Dünyada insandan çok aptal var. -Heinrich Heine |
|
||||||||||
|
-Herkesin deli olduğu bir dünyada, akıllı kalmak en büyük aptallıktır. -Yani aklının çivisi eksik olsa da zararı yok ama yeter ki aptal olma. ** Bugün devrimin sekizinci günü… Tecrit bölümündeki kölelerden üç kişi öldü. Ölenlerin biri eski güvenlik görevlisi, biri hasta bakıcı ve içlerinde bir de doktor var. Bitti mi? Hayır. Maalesef bugün iki yaşlı hastamızı da kaybettik. Ölenlerin cesetleri bir arabaya konup hastane -pardon devlet- sınırları dışına götürüldü. Bu araç da kısa sürede dönünce artık iyice emin oldum ki ölenlerin cesetleri gömülmüyor, ormanın içinde bir yere atılıp geliniyor; tabii böylece vahşi hayvanlara da gün doğmuş oluyor. Bir ağacın gövdesine sırtımı yaslayıp oturdum. Dinleniyorum. Tek başına serseri mayın gibi dolaşan hastalar var. Bunların sayısı çok fazla. Böylelerine katiyen dokunmayacaksın. Ne yapacakları belli olmaz. Bir de ayrıca bahçenin muhtelif yerlerinde düğüm düğüm insan görüntüleri dikkat çekiyor. Bazı düğümler arada bir çözülüyor, dağılıyor; serseri mayınlara dönüşüyor. Sonra bir başka yerde birden yeni bir düğüm oluşabiliyor. Birazdan büroma dönmek zorundayım. Çünkü hasılatlar gelmeye başlar. Kasanın parayla dolmasına az kaldı. Dolunca ne yapacağıma karar vermeliyim. Bundan da çok emin değilim. Kararı ben verirsem tüm sorumluluk da bana ait olur. O nedenle büroya geçmeden önce Maliye Bakanı’nı görüp durumu anlatmalıyım. Bakan beni çok iyi karşıladı. Oturmama izin verdi. Kasanın son durumunu söyleyince sevindi. Bana bir çay bile ısmarladı. Kasa dolduktan sonra gelecek paraları masa çekmecelerinin içine koyabileceğimi, orası da dolarsa kutularda muhafaza edebileceğimi söyledi. Açıkta para olacağı için kölenin yani muhasebecinin orada bulunmasını da sakıncalı görerek emir verip onu başka bir yere naklettirdi ve bundan sonra odamın kapısında yirmi dört saat nöbet tutulmasına karar verdi. Ayrıca devlet personeline silah alımında kullanılmak üzere bir miktar para getirmemi de emretti. Hemen büroya koşup istenen parayı ayarladım ve bakana imza karşılığında teslim ettim. Sonra tekrar koşarak çalışma yerime döndüm. Acele etmeliydim, bankalardan çekilen paralar her an gelebilirdi. Umduğum gibi oldu ve o gün kasa doldu. Hatta bir miktar parayı da masamdaki çekmece gözlerine yerleştirdim. İşim bittiğinde akşam yemeğine az bir zaman kalmıştı. Artık odamda tek başımaydım, bunun keyfini çıkarmak istiyordum. Ayaklarımı masanın üzerine koyup biraz dinlendim. Camdan dışarıya baktım, ortalık kararıyordu. O nedenle görüntü net değildi. Bu yüzden dışarı bakmaktan vazgeçip gözlerimi kapatıp biraz dinlendim. Ertesi gün öğleden sonra bir kamyonet dolusu silah geldi. Bunlar sarayın bodrumuna yerleştirildi. Tabancalar, uzun namlulu silahlar, bunlara ait mermiler vardı. Ayrıca el bombalarının ve dinamit lokumlarının bulunduğu sandıkların da araçtan indirildiğini gördüm. Bu silahların ne yapılacağı sorusu aklıma gelmedi değil. İç güvenliği sağlamak amacıyla mı kullanılacaktı, yoksa dış düşmanlara karşı mı? Neyse, bunu dert etmem gereksizdi. Nasıl olsa bu konuda kararı yetkililer verecekti. Bir türlü uyku tutmuyordu. Uyumak için öyle acayip şeyler düşünüyordum ki... Çocukken nasıl uyuduğumu hayal ettim. En tatlı çocukluk uykum hangisiydi? Annemin dizine başımı koyduğumda hemen uykuya dalıyordum. Gene bu yolu deneyecektim: İşte, annemin dizinde yatıyordum. Olmadı. Annemin dizi de fayda etmedi. Bütün gün sokakta oynadıktan ve iyice yorulduktan sonra yatağa kendimi atıp derin bir uykuya daldığım o günleri hatırladım. Tabii bu da çocukluk döneminde yaşanmıştı. Çocukluk döneminin dışında beni mutlu eden bir uyku hali hatırlamıyordum. Zaten hatırlasam da bir şey değişmeyecekti. Bu gece uyumamak için direnen bir başka ben vardı içimde. Öyle ki sayı saymayı bile denedim. Olmadı, olmadı. Kalktım. Odanın içinde biraz dolaştım. Dışarı çıkıp, yüzümü yıkadıktan sonra tekrar odaya döndüm. Camın yanına bir sandalye çekip oturdum. Kapalı camın ardından rüzgârın sesini az da olsa duyabiliyordum. Bu ses beni biraz rahatlatmıştı. Camı açıp dinleyecektim. Camı açmamla birlikte serin bir hava doldurdu odayı. Yataklardaki çarşaflar rüzgârın etkisiyle yere düştü. Oda arkadaşlarım uyandı. Bağırmaya, hatta küfretmeye başladılar. Ne deseler haklılar. Gecenin bu saatinde tatlı uykularından bu şekilde uyandırılan insanlar herhalde bana teşekkür edecek değillerdi. Hiç sesimi çıkarmadan camı örtüp ve ofisime gitmeye karar verdim. Bunu neden daha önce düşünemedim ki... Bu yüzden kendime kızıyorum. Ofisimdeyim. Işığı yakmadım, camı açtım. Sanki buradaki hava yatakhanedekine göre daha sıcaktı. Rüzgârın uğultusunu dinledim. Rahatlatıcıydı. Hızı da azalmıştı. Hastanenin bahçesinin bir kısmını ve karşıdaki iki binayı görebiliyordum. Bahçedeki aydınlatma lambalarının bazıları daha doğrusu çoğu sönüktü. Yanık olan üç lamba saydım. Işık gözümü alınca, bahçenin karanlık olan noktalarına doğru bakmaya başladım. Yaprakların hışırtısını dinledim. Gizemli bir ses gibi geldi bana. İleride karanlığın içinde bir hareketlilik fark ettim. Gözlerimi iyice açtım, dikkatimi artırarak o noktada topladım. Evet orada onlarca, belki de yüzlerce insan vardı. Bu insanların hepsi birbirinin kopyasıydı. Kısacık boylu cüceler... Cücelerin üstleri çıplak, altlarında ise bir peştamal sarılı. Şimdi daha net görüyordum. Evet, bunlar bu cüceler telaşlı telaşlı bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Acaba ne? Anlamam mümkün değil. Onlarca, yüzlerce insan var orada ama sesleri hiç duyulmuyor. Tuhaf değil mi? Cücelerin kargaşası sona erdi. Hepsi sıraya girdi ve düzgün bir şekilde yürümeye başladılar. Bana doğru geliyorlar. Ne yapmalıyım? Camı kapatıp saklanayım mı, yoksa bakmaya devam mı edeyim? Bana bir zarar verebilirler mi? Beni boğmaya kalkmasınlar?Ya da linç etmeye... Ben kararımı verinceye kadar onlar gelmişlerdi bile. Hiç biri beni görmedi. Halbuki çok yakınımdan geçiyorlardı. Buna rağmen ben kenara çekilip perdenin arkasına saklandım. Saklanmam uzun sürmedi. Bakmak istiyordum. Baktım. Başları yukarıda, atletik vücutlu cüceler adeta bir resmi geçit töreni yaptılar ve ilerideki ışığın altında kaybolup gittiler. Bittiğini zannediyordum, bitmemiş. Devamı var ama bunlar cüce değil: Her türden binlerce hayvan. Kuşlar çeşit çeşit, atlar, inekler, eşekler, filler, sırtlanlar, aslanlarla yan yana yürüyen ceylanlar, sürünüyorlar mı uçuyorlar mı belli olmayan yılanlar, hızlı hızlı giden kamlumbağalar, daha birçok hayvan ve en sonda birbirine sarmaş dolaş olmuş kedilerle köpekler... Geçip gittiler. Olanlara mantıklı bir açıklama bulamadım. Yaşadıklarımı bir doktora anlatsam hemencecik koyardı meşhur teşhisini: “Hallüsinasyon görmüşsün. Uykusuzluğun bir sonucu olmalı. Kullandığın bazı ilâçların yan etkileri de olabilir.” Nasıl da bildi amma! O kadarını ben de söylerdim, bunun için doktor olmaya gerek yok. Rüzgâr açık pencereden içeri giriyor, hafif hafif perdeyi oynatıyordu. Ayak sesleri duydum. Gelen vardı. Sonra kısa bir öksürük. Bir kere daha öksürük. Cama yanaşıp baktım. Bir güvenlik görevlisi. Elindeki çakmaktan çıkan alevi gördüm. Sigarasını yakıyor olmalı. Ona doğru yaklaşan biri daha var. Çakmak gene yandı, sonra söndü. Bir sigara da o yakmıştı. Dumanı değil ama her nefes çekişte sigaraların parlayan ateşini görüyordum. Bazen iki ateş bazen biri, sonra diğeri parlıyordu. Rüzgârın şiddetini artırdığı havalanan perdeden de anlaşılıyordu. Oda soğudu. Cami kapattım, perdeyi iyice çektim, ayağa kalkıp ışığı açtım. Odanın içinde bir tur attım. Bir tane daha. Sonra bir tane daha... Toplam kaç tur oldu hatırlamıyorum. Ensem tatlı tatlı kaşındı. Kaşıdım. Biraz sert kaşımış olmalıyım ki canım acıdı. Bir ses duydum, küçücük bir şey yanağımı sıyırıp geçti. Kaşıntı nedeni belli olmuştu: Sivrisinek. Önümde uçuyordu. Ensemi ısırmasına kızmıştım. İki elimin arasına kıstırıp öldürmek istedim. Şaaak. Avuç içlerime baktım, bir şey yok. Kaçırmışım. Sivrisineği aramaya başladım. Bulmalıydım. Geceyi rahat geçirmek istiyorsam mutlaka bulmalıydım. Gözlerimi tavana diktim, arıyorum. Yok. Eşyaların üzerine bakıyorum; zaten orada olsa da görmem imkansız. O kadar çok eşya var ki... İşte cam tarafından geliyor, ama ne geliş. Dans ederek geliyor. Pike yaparak kafama saldırınca ellerimle yakalamaya çalışıyorum. Gene başarısızım. Sinek karşı duvara ulaşmış bile. Orada iki kere dönüyor, sonra duvara konuyor. Bu sefer kaçamayacak! Masanın üzerindeki gazeteyi alıp birkaç kere katlıyorum. Öldürücü bir silah yaptığımdan emin olunca da sessizce duvara yaklaşıyorum. Benim boyumdan yukarıda, ama kolumu havaya kaldırınca yetişebilirim. Katlı gazete sağ elimde. Elimi arkaya doğru çekip kuvvet kazanıyorum ve sineğe vuruyorum. Küüütt... Sivrisinek duvara yapıştı. Duvarda biraz kan da var. Biri kapıyı çalıyor. Bu saatte kim gelmiş olabilir? Açıyorum. Nöbetçi karşımda. Az önceki gürültüyü duyduğu için merak etmiş. Herhangi bir açıklama yapmadan, duvardaki sivrinek ölüsünü işaret ediyorum. Bakıyor, görüyor, gülüyor ve rahatsız ettiği için özür dileyerek dışarı çıkıyor. Sineği öldürdüğüm aklıma geliyor, moralim bozuluyor. Yaptığımdan pişmanım. Üstelik telafisi de yok. Bir canı almıştım, bir canı yok etmiştim, bir canı öldürmüştüm. Bu durumda benim bir caniden farkım var mıydı? Olanları unutmak istiyordum, aksi oluyordu. Defalarca odanın içini arşınladım durdum. Odanın içindeki gidip gelmelerim beni yordu. Esnemeye başlayınca yataknaneye gitmemeye, burada koltuk üzerinde uyumaya karar verdim. Gözlerimi kapattım. Uyumuşum. Uyandığımda sağ kolumun uyuştuğunu, boynumun tutulduğunu fark ettim. Önce boynumu hafif hafif oynatarak düzelttim. Sonra sol elimle sağ elimin üzerini ovaladım. Neyse ki çabuk düzeldi. Üşümüştüm. Üstüme örtecek bir örtü almamak hataydı. İçimde sebebini açıklayamadığım bir sıkıntı vardı. Canım sıkılıyordu, hem de çok. Neden? Dedim ya nedenini bilmiyorum. Sıkıntı işte! Lanet bir rahatsızlık. Gün kötü bitmişti, başlayan gün de aynı... Çünkü ortalık önemli bir haberle çalkalanıyordu: İmparator'un en yakın adamlarından biri kayıptı. Kaçtı mı, kaçırıldı mı, başına kötü bir şey mi geldi? Bilinmiyor. Önce “söylentidir” deyip aldırmadım, ama güvenlik elemanlarının köşe bucak her tarafı aradıklarını görünce haberin doğruluğına inandım. Hastanede, pardon devlette aranmadık yer bırakmadılar. Benim ofisi bile aradıklarını söyleyeyim, gerisini siz tahmin edin. Aramalar bir sonuç vermedi. Adam adeta sırra kadem basmıştı. Aramalar sonlandırılıp olayı çözmek için kamera kayıtları incelenmeye başlandı. Kayıtlar defalarca gözden geçirildiği halde konu ile ilgili en ufak bir görüntüye rastlanmadı. İmparator bu olanlara çok kızmış olmalıydı. O nedenle saraydan çıkan herkesin suratından düşen bin parçaydı. Öyle ya her tarafı yirmi dört saat kamera ile gözetlenen, metrelerce yükseklikte duvarları olan, çok sayıda güvenlik elemanı tarafından korunan böyle bir yerden nasıl kaçılırdı. Kanatları mı vardı bu adamın da uçtu gitti? Dışarıda yani ormanlık alanda da arama yapması için bir ekip görevlendirildi. Dışardaysa fazla uzağa gitmiş olamazdı. Ancak saatler sonra bu ekip de eli boş döndü. (Devam edecek...)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |