Yalnızlık güzel birşey, ama birilerinin yanınıza gelip yalnızlığın güzel birşey olduğunu söylemesi gerekir. -Balzac |
|
||||||||||
|
Kendi dilinden anlattığı hayat hikâyesinde,1936 yılında doğduğunu, dini mûsıkî dalında ilk derslerini babası Hafız Hüseyin Efendi’den aldığını söyler. Özgeçmişini anlattığı hemen hemen her konuşmasının birinci paragrafında Babası yer alır ve onun ruhunu şu övgü dolu sözlerle yâdeder: “…Hâsılı babam, benim hem sebeb-i hayatım, hem öğretmenim, hem mürebbim,hem de arkadaşım olmuştur…”[1] 3,5 yaşında başladığı Kuran-ı Kerim hıfzını beş yaşında tamamlar. Daha 6 yaşında iken bir çok makamı pratik olarak tanıyıp, bir çok âbide eseri büyük bir beceri ile icra ettiğini anlatır.Artık o Mevlid, ilâhi, Durak, Na’t, Kaside, Gülbank ve diğer dini musıki fomlarını maharetle icra etmektedir. İlkokulu bitirene kadar Kur’an tilâveti ve Kur’anla ilgili temel ilimlerin tahsilini yapar. Dokuz yaşına geldiğinde ilk mevlid’ ini bir cami kürsüsünde okur. On yaşında iken bestekâr Rakım Elkutlu ile tanışır ve iki sene ondan feyz alır ve onun bütün eserlerini öğrenir. Ortaokula başladıktan sonra çok güzel bir sese sahip olan annesi Feride Hanım’dan şarkı formuna ait bir çok eseri meşk eder. Artık yeterli alt yapıya sahiptir. Liseye başladığı yıl aynı zamanda Belediye Konservatuarı sınavını da kazanır ve profesyonelliğe ilk adımını atar.(KÖK dergisi ,Mart/1982-sayı:13) Yetişirken Münir Nureddin Selçuk ve Alâddin Yavaşca’dan oldukça etkilenir. Bu isimler dışında Mesud Cemil, Şefik Gürmeriç, Nevzat Atlığ ve Ferdi Statzer’ in de öğrencisi olur. Kendini iyice yetiştirdikten sonra eser icrâ edrken yaptığı nüanslar erişilmez bir güzellik gösterir.Tabii ki bunda küçük yaşta edindiği hafızlıktaki tilâvetinin de oldukça büyük bir payı vardır. 1959 yılında İzmir Radyosu’nun açtığı sınavı başarı ile verir ve “yetişmiş sanatçı” statüsünde göreve başlar. Yine o yıl içinde “solist” ve “birinci sınıf solist”kadrosunu alır. Aynı Radyo’da 1967 senesinde “stajyer sanatçılar”a öğretmen, 1973’ de “Klasik Koro Şefliği”ne getirilir. O yıl Zakirbaşı İlhami Efendi,Manisalı Hafız Ahmed Efendi,Mübaşir Kemal Efendi ve Hafız İbrahim Efendi’ den Dini Türk Musıkisi formundaki eserleri meşk eder , uslup ve tavrını adeta mükemmel bir çizgiye getirir. Onun bu vasfı yani tasavvuf musıkisinde ustalığı da özellikle verdiği salon konserlerindeki icralarıyla ortaya çıkar. Cumhuriyet dönemi boyunca hiçbir solistin cesaret edemediği “naat”ı 1978 yılında Niyazi Sayın ve Necdet Yaşar’ın eşliği ile 900 kişi huzurunda okur ve dinleyiciler naat’in haşmeti ile huşu içinde ve coşkuyla “Allah, Allah”diye nidâ ederler. Bekir Bey’in icradaki üstün ve erişilmez kalitesini en iyi anlatan cümlelerden biri de her halde şu ifadelerdir : “…İsmail Dede’nin meselâ,’Nihân ettim seni ey mehpâre, cânımsın’ sözleriyle başlayan Sultâniyegâh bestesini evvelâ TRT arşivinden rastgele seçilmiş bir icradan veya Nevzat Atlığ Beyefendi’nin riyaset ettiği devlet korosundan dinledikten sonra bu defa Bekir Sıdkı Sezgin Beyefendi’nin icra tarzına ve hatta mümkünse koral icraattaki üslûbuna dikkat ederek mukayesede bulunmanız mümkün olsaydı neyi kasdettiğimi açıkça anlayacaktınız…”[2] Allah göstermesin ama o eseri bir de divalardan mivalardan dinlememiz, Bekir Bey farkını herhalde daha da bariz bir şekilde ortaya çıkaracaktır. Radyodaki solistlik ve koro şefliği görevlerinin yanında, açılışından itibaren Türk Musıkîsi Devlet Konservatuarı’nda öğretmenlik yapar ve 1980 senesinde bu TRT’den emekli olur.1983 senesinde Doğu müziği çalışmaları yapmak üzere Hollanda’ da kurulan bir müzik şirketinin sanat müşavirliğini de yapar. 1981-82 yıllarında yayımlanan“Sanat ve Kültürde KÖK”isimli dergideki yöneticiliği ve yazarlığı ile de Türk Musıkîsi’ ne farklı bir açıdan hizmet eder. 1985’ de emekli iken özel bir statü ile yeniden İ.T.Ü.Türk Musıkisi Devlet Konservatuarı’na öğretim görevlisi olarak döner. Son dönemlerinde Türk musıkîsinin yozlaşmasında önemli katkılarda bulunan , piyasa müziğinin çığırtkanlarınca “sanat güneşi” olarak tanımlanan Zeki Müren ile Klâsik Türk Musıkîsinin son dönem içinde en otantik ve kusursuz icracısı olan Bekir Sıdkı Bey’in vefatları arasında takriben bir haftalık bir zaman aralığı vardır. Ne kadar acıdır ki yazılı ve görsel medyanın şişirdiği bir Zeki Müren’ in cenaze töreni, dönemin Kültür Bakanı’nın da katılımıyla bir âyine dönüştürülürken,Geleneksel Musıkîmizin tartışmasız en büyük icracılarından birisi üstelik TRT’ ye uzunca yıllar emek vermiş bir büyük ismin ölüm haberi,TRT’nin haber bültenlerinde birkaç saniyelik bir süre ile geçiştirilecektir.Buna rağmen Türk Musıkisi camiasının yoğun katılımıyla kılınan cenaze namazından sonra ebedî istirahatgâhı Karacaahmet’ e defnedilir. Bu durum karşısında bir büyük musıki ustası isyanını şöyle ifade eder: “..Bekir Sıtkı Sezgin, bu ülkenin bir daha herhalde yetiştiremeyeceği çapta bir klâsik musıkî yorumcusuydu.10 Eylül günü vefat etti.Haberiniz oldu mu? Veya olduysa nasıl oldu? Hangi gazetede, hangi TV’de...24 Eylül günü ise Zeki Müren vefat etti. Ben ‘güneşi sönen’ medyaya bakınca, her halde meclis tatil edilir, millî yas ilân olunur, bayraklar yarıya iner, okullar kapanır, TRT ‘ağırlaştırılmış yayın’a geçer (biz de böylece TRT’nin gözünde matem müziği olan Ruşen Kam yönetimindeki klâsik korolarla senfonik müzik dinleme imkânı bulabilir)diye bekledim...” [3] Ölümünün ardından Türk basınında sayılı birkaç kalem de olsa onu hayırla ve övgü ile anarlar.İşte onlardan bazıları: “…Bekir Sıtkı Bey, Türk musıkîsini klâsik tavırla icra edebilen son birkaç büyük sanatkârdan biriydi.’Bu eser böyle okunmaz’ diye yakınıp, ’peki nasıl okunur,tarif et bakalım.’ itirazıyla karşılaştığımızda, ’İşte Bekir Sıtkı Bey’ in icra ettiği gibi okunur.’ diyebilme imkânını kaybettik… …Türkiye’nin en meşhur,en önemli ve en mûteber icracılarından birinin ölümü, nasıl olur da haber bültenlerini dolduran incir çekirdeğini doldurmaz, onca fâsık haber arasında olsun birkaç cümlecik yer bulamaz; kâzip şöhretlerin birbirinin ensesine şaplak atmasını bile ‘flaş’ başlıklı altyazılarla başımıza kakan medya, böyle bir haberi nasıl görmezden gelir?..”[4] Aynı yazar, bir başka yazısında şöyle devam ediyor : “…Zeki Müren’ den takriben bir hafta önce büyük ses ve yorum sahibi Bekir Sıdkı Sezgin’i kaybettik. Bekir Sıdkı Bey,bölünmüşlüğün değil, bütünleşmişliğin; tereddüdün değil,kararın,popüler olanın değil,geleneğin sesiydi.Temsil ettiği değerleri hiç de rencide etmeyen mütevazı akislerle aramızdan ayrıldı.Klâsik tarz icrâdaki kudreti,hiç tartışma kabul etmez tarzda Zeki Müren’den üstündü…. …Bekir Sıdkı Bey gibi hayatında ve sanatında bütünlüğün sırrına erişmiş olanların dramı ise zannımca,sanatkâr ruhların pek ihtiyaç duyduğu sevgi ve alâkadan hakkını yeterince tahsil edememekte yatıyor. Sanatkârın parçaladığını sanat bütünleştiriyor galiba.”[5] Beşir Ayvazoğlu ise onun ardından şunları yazıyordu : “…Evet o koca sanatkâr,henüz genç denebilecek bir yaşta göçüp gitti,tam tamına altmış yaşındaydı; fakat takvim yaşına sığmayacak büyük bir hayat yaşadığından mı nedir; son zamanlarda epeyce yaşlanmış görünüyordu…. …Ama onun sesi ve tavrına sanki ‘ezelden âşinâ’ idim;aslında bu ses ve tavırda bütün bir medeniyet konuşuyordu; binbir türlü saldırıya ve ihanete uğramış olmasına rağmen direnen bir medeniyet.O, tegannî ve terennüme başladığı zaman,’gemiler geçmeyen umman’ın önünüzde bütün açıldığını hissediyordunuz;ses ve ışıktan örülmüş bir kâinatta bir elmas yağmuru düşünün!..”[6] Ayvazoğlu’nun dediği gibi o, Osmanlı Müzik Tarihi’nin 15.yüzyıldan günümüze gelen periyodunda icra ettiği her eseri sanki Meragîler, Itrîler, Dedeler, Nikoğos Ağalar, Hacı Arif ve Şevki Beyler’ in zamanlarındaki otantikliği içinde falsosuz icra eder,hakikaten müziğinini bir dini ritüel imişcesine dinletirdi TRT onun yıllarca mikrofonlarına okuduğu Türk Musıkîsinin en seçkin bestelerinin kayıtlarını saklamaya lüzum görmediği için, ölümünden sonra Neyzen Sadrettin Özçimi ile Türk Musıkîsi Vakfı’nın ortak girişimi ile,özel koleksiyonlarda bulunan ve içlerinde Mevlid ve Naat gibi tasavvufî formların da bulunduğu 45 eserlik 3 CD’nin yapımını gerçekleştirerek, onun muhteşem yorumunun bir ölçüde gelecek kuşaklara aktarılmasında önemli bir görevi yerine getirmiş olurlar. [1] Ahmet Şahin AK,”Türk Musıkisi Tarihi”,Akçağ Yayınları,Ankara/2002,s.225 [2] A.Turan ALKAN,”Dede’yi Anlamak Mümkün mü?”,Zaman Gazetesi,12 Şubat 1996 [3] Cinuçen TANRIKORUR,”Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler”,Ötüken Neşriyat,İstanbul/1998,s.378 [4] A.Turan ALKAN,”Memleketin Görünmeyen Direklerinden Biri Göçtü”,Zaman Gazetesi,16 Eylül 1996 [5] A.Turan ALKAN,”Sanatkârın Parçaladığını Sanat Bütünleştiriyor”,Zaman Gazetesi,30 Eylül 1996 [6] Beşir AYVAZOĞLU,”Bekir Sıdkı Sezgin”,Zaman Gazetesi,13 Eylül 1994
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Salih Zeki Çavdaroğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |