki zamanlarda, yaşadığı bu olayı, bir gün merak ederek, Fırıncı Mehmet Efendiye sorduğunda; Otobüs kullanan şoförlerin, bunun kendilerine uğur getirdiklerine inandıkları için yaptıklarını ve bunu da gelenek haline getirildiğini öğrenmişti. Dalgın, dalgın dışarıyı seyretmeye devam eden Selim Bey, beyaza bürünmüş sahil kasabasındaki evlerin, geride kaldığını fark edince duygulandı. Otobüsün yol üzerinde, bir süre tarlaların ve ağaçların arasında bulunan, yoldaki çok sayıdaki dönemeçli yerlerden geçeceğini biliyordu. Bu dönemeçler bittikten sonra da, yaklaşık bir saat kadar daha sürecek olan yolculuğun sonunda, İstanbula varacaklarını artık ezberlemişti. Otobüsün görevlisi, içecek ve yiyecek ikramında bulunmaya başlamıştı. Selim Beyin oturduğu koltuğun yanına geldiğinde:
--- Merhaba, ne alırdınız? Diyen görevliyi zor fark etti. Görevlinin yüzündeki gülümsemeyi gördükten sonra, Selim Bey, görevlinin elindeki tepsinin içinde bulunanlara göz atarak:
--- Sağ ol, evladım. Bir şey istemiyorum. Diye yanıtladı. Görevli, Selim Beyin bu sözleri üzerine:
--- Peki efendim. Diyerek yanından dikkatlice ayrıldı. Kafasını biraz kaldırarak, otobüsün içerisini seyretmeye başlayan Selim Bey, ağırlaşmaya başlayan göz kapaklarından, uykusunun gelmeye başladığını anladı. Bu gün erkenden yolculuğa çıkacağı için heyecanından geç uyumuş olduğunu, yatağının başında duran saatin en son 03.00 gösterdiğinde anlamıştı. Her yolculuğa çıkmadan önce içinde olan yolculuk heyecanı, yıllar geçse de dizginleyemediğini de uyumaya başladığı sırada bir kez daha hatırlayarak, başını camdan dışarıyı seyredecek şekilde çevirerek, yolun kenarındaki sıralı elektrik direklerinin, yavaş, yavaş gözlerinin önünden kaybolmasına neden olan, göz kapaklarının da yavaşça kapandığını anlayamadı.
Omzuna dokunan elin bir iki kere kendisini dürttüğünü hissedip göz kapaklarını araladığında, beyaz gömleğinin üzerine lacivert papyonu takmış olan görevlinin:
--- Beyefendi. İstanbula geldik. Diyen sözlerini de derinden gelen ses gibi algılayıp, uyumuş olduğu koltukta doğrulmaya başladı. Esnemekte olan ağzını elinin tersiyle kapatıp, kafasının kendine gelmesini bekledikten sonra, camdan dışarı baktığında, Esenler Otogarına girmek üzere olduklarını anladı.
Bugün, İstanbulda kar yağışı olacağını, iki gün önce televizyonlardaki haberlerde izlemişti. Biraz daha kendisine geldikten sonra kar yağışının olmadığının farkına vardı. Yolcu otobüsünün, bağlı olduğu seyahat firmasına ayrılmış olan peronda durmasının ardından, ayağa kalkarak, rahat yolculuk yapabilmek için, otobüse bindiğinde, yanındaki boş koltuğa koymuş olduğu palto ve atkısını alarak, giydikten sonra otobüse bindiği orta kapıdan yavaşça indi. Bagajda bulunan bavulunu almak için görevlinin bulunduğu tarafa yöneldi. Görevliye, bavulunu gösterdikten sonra, bavulunu aldıktan sonra, arkasını döndüğünde karşısında duran siyah saçlı, bıyıklı, üzerinde lacivert mont ve altına da kot pantolon giymiş, geniş omuzlara sahip olan oğlu Azizi görünce, elindeki bavulu yere bırakıp sıkıca oğluna sarıldı.
Baba oğul kısa bir süre birbirine sarılı kaldıktan sonra, elini öperek başına koyan oğlunu seyrederken, Aziz, yerdeki bavulu alarak:
--- Hoş geldin baba. Haydi gidelim. Demesinin ardından:
--- Hoş buldum Oğlum, hemen gidelim. Diyerek oğluyla birlikte yürümeye başladılar. Park halinde olan oğlunun arabasının yanına geldiklerinde arka bagajını açarak, elinde taşıdığı bavulu bagaja yerleştiren Azizin bagajı kapatmasını seyretmesinin ardından, Aziz, ön sağ kapıdan araca girdi ve uzanarak diğer ön kapıyı açıp babasının binmesini bekledi. Arabaya bindikten sonra, oğlu arabasını çalıştırıp hareket ederken, dikiz aynasını da düzelterek, yola devam ettiğin de oğlunun, arabayı çok dikkatli kullandığını fark ettiği anda, oğlunun sesiyle irkildi:
--- Baba neden susuyorsun? Nasılsın, neler yapıyorsun? Anlat bakalım. Demesinden sonra gözlerini bir an daldırmış olduğu yoldan ayırarak:
--- Ne olsun, evladım. Gördüğün gibiyim. Bu halime de şükredip duruyorum. Cem nasıl iyi mi? Yasemin nasıl, çalışmaya devam ediyor mu? Diyerek, soruları peş peşe sıraladı.
--- Maşallahı var baba. Cem kocaman oldu, sağlığı da kendisi de çok iyi. Bir görsen kocaman adam oldu. Bu sene boyu da uzadı. Yasemin de iyi, çalışıp duruyor.
--- Maşallah, maşallah desene, benim Cemim aslan gibi oldu. Yasemin ile seni özledim. Fakat Cemi daha çok özledim. Bunu da özellikle belirtmek isterim. Bu arada:
--- Aziz, Tuncay nasıl iyi mi? Uzun zaman oldu, arayıp sormadı bile.
--- Cem doğduktan sonra Tuncayla benim pabucum dama atıldı zaten, bunun farkındayız baba. Tuncay çalışıyor. Bende bir haftadır görüşemedim. Kendisi iyi. Senin bugün geleceğinden haberi var, akşama bize gelecek.
--- Anladım oğlum. Akşama hep birlikte her seferinde olduğu gibi güzel bir ziyafet çekelim, oğullarımla sohbeti özledim. Senin işler güçler ne âlemde?
--- Tabi ki, ziyafet çekeceğiz baba. Yasemin dünden hazırlıklara başladı bile. İşlere, güçlere gelince buna da şükür baba.
--- Allah daha çok versin, oğlum. Sizlerin iyi haberlerini duydukça bende daha iyi oluyorum. Rahmetli anneniz de sağ olsaydı da bugünleri görebilseydi.
--- Baba, haydi ama! Bak yarın yılbaşı, lütfen hüzünlenme üzülme. Seni üzgün gördükçe bende üzülüyorum. Zaten bizden uzak yerde tek başına yaşıyorsun. Bu duruma ben yeteri kadar üzülüyorum. Yasemin de üzülüyor. Bundan da emin olabilirsin, üzülme artık.
--- Tamam, oğlum. Üzülmem sizleri gördüğüm zaman rahmetli anneniz aklıma geliyor da, Birazdan geçer. Ayrıca orada neden yaşıyor olduğum konusuna da gelince; sizlerle son beş senedir kaç kere görüşmüş olduğumu da unutmadım. Artık anlayın beni oğlum. Orada, benim rahatım yerinde, siz merak edip durmayın. Ayrıca da üzülmeyin.
--- Tamam baba. Bunları akşama konuşuruz. Eve de geldik sayılır.
--- Eve girmeden önce, Cem için, bakkaldan biraz çikolata alalım. Unutturma bana oğlum.
--- Olur, baba, Unutturmam.
Yeni bir yılı karşılamak üzere olan İstanbulun trafiğinde yoğunluk yaşanıyordu. Yeni yıl alış verişi yapmak için sokakları dolduran insanlar, yeni yıla girerken sevdikleri insanları mutlu edecek hediyeler alma gayreti içindeydiler. Mutlu olabilmenin boyutları, kimi zaman büyük kimi zaman da küçük oluyordu. Kimi zamanlarda da boyutların hiçbir önemi kalmıyordu. Bir nefes alıyor olmanın mutluluğunu bilen ve anlayan insanların varlıkları da inkâr edilemezdi.
II
--- Fazla geç kalma canım. Görüşürüz, öptüm seni. Dedikten sonra cep telefonunu kapatarak, kardeşini beklemekte olduğu pastanedeki, oturduğu masanın üzerine cep telefonunu bıraktı. İş yerindeyken, bu haftanın ne çabuk geçtiği aklına geldi. Yılbaşını kutlayacakları yarın akşamdan sonra da 2006 yılına da, pazar günü yatağında uyuyarak karşılayacağını düşündüğünde, yüzüne sıcacık bir gülümseme yayıldı. Akşamüzeri olmasına rağmen, dolu olan pastanenin içindeki kalabalığa karışarak, oturduğu masayı da zorla bulmuştu. Kardeşi Tunanın bir an önce gelmesi için, içinden dua ederken, bir yandan da masaların arasında hızlı şekilde hareket etmekte olan garsonların sanki Aragonesa[1]dansı yaparcasına, uğraş içinde olduklarını fark etti. Oturduğu masa, cam kenarında olduğundan, İstiklal caddesinde yürüyen kalabalığı da görebiliyordu. Neşe içinde gülümseyerek birbirleriyle konuşup bir yandan da grup halinde yürümekte olan gençlerin arkasında, elindeki bastonuyla yürümeye çalışan yaşlı adamın, bastonuyla gençlerin neşesine eşlik edercesine, Politos[2]dansını sergilemekten geri kalmayan halini görünce de gülümsemekten kendini alamadı. Masasına yaklaşan garsonun:
--- Hoş geldiniz hanımefendi. Sesiyle irkilmesinin ardından, dışarıda yürüyen kalabalığı seyretmeyi bırakıp, masanın yanında ayakta duran garsonun yüzüne bakarak:
--- Hoş buldum, birisini bekliyorum. Gelmek üzere, o geldiğinde siparişimizi vereceğiz. Der demez:
--- Peki efendim. Diyerek, verdiği yanıtının, garson tarafından onaylanması üzerine, garsonun da masasından uzaklaşmasının ardından, pastanenin içinde göz gezdirmeye devam ederken, masalarda oturan insanların yüzlerinde ki ifadelere dikkat etmeye başlayarak, zaman geçirmenin keyifli bir yolu olacağına karar verdi. Yan masada karşılıklı oturan ve saçları permalı olan genç kızın yüzünden fışkıran gülücüklere, karşılık veren delikanlının, genç kızı süzen gözlerinin, aslında birçok kelimeyi kısa yoldan özetleyen bakışlar olduğunu görünce, gençlerin arkasında bulunan masada tek başına oturan, orta yaşlarda ki adamın da, gözlerini önündeki olduğu masaya sabitlemiş olduğunu gördü. Bir an canının sıkıldığını hissederek cep telefonunu eline alarak, telefonunun ekranındaki saate bakmaya başladı. Saatin 18.00 yaklaşmakta olduğunu görünce Tunaya, geldiğinde sağlamından bir fırça çekmesinin gerektiğini bir an aklından geçirdikten sonra, kardeşini çok sevdiğini ve böyle bir şey yapamayacağını da anladı.
Yeniden camdan dışarıya bakmaya başlarken, üzerindeki mavi montuyla, uzun ve dalgalı, kumral saçlara sahip, narin yapılı gencin, pastanenin kapısından içeriye girdiğini gördüğünde içinden: Nihayet Tuna yani. Diyerek gülümsedi. O sırada içeri giren Tuna, kapıyı kapatarak, içeridekileri tek, tek incelerken, aradığını bulan insanların rahatlığıyla, ablasının masasına doğru yaklaşırken, hasret gidermek ve kucaklamak için, oturduğu yerden ayağa kalkarken:
--- Tuna, nerede kaldın? Seni beklemekten ağaç oldum. Ama neyse, boş ver. Derken, aynı zamanda da, kardeşinin boynuna sarılıp, yanaklarından öperken, kardeşi de boynuna sarılmış olan ablasının öpücüklerine, ablasının yanaklarını öperek ve sarılarak karşılık verdi.
--- Ablacığım ne sen sor, ne de ben söyleyeyim.
--- Şaka yaptım şaka. Hoş geldin. Dedikten sonra, yeniden ayağa kalkmış olduğu sandalyeye oturdu. Kardeşinin soğuğa meydan okurcasına üzerine sadece mavi montunu giymiş olduğunu fark edince de:
--- Kardeşim, sen ne zaman akıllanacaksın? Demeyi de unutmayarak, yüzünü de astı. Ablasıyla kucaklaştıktan sonra masanın karşı tarafına oturmuş olan Tuna:
--- Ablacığım, hiç olmazsa sen yapma bari. Evde annem, her görüştüğümüzde de sen. Diyerek biraz sıkkın olan yüz ifadesini ablasına hissettirdi.
--- Peki, tamam. Ben senin iyiliğin için söylüyorum.
--- Ablacığım onu boş ver şimdi. Sen annemle babama ne hediye alacağız? Onun kararını verdin mi? Diyerek, eliyle garsona işaret ederek, yanına çağırdı.
--- Kararımı verdim. Fakat öncelikle sana almış olduğum yılbaşı hediyesini beğenecek misin? Sen, esas bunu söyle, bakalım. Bu arada, kardeşinin yanına gelmiş olan garsonu fark etmeden, ayaklarının yanında duran poşetin içerisinden, parlak beyaz zemin üzerine iki tane küçük kırmızı kalplerin, basılı olduğu ambalaj paketini çıkararak masaya koydu. Masadaki hediye paketini gören garson, yüzüne hınzırca bir gülücük kondurduktan sonra:
--- Buyurun efendim. Siz de hoş geldiniz. Siparişinizi alabilir miyim? Derken bir yandan da, elinde bulunan sipariş pusulasının üzerinde duran diğer elindeki kalemiyle, çarpılar atmak için sabırsız tavırlar sergileyerek, başlarında beklemeye başladı.
--- Ben, sade neskafe içeceğim.
--- Peki efendim.
--- Ablacığım, sen ne içersin?
--- Ben de, sütlü neskafe istiyorum.
--- Peki efendim. Diyerek, almış olduğu siparişleri hazırlayıp, sunmak üzere yanlarından ayrılan garsonun ardından bakışlarını masaya çeviren Tuna, masanın üzerinde duran hediye paketini eline alarak:
--- Ablam, bana ne almış! Dur da bir tahmin etmeye çalışayım. Dedikten sonra yüzünde beliren gülümsemenin neticesinde gamzesini de ortaya çıkartmış oldu.
--- Haydi! Tahmin et bakalım. Diyen Sibel oturduğu sandalyeye sırtını dayayarak, kollarını göğüslerinin hizasında birleştirdi. Merakla kardeşinin tahminini beklemeye başladı. Elinde bulunan hediye paketini, alttan ve üstten, elleriyle mıncıklarcasına tahmin etme sürecine giren Tuna:
--- Bu ambalajın içinde olsa, olsa gömlek olur. Dedikten sonra ablasının gülen yüzüne baktı.
--- Bilemedin canım.
--- Haydi ya! Oysa o kadar mıncıklamama rağmen, nasıl da anlayamadım. Diyerek yüzündeki tebessümü unutmayarak, tekrar hediye paketini elleriyle yoklamaya başladı.
--- Dur canım, sana yardımcı olayım. Giyebileceğin bir şey ama gömlek değil!
--- Tamam, tamam. Öyleyse kırmızı havlu mu?
--- Yuh! Dedikten sonra kahkahalar atan Sibel ses tonunun biraz yükseldiğini fark ederek:
--- Bak, bir ipucu daha veriyorum. Rengine yaklaştın ama havlu da değil. Diyerek, kollarını masanın üzerine dayayıp, beklemeye başladı.
--- Vay be! Rengine yaklaştım demek?
--- Canımsın, seni daha çok merak içinde bırakmak istemem. Söylememi mi istersin, yoksa sen paketi açıp kendin mi görmek istersin?
--- Sakın söyleme ablacığım. Ben açıp bakmak istiyorum. Demesiyle birlikte, ambalajın üzerinde duran bantları parmaklarının gücüyle açarak, ellerinin arasında beliren hediyeyi gördüğünde:
--- Sen bir tanesin, ablaların ablasısın. Çok teşekkür ederim. Sen canımsın benim. Dedikten sonra bir anda kendisini dünyanın en mutlu insanı olarak hissetti.
--- Sen de, benim canımsın. Güle, güle giy. Diyen Sibel kardeşinin bu mutlu hali karşısında kendisinin de çok mutlu olmasına içten içe de sevinmeye başladı.
--- Doğru söyle. Bu vişne rengi boğazlı kazağı, çok istediğimi nereden biliyordun?
--- Sır.
--- Abla! Diyen Tunanın yüzündeki gülümsemenin azalmasına kıyamayan Sibel, elindeki tepside taşımış olduğu neskafelerle yanına gelmiş olan garsonun, servisini yapıp yanlarından uzaklaşmasını bekledikten sonra.
--- Tamam, açıklayacağım ama önce söz ver. Bunu, anneme söylemeyeceksin, ayrıca sen de kızmayacaksın.
--- Nasıl da düşünemedim! Diyerek yeniden gülümsemeye başlayan, Tuna kazağını ablasının uzattığı poşetin içine koyarak, önünde duran fincandaki sade neskafesini yudumlamaya başladı.
--- Hani söz verecektin?
--- Tamam. Söz veriyorum. Sizleri de çok seviyorum.
--- Bizde seni çok seviyoruz. Bunu sakın unutma. Diyerek sütlü neskafesini yudumlamaya başlayan Sibel, geçen Cumartesi günü gittiği, Üsküdarda ki işini hallettikten sonra annesine söz verdiği gibi onlara uğramış, beraber yedikleri akşam yemeğinden sonra annesiyle mutfakta ortalığı toparlarken, annesinden kardeşinin on gün önce görmüş olduğu kazağı almak istediğini öğrenmişti.
--- Unutmuyorum. Hiçbir zaman da unutmayacağım. Şimdi esas konuya gelelim. Anneme ve babama ne hediye alacağız.
--- Evet, annemize ve babamıza ortak kullanacakları bir şey alalım, örneğin...
--- Ne demek o?
--- Battaniye olabilir mi?
--- Battaniye mi?
--- Evet ama Hayrola neden şaşırdın?
--- Yok, yok şaşırmadım. Bir an hiç aklımda olmayan bir şey söyledin. Belki de biraz şaşırdıysam ondandır.
--- Bak kardeşim, bu zamana kadar her defasında biz onlara ayrı, ayrı hediyeler almadık mı?
--- Aldık, peki almakla hata mı ettik?
--- Aslında pek hata etmedik ama sanki onlara ayrı şekilde hediyeler aldığımızda, onların bütünlüğünü bozar gibi olduk, diye düşündüm de.
--- Onlar bir elmanın iki yarısı değiller miydi?
--- Bizim için evet, sonsuza kadar da öyle olacaklar bu nedenle de; Onların bir elma olmasını istemekten ne zarar gelir ki?
--- Aslında haklısın. Bu seferde bir elma olduklarını hatırlatmış oluruz.
--- Tamam, o zaman. Sorun kaldı mı?
--- Hayır. Öyleyse bir an önce neskafelerimizi bitirelim de, o battaniyeyi görmüş olduğun yere gidelim. Peki, nasıl hediye paketi yaptıracağız o kocaman battaniyeyi?
--- Akıllım, onu bende düşündüm. Geçenlerde yemeğe geldiğim de annemle babam, yemek masasında konuşurlarken; Yarın öğleye doğru halamlara gideceklerini duymadın mı? Halama gittiklerinde, orada fazla kalmayıp, gripten yatağa düşen halamı ziyaret ederek, geri döneceklerini söylemişlerdi.
--- Evet, konuştular ve bende duydum. O zaman söyle bakalım ablacığım, bu battaniye, bu akşam bizim eve nasıl girecek. Neticede burada alış verişimiz bitince bize gideceğiz.
--- Canım benim, onu da hallettim. Senle telefonda konuşmadan önce bunları düşünerek, annemi aradım. Bu gece işimin çıktığını ve gelemeyeceğimi söyledim. O yüzden yarın onlar, halamı ziyarete gideceklerinde zaten, ben de karşıda olacağım. Sen de evde olacaksın ve beni hemen telefonla arayacaksın. Ben de onlar evde yokken, battaniyeyi getireceğim. Battaniyeyi getirdikten sonra da annemizin göremeyeceği şekilde, yatak odalarında bulunan dolabın üstüne koyacağız. Gece saat on ikiyi gösterdiğinde de, ışıkları kapatıp seninle birlikte onları salonda yan yana bırakacağız. Biliyorsun her sene o saatte aynı koltukta yan yana olurlar, yatak odasına gidip battaniyeyi sakladığımız yerden çıkarıp, battaniyenin bir ucundan sen bir ucundan ben tutarak, onların arkasından yavaşça, omuzlarına örteceğiz. Planı beğendin mi?
--- Ya sen var ya. Ne diyeyim. Süpersin. Tamam.
--- Tamam, tamam çok güzel düşünmüşsün, haydi hesabı isteyelim de kalkalım.
--- Kalkalım. Dedikten sonra, masalarındaki boş fincanları almaya gelen garsondan, hesaplarını isteyip ödemeyi de yaptıktan sonra, pastaneden dışarıya çıktılar.
İstiklal caddesinde yürümekte olan kalabalığa karışarak, battaniyeyi alacakları mağazanın bulunduğu Tünel yönüne doğru yönelip, yürümeye başladılar. Yılbaşı nedeniyle, İstiklal Caddesi boydan boya ışıklarla süslenerek ışıl, ışıl hale getirilmişti. Mağazaların vitrinlerinin ışıkları da, bu şenliğe eşlik etmekten geri kalmıyordu. Noel babanın çanından çıkan sese, senede bir kere değil kıskanırcasına 365 gün, çıkardığı sayısızca çan sesiyle karşılık veren, tramvaydan bir kez daha gelen çan sesi de yürüyen insanların gürültüsüyle birlikte, bazı iş yerlerinden, İstiklal caddesine yayılan müzik seslerine de eşlik ediyordu.
Yılbaşı çekilişi için Milli Piyango bileti satan bayilerin ve seyyar satıcıların önlerinde biriken kalabalıklardaki insanların bir bölümü ise, senede bir kere ayaklarına kadar gelmiş olabilecek şansı, kucaklayan kişi olabilmek adına, Milli piyango bileti almak için çaba gösteriyorlardı. Battaniyeyi alacakları mağazadan içeri giren Sibel ile kardeşi, yanlarına yaklaşan mağaza görevlisine, almaya karar verdikleri battaniyeyi, hemen göstererek, mağaza görevlisinin, iş yoğunluğu nedeniyle başının sıkışık olduğu bu anda, ona en büyük yardımı yapmış olduklarını da biliyorlardı. Aldıkları battaniyenin, içinde bulunduğu, büyük poşeti elinde tutan kardeşi ile girdikleri mağazadan dışarı çıkan Sibel, yarın akşam, anne ve babasına yapacakları sürprizle, onları çok mutlu edeceklerinden adı gibi emin olduğunu aklından geçirerek, Taksim Meydanına doğru ilerlemeye başladılar.
Taksim Meydanına geldiklerinde Sibel, kardeşinin taşımış olduğu battaniye poşetini elinden alarak, onu yanaklarından öptükten sonra:
--- Sen buradan doğruca otobüsüne binip, eve gideceksin ve eve vardığında da, beni evde ki, sabit telefonla arayacaksın, tamam mı?
--- Tamam, abla sen merak etme. Ben eve gittiğimde seni ararım. Diyerek elinde, ablasının aldığı kazağın içinde bulunduğu poşetle duran Tuna, ablasının öpücüklerine karşılık verip, sarıldıktan sonra otobüs durağına ilerlemeye başladı. Kardeşinin otobüs duraklarının olduğu yöne gitmesini seyreden Sibel, evine gitmek üzere, iş yerinin bulunduğu Gümüş suyu caddesindeki, Beşiktaşa gitmek için, her gün bindiği dolmuşların, durağına doğru yürümeye başladı.
Taksim meydanının bitimindeki Atatürk Kültür Merkezini gören Sibel, bu heybetli yapısıyla sanat ve müzik kültürüne karşı olan insanlara, sanatın ve müzik kültürünün; Dünya üzerinde sağlanabilecek barışın, tek anahtarı olduğunu, tüm insanlara, yıllardır anlatmak istercesine haykırarak durduğunu, aklından geçirdi. Lise yıllarında arkadaşıyla, burada düzenlenmekte olan Yeni Yıl konserlerine geldiği zamanları anımsadı. Bu yıl da, yeniden gidebileceğini düşünerek, Atatürk Kültür Merkezine varmadan sol da bulunan, caddeye yöneldi. Dolmuş durağının olduğu yere geldiğinde, kapısı açık olan dolmuşun, arka koltuğun bulunduğu, cam kenarına oturdu. Dolmuş şoförünün beklediği son müşteri kendisi olduğu için, direksiyonun başında bulunan dolmuş şoförü, dolmuşu çalıştırarak, Beşiktaşa doğru yol almaya başladı.
III
Oturduğu yerden seyrettiği ve yılbaşı ağacı olarak üzeri süslerle donatılmış, yanıp sönen çeşitli renklerdeki küçük ampullerle ışıklandırılmış, suni çam ağacının, evine farklı bir heyecan kattığını hissediyordu. Kızı Ayline ve eşi Hakana almış olduğu yeni yıl hediyeleri de, yılbaşı ağacının altında duruyordu. Bu zamana kadar yılbaşı gecesini dışarıda kutlamayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Ancak bu yıl, yılbaşı gecesinde dışarıya çıkmamaya ve kimseyi de evlerine davet etmeme, kararı almışlardı. Yılbaşı gecesi için yapacağı yemekler konusunda, gerekli olan hazırlıklarını iki gün önce yaptığı alış verişle tamamlamıştı.
Yarın iş yerine gitmeyecek ve akşam yiyecekleri yemekleri, Aylinin de yardım etmesiyle birlikte hazırlayacaktı. Yıllar ilerledikçe geride kalmış olan yılbaşı gecelerini, çok arar hale geldiğinin farkındaydı. Milenyum olarak adlandırılan 2000 yılı dâhil, her Ocak ayının ikinci haftasında ki Pazar günleri, hayatındaki çok özel anlamı olan bir gün olarak, yer almaya başlamıştı. 2006 yılında da çok özel olan o günde, giyecek olduğu en şık elbisesini de ayarlamıştı. O günün yaklaşmakta olması da yeni yılı karşılarken daha çok heyecanlanmasına neden oluyordu.
Heyecanını azaltabilmek için de, çeşitli yolları aramaya başlarken, bir yandan da o günün, bir an önce gelmesi için de, sabırsızlandığını aklından geçirirken, aniden, mutfaktan elindeki yemek tabağında bulunan makarna ile çıkıp, üzerine pembe eşofmanlarını giymiş, uzun siyah saçlarını ensesinde toplamış olan Aylinin, yanına gelip oturması ile birlikte kendine geldi.
--- Kelebeğim! Televizyonu açmadan oturmuşsun, canın sıkılmıyor değil mi?
--- Hayır, tatlım hem biliyorsun ki, ben televizyon seyretmekten hoşlanmıyorum. Dedikten sonra kızının, kelebeği olmasının ne anlama geldiğini de ve özellikle de, yeni yıla girecek oldukları bu günlerde, neden bu şekilde seslendiğini, çok iyi biliyordu.
--- Biliyorum bilmesine de, bir an canının sıkılıyor olmasından endişe ettim. Bu yüzden sorayım dedim. Diyerek, yemeye devam ettiği makarnasıyla yeniden, haşır, neşir olmaya devam etti.
--- Tatlımsın, canımsın sen benim.
--- Sende benim kelebeğimsin.
--- Biliyorum.
--- Defalarca anlattın ama yine de dinlemek istiyorum. Beni dünyaya getirdiğin gün, neler hissettin? Diyen kızının, bu sorusuna aslında defalarca yanıt vermiş olduğu halde, bir kere daha yanıt vermekten bıkmayacağını biliyordu.
Yediği makarnasını bitirip, elindeki boş tabağı, önlerinde duran sehpanın üzerine koyduktan sonra, diğer elinde tuttuğu peçeteyle ağzını silmiş olan kızının, başını göğsüne dayamasıyla birlikte, ona sarılarak derin bir iç çekerken:
--- Neler hissettiğim, güzel bir soru ve hiçte, yabancı gelmedi. Diyerek, sözlerine ara verdikten sonra, kızının kıkırdamasına karşılık gülümsemeyle, saçlarını okşamaya başladı.
--- 1991 yılının Mayıs ayının 20sinde, dünyaya geldiğin gün, göbek bağını kesip, seni temizledikten sonra kucağıma verdikleri anda, gözlerin kapalıydı. Hemen gözlerini açmanı çok istedim. Ama benim kızımın o an, benim gibi inatçı olacağı da aklıma gelmemişti. Gözlerini açmanı istiyordum. Bunun nedeni de; Gözlerinin rengini merak etmemden değil de, o an açık olan gözlerinle bana bakıyor olmanı istememdi. Her ne kadar beni tanımayacağını biliyor olsam da, o an bunun olmasını çok istemiştim.
--- Neden?
--- Çünkü o ana kadar, hayata baktığım gözler dışında, benim kanımdan ve canımdan olan bir çift gözle ilk kez bakışma şansını yakalayacaktım. Aynı zamanda da, hayata başka gözlerle bakma şansını da, senin sayende yakalamış olacaktım. Sen inadı bir yana bırakıp, gözlerini açtığın anda, benim için, o ana kadar yaşamış olduğum hayat, o andan sonra daha çok değer kazanmaya başlamıştı. Bunu da anlamama, sen neden oldun. Senin şu yaşındaki hayat, bana göre; Anahtarı bir tek bende olduğunu zannederek, açmış olduğum içi boş sandık iken, sen doğduktan sonra, anahtarı denize atılmış ve kilitli olmayan açık ve içi dolu bir sandık oldu. Doğduğun o günden sonra da, ben o sandığın içinde bulunan sevgiden, şefkatten ve güvenden yapılmış olan elbiseleri sana bıkmadan, usanmadan her gün, giydirmeye başlamış ve halende giydirmeye devam ediyorum. En büyük korkum da, bir gün sana o elbiselerden bir tanesini giydirmeyi unutacak olmamdır. Bunu da bilmeni isterim tatlım.
--- Kelebeğim!
--- Efendim.
--- Seni çok seviyorum.
--- Ben de seni çok seviyorum. Bu arada unutmadan, şunu da bilmeni istiyorum.
--- Neyi bilmemi istiyorsun? Söyle kelebeğim.
--- Bir gün, o korktuğum başıma gelirse, bil ki o elbiseler sadece sana aittir. Başka kimsenin üzerine olmayacak elbiselerdir.
--- Tamam, O zaman, sende şunu bil ki!
--- Neyi?
--- O korkmuş olduğun günü yaşarsan, ben sana kızmayacağım.
--- Sahi mi?
--- Tabi ki sahi kelebeğim. Çünkü o elbiseleri bu zamana kadar giymişsem ve o güne kadar giyeceksem de, o elbiselerin bir kere giyildikten sonra da, kenara atılamayan elbiselerden olduğunu biliyorum. Onun için de hayatımın en güzel yerinde saklayıp duruyorum. Dedikten sonrada annesinin kolları arasından, oturduğu yerde doğrulup, yanaklarından öpmeye başladı.
--- Kelebeğim, benim uykum gelmeye başladı. Babamın geç geleceğini söylemiştin. Babam geldiğinde onu yanaklarından benim için öpmeyi unutma.
--- Tamam, tatlım unutmam. Haydi, sana iyi geceler, tatlı rüyalar. İyice dinlen, yarın güzel ama yorucu bir gün olacak.
--- Sende babam gelir gelmez yat kelebeğim. Çünkü yarın yorucu olacağını söylediğin günü, benimle paylaşacak olan da sensin.
--- Tamam tatlım. Baban gelince bende yatarım. Daha fazla geç kalmam, merak etme. Diyerek, sehpanın üzerine koyduğu ve içinde kullandığı çatal bulunan, boş yemek tabağını eline alarak, yanından kalkıp, önce mutfağa sonra da yatağına gidecek olan kızının ardından sevgi dolu gözlerle baktı.
Dışarıda esmekte olan rüzgârın, yüksek binaların dış cephelerini yalayarak, binaların aralarından geçerken, çıkardığı ıslık sesleri ile daha çok etkileyici olduğunu fark etti. Oturduğu yerden kalkarak, pencerenin yanına gelerek, gökyüzüne baktığında rüzgârın ıslığını takip eden bulutların arasından ay ve yıldızları görmeye başladığında yılın son gününü, gün ışığı altında geçireceklerini de anlamış oldu.
[1] Aragonesa: Aragon bölgesinden kaynaklanan 3 zamanlı ve hızlıca bir İspanyol halk dansı.
[2] Politos: Portekizin Duro bölgesinde 10. yüz yıldan beri gayda ve davul eşlikli oynanan sopa dansı. ]