İnsandaki gerçek güzelliği ancak yaşlandıkça görebilirsiniz. -Anouk Aimee |
|
||||||||||
|
Üniversitede ilk yılı başarıyla bitirmişti. Ziraat mühendisi olacaktı, ailesi ısrarla bunu istemişti, o da çiftlik işleri sevdiği için buna karar vermişti. O muhteşem yaz günlerinde çiftlik evinde her işe yardım ediyor, tarlada çalışan işçilerle takılmaktan, onlarla iş yapmaktan çok hoşlanıyordu, tarlada ağır işte çalışmak zorunda değildi ama onlara yakın olmak için zordan kaçmazdı, onlarla çalışıp yorulup yemek yemenin hazzı başkaydı. Deli gibi acıkırdı, yoldum deyip iş bırakmazdı, acıktım deyip iş bırakmazdı, oturup çay içeyim deyip işi bırakamazdı, bıraksa bırakır, giderdi mutfakta kendine et kızartıp tıka basa yerdi, ama hayır, onlarla çalışırken onlardan biri gibi hareket ederdi, hiçbir ayrıcalığı yokmuş gibi yapardı, ailesi bu duruma kızardı, kendini heba etmene gerek yok derdi, o yoğun iş günlerinin birinde tarlada çalışmaya gelen yeni bir kız dikkatini çekti. 14 yaşındaki bu kız diğer köylü kadın ve kızlarının arasına katılmıştı, Coşkun, iş yaparken gözleri hep kızın üstündeydi, çaktırmadan onu izler, ona yakın olmaya çabalardı, kızın saf ışığını onu görür görmez fark etmişti. Fakir köylü bir kız olduğu apaçıktı, sarı saçları bir başkaydı, Coşkun’un gördüğü hiçbir sarıya benzemiyordu, uzun kirpiklere sahipti zarif kız, mavi gözleri iriydi, mavi gözlerinden taşan şey, o ışık, o tatlı bakışlar…güneş gibi parlıyordu bu ince ve ufak kız. Coşkun onunla selamlaşmaya, ahbaplık kurmaya başladı, dostça sohbetler ilerliyordu iş esnasında, ona yakın bulunmaktan, onunla sohbet etmeden büyük haz alıyordu. Köylü bir kız gibi değil de, kibar kibar konuşan ses tonu da güzel bu parıldayan kızı her gün görmese olmazdı, alışkanlık büyüyordu. Coşkun onu evinin yoluna bırakıyor, bir süre yürüyorlar, kız; “Coşkun abi daha gelmesen, dedikodu olur” diyor, Coşkun da oradan kızı bırakıp yoluna gidiyor, kimdir nedir, kimlerle yaşıyor, delice merak ediyordu, kıza sorular sormuş kız soruları geçiştirmiş, konuyu başka taraflara getirmişti, Coşkun kız hakkında bazılarına sorular sormaya başlayınca, onun hakkında soru sormasan iyi edersin diye yanıtlar almış, kimse kız hakkında konuşmak istememişti. Köydeki yaşlı bir adam birkaç şey anlatmıştı, ve Coşkun dehşete kapılmıştı. Songül, halasıyla kalıyordu, annesi babası boşanmıştı ve çocuklar bir yerlere dağılmıştı, çalışıyorlardı ve kendilerini kurtarmak peşindeydiler, en ufakları Songül’dü, hala Havva ilk evliliği yıllarında kocası işteyken biri girmeye çalışır, sesi duyar ve pencereden tüfekle ateş eder, başka bir gece yine bir tıkırtı duyar ve kadın hazırlıklıdır, günlerdir onu beklemektedir, Elinde kısa bir balta vardır, adam tornavidayla pencereyi açmaya çalışırken beklemektedir, Ses kesilir, kenardan bakar, adam oradan uzaklaşmıştır, saatler sonra, yatağa yatmış tam uykuya dalacağı sırada başka bir pençeden tıkırtılar geldiğini duyup korkuyla ayağa kalkar, beş yaşındaki oğlu koynundadır. Diğer oğlu sağırdır ve yatağında bebek gibi uyumaktadır. Uyanan çocuk ağlamaya başlar ve onu susturmaya çalışır ve eline tüfeği alır, diğer elinde balta, sesleri dinler. Ses yoktur, salona doğru usul usul ilerlemeye karar verir, yatak odasından tam çıkacağı sırada, dakikalar önce kapıyı levyeyle ustaca açmıştır adam, Havva salona çıkan koridora adımını attığı anda nefes sesi duymuştu, orada biri vardı, duvarın ardında saklanan adam fark edildiğini hissetti ve bu sırada şangırtı koptu, cama iri bir taş atılmıştı. Havva korkuyla yerinden sıçradı, tüfek elinden düştü, başını o tarafa çevirmişti, adam hücum etti. Havva, baltayı savurmaya fırsat bulamamıştı, adam onu itip yere yıkılmıştı, çocuk korkuyla çığlık atıyordu, kırık pencereden diğer adam içeri girmeye çalışırken elini ve yüzünü sarkıt gibi duran cam parçaları kesti ve geri çekildi, tekmeyle kırmaya çalışıyordu sivri camları, Havva, yerde adamla boğuşuyordu, adam elindeki iple kadının ellerini bağlamaya çalışırken, “yardım et, tutamıyorum!” diye bağırdı, Havva bu iki adamın elinden ne olursa olsun kurtulması gerektiğini anlamıştı. Çocuklarına zarar gelmesinden daha çok korkuyordu, Uzun boyluydu, 1;90 vardı, elinde baltayla saldırıyorsa 3 metre olurdu gözünde, iri yapılıydı, ufak tefek adam diz vurup başını üstünden top gibi duvara fırlattı. Başı duvara toslayan adam kıvranırken diğer adam yetişmişti. İri bıçağı çıkarmış, “kıpırdama ayı!” diyordu, çocuğu kapmıştı, bıçağı çocuğun gırtlağına dayamıştı. Havva durdu, başından kanlar akan diğer adam toparlandı, “boğa gibi güçlü be bu kadın,” güldü, ama kadının bir metrelik kalçası için her şeye diğer, diğer adam dedi ki; “durma, git öteki çocuğu yakalayıp getir, bu ayı bizim işimizi bitirmeden!” “Tamamdır” deyip gitti. “Çocuğu bırak, sana istediğini veririm.” “Önce seni bağlayalım” dedi. Ufak çocuk durmuyordu, adamın elini ısırınca “seni pis köpek yavrusu!” dedi, çocuğu bırakmak zorunda kaldı. Havva atıldı, bıçağı savurdu adam kadının bir elinin parmakları kesildi; ama durmadı, bıçağı alıp adamın gırtlağını kesiti. Çarçabuk koyun keser gibi. Baş gövdeden ayrılmak üzereydi. Diğer adam sağır erkek çocukla boğuşmuş, onu tutup çekerek getirmeye çabalıyordu ve çocuk bağırıyor, ağlıyor ve direniyordu, bir yumruk attı ona ve çocuk direnmeyi kesti, onu sürüyerek yatak odasına getirdiğinde ay ışığının aydınlattığı cesedi gördü, adamın boğazı kesikti; ama ölmemişti, garip sesler, korkunç bir yaratık gibi sesler çıkarıyor, can çekiliyordu, ayakları hızlı hızlı kımıldıyordu, duvarın kenarında onu bekleyen Havva, baltayı indirdi, ve bıçakla onun da boğazını kesti. Havva, evin dışına çıktı ve bir sigara yaktı, bu adamlardan bir tane daha var mıydı? Belki dört taneydiler, elinde el feneri, yaralı eli sargılı, mısır tarlasında dolanıyordu, ses duydu, bir adam şarkı söylüyordu. Ses yaklaştı, uzun yol kamyon şoförü kocası orada oturmuş içiyordu, kör kütük sarhoştu. Önünde yere saçılmış paralar vardı, o kadar çok para vardı ki. “Karımın işini bitirdiniz mi?” diye sordu, “Yaşar, sen misini? O lanet karıdan öylesine bıktım ki. Hem gebermesi çok iyi oldu, öldürdünüz onu değil mi, siktiniz onu değil mi?” Yaşar, genç bir sevgili bulmuştu. İki arkadaşı karısıyla birlikte olmak için ona çok para ödemişlerdi. Ve adam karısının ölmesini de istiyordu. Köyden birilerine karısının para karşılığı bazı adamlarla yattığı yalanını atmıştı. Karısının kulağına çalınmıştı bu dedikodu, onu bir elime geçirsem doğduğuna pişman edeceğim diye düşünür, ağlamaktan mahvolurdu, kahroluyordu, nasıl bir insan böyle yalan atabilirdi. İtibarı sıfır olmuştu. Adamlar onu öldürmeyecekti; “ama öldüreceğiz” diye yalan attılar, bu adamlar bu kadını görmüşlerdi, o eve defalarca gelişler, içmişler, yemek yemişlerdi, bu iki bahtsız ve yalnız adam kadına hayran kalmışlardı, onunla yatmak için her şeyi yaparlardı, onun muazzam büyük kalçalarını görüşlerdi, eve yatıya geldikleri bir gün. Kadın banyodan çıkmıştı. Adamların içerde olduğunu bilmiyordu. Havva, arkadan adama yanaştı ve onun da boğazını kesti. Üç kesik başı da gidip köy meydanına attı. Sonra tutuklandı. 10 yıl hapis yattı. Coşkun, duyduklarından sonra dehşete kapıldı. “Yaşlı adam kızdan uzak durmam için uyduruyor, abartıyor” diye düşündü. Ve kızı bıraktıktan sonra saklandı ve onu tarlalardan geçerek takibe koyuldu. Küçük kız mısır tarlalarının ve koca koca ağaçların çevrelediği bir evde yaşıyordu, tıpkı Hüseyin dedenin anlattığı gibi, mısır tarlası içinden tek katılı evi gözetlerken, “bu evde iki kişinin başı koyun gibi kesildi ve üçüncü de buralarda bir yerde, evin mutfak penceresinin yüz metre karşında üçüncü adam kesildi, tam bu cıvar olmalı” diye düşündü. “Sahiden o kadın o kadar korkunç muydu, o kadar uzun, güzel güçlü ve devasa kalçaları mı vardı, yok be, yalan atıyor olmalıydı.” O zamanlar kadın 22 yaşlarındaymış. Şimdi kırk olmalı. Yok camım, hiçbir kadının kalçası da bir metre olmaz ki.” Güldü. Ama korkuyordu. Tek katlı, bakımsız, perişan bir evdi burası. Coşkun, eve doğru biraz daha yaklaşayım dedi, bir bok görmüyorum, o ayı kadını çok merak etmişti ve iri köpek, kangal köpeği uykusundan uyandı, havlıyordu, Coşkun’un korkudan zıpladı kalbi, Havva; “ne oluyor be oğlum” dedi, kapıya çıkmıştı, Songül’le birlikte: “Hala, sal onu gidip bulsun o her neyse.” “Sarhoşun tekiyse öldürür adamı, başımız belaya girer.” “Bizi gözetleyen sapığın tekiyse? Bize tecavüz etmek niyetindeyse?” Havva, köpeği saldı ve Coşkun zincir sesini, diyaloğu duymuştu; fırladı. Köpek mermi gibi fırlamıştı. Allah’ım diyordu Coşkun, lan niye köpekleri olduğunu söylemedi ki. Ha, Songül arada söylerdi, “acaba, aslan ne yapıyor acaba, aslan nedir dediğinde kedim demişti, kedisinden söz ederdi, yalan atmış meğerse. Havva, bağırdı at gibi koşturan köpeğin ardından, “aslan tut, yakala o şeyi!” diye bağırıyordu. Coşkun, tarladan çıkmak üzereydi, burada bir armut ağacı olacak, oraya çıksa, olmaz, biraz daha dayanırsa dere var, köpek arayı kapatıyordu, iriydi ama kısa mesafede iyiydi, Coşkun ağacı geçti ama ağaca tırmanmadığı için pişmandı, burada bir yerde eski bir ahır vardı, hayalet gibiydi, onun içine saklanabilirdi. Ahırın eski kapısını açmaya çalışırken telle bağlıydı, ahırı arka tarafından yavruları olan köpek hırlamaya başladı, iki erkek köpek sesi geldi, Coşkun fırladı, meyve bahçesine daldı, bu sırada koşarak gelen köpeği diğer köpekler karşıladı, onlar kapışırken Coşkun arayı açma fırsatı bulmuştu, kangal köpeği onlardan kurtulamaya çalışıyordu ama köpekler peşini bırakmadı, kangal geri dönmek zorunda kaldı ve köpeklerde biri coşkunun peşine düşmüştü. Kan ter içinde kalmıştı ve yerden toprak taş bulup fırlatıp bağırınca köpek durakladı, şaşırdı ve vın diye kaçtı. Havva 10 sene hapis yatıp çıktıktan sonra bütün köylü ondan uzaklaşmıştı, ondan deli gibi korkuyordu, “farkında olmadan yanlış bir laf ederiz de onun da zorunda gider de kafamızı keserse” diye bir korku vardı herkeste, halanın olduğu evin yakınından geçen yolda akşam ve gece kimse geçmezdi. Havva, köye inerse omuza bir balta koyardı, onu gören yolunu değiştirirdi. Onu gören, korkudan lafını unuturdu, Havva da şöyle gevelerdi, tarlada çalışan kadınların yanından geçerken: “Ne olacağını Allah bilir ya, günün birinde yine kopartacağım bir kafa, sonra bir tane daha, sonra bir tane daha, öncekinde yırttım küçük bir cezayla, haklıydım, Bu kez haksız olsam da kopartacağım bazı kafaları, tekiniz bile arkamda durmadı, orospu saydınız beni, bir taneniz bile arka çıkmadı, günün birinde bazlarınızı kesersem, evinize gelir kesersem, sıcacık yatağınızda yatarken…şaşırmayın, korkmayın, baltama bıçağıma kuzun gibi teslim olun, bağırıp çağırmayın, zorluk çıkmayın…çok ağladım ve yalnız kaldım, sizin tarlalarınızla sizle başka tarlalarda çok çalıştık sizi sevdim ama hepiniz kalleş çıktınız. Bu yanınıza kar kalmayacak bilesiniz. Birininiz alırım gece, keser gömerim, kimse bulamaz, önceki saflığım kafaları köy meydanına atmaktı, hakkımda dedikodu yapana bu olur demek istedim, ama daha öyle yapmam, keser biçer ve gömerim kimse bulamaz. Her gördüğüne böyle söylemlerde bulunur lafa atardı. Kafalarını nasıl gövdeden ayırdığını, adamların nasıl acı çektiğini, boğazdan akan kanın sesini taklit ederdi, insanlar dehşete kapılır kaçar, hala ise kahkaha atarak gülerdi. Olay yerine gelen köylülerin anlattıkları…bunu duyanlar nasıl dehşete kapılmasın, her yer kanla kaplanmış, çırpınan cesetler…hayvan can çekişmesine dayanamayan bu normal inşalar insanın can çekişmesi sahneleri…duydukları korkunç hissettirirdi ve rüyalarına girerdi, halanın katliamı efsane olmuştu köyde. Yaşlı annesiyle yaşarken yalnızlık tuğla gibi vuruyordu yüzüne, canı acıyordu, birkaç inek bakıyordu ve para lazımdı, böyle geçinilmiyordu. Onu kimsenin tanımadığı bir yerde iş bulabilirdi, burada da bulabilirdi, köylüler ondan korktuğu için ona iş verebilirdi; ama buradan uzaklara gidip kafa dinlemek, yalnız kalıp geçmişinden uzak kalmak, hayatını yaşamak istiyordu ve evi terk etti, yaşlı annesi idare edebiliyordu arada uğruyordu eve. Çocuklarla annesi ilgileniyordu, biri eşekten düştü öldü, ufak olan, sağır olan ise uzak bir şehre çalışmaya gitmişti, elde avuçta sığınağı hiçbir şey kalmamış ve tek annesi kalmıştı, o da giderek elden ayaktan düşüyordu, yeni hayatına dair yepyeni umutlar yeşerirken, o eşeğin başını kesti. Çok asabi bir eşekti ve ölümü hak etti diye düşündü, ve bu da efsane biçimde yayıldı köyde, eşeği astı kesti diye, işkence etti diye. Biri görmüş. Bire bin katarak anlattı köylüye. Sonra evin kedisini kuduz sanarak evin önünde incir ağacına astı, kedi kıvranarak ölürken bazıları bu olayı gördü, veterinere götürdü kafayı, kedi kuduz değilmiş, bütün bunlar halanın gaddarlığını, katliamcılığını, bundan hoşlandığı efsanesini perçinledi. Hatta köyün lakabı çıkmıştı, gaddar kadının köyü diye, köy artık bu lakapla anılıyordu. Ve yeni bir köyde işe başlamıştı, kambur ve yüzüne kimsenin bakmadığı bir adamla yemekte sohbet etmeye başladı, asabi ve küfürbaz adamla kimse muhatap olmak istemiyordu ve ateist bu adam içmeyi seviyordu, günahlar ve acınası adama tarla sahibi üç beş kurup alır diye iş vermişti, adam bu iş için yalvarmış, ağlamıştı, karşısında ağlayan sakallı ve saçlı başı uzanmış bir adam gören yaşlı kadın, bu dinsiz imansız beli yola gelir iyilik edeyim diye düşünmüştü, çok zayıf bir adamdı, karga leşi derlerdi ona, kambur adam, simsiyahtı yüzü, bir kargası vardı, onunla konuşur sohbet ederdi, köpek kulübesine benzeyen bir barakada tek başına yaşardı, tarlada çalışan karı kızlardan birini kandırıp yatağa atmak peşindeydi ama kimse ona pas vermezdi. Günün birinde Havva; “kimse var mı?” diye bağırdı kapısında, “uzun adam neredesin?” Kambur adam ona kapıyı açtı, korkuyla titreyerek, kafamı mı kesmeye geldi acaba, bir yanlış mı yaptım ona, geçen sefer kalçasına çok baktım, hesap sormaya geldi kesin; bittim” Hemen özür dilemeye başladı: çok özür dilerim Havva kardeş. Ne desen haklısın. Bokun tekiyim, bağışla. Ne geveliyorsun ya, bir çayını çorbanı içmeye geldim. Numara yapıyor olmalıydı, benim çayımı kimse içmek istemez ki. Sonra. Yok canım. Hesap sormaya gelmedi herhalde diye düşündü. Peki bu iri, Artvin boğası gibi, anıt ağaçlar gibi görkemli, bak bak gözünü alamayacağın bu eşsiz varlık nasıl odu da ona gelmişti, çay vardı, kuru çay ve ekmek zeytin çıkardı, Havva yere bağdaş kurup oturdu ve sarı eteğin kapladığı iri baldırlarına bakakaldı. İçi gitti, bakmamaya çalıştı, Havva evin sağını solunu inceleyerek, orada kambur adam yokmuş gibi bir hava inceleme yapıyor, keyifle çayını içiyordu. Kambur adam dayanamadı, fırsattı ve kadının bacaklarına göz dikti. Çok heyecanlanmıştı. “eteğini biraz açar mısın baldırlarını göreyim?” dedi. Havva güldü. Tilki gibi bekleyen, ağzındaki dişlerin çoğu dökülmüş, ön dişleri olmayan ve diğerleri ya kırık ya da simsiyah olmuş kambur adam sırıtıyordu. Havva sert, öfkeli bakıyordu. Çok özür dilerim, saçmaladım, bunu unut lütfen. İşte benim .çöplük böyle. Sucuk ve yumurta var, yapayım mı Yap. Ama az önce taciz ettin beni; önce bunun hesabını vermen gerek. Az ötede, masada duran baltaya çevirdi gözlerini kambur adam. Bunu sakın düşünme. Düşündüm çünkü baltayı eline verecektim, kafamı kes diye, ama kesmeden önce bacaklarını baldırlarını aç göster bana, ,sonra kafamı koparabilirsin. Adam ağlamaklı söylemişti bunları. Baltayı bana getir. Kambur adam korkuyla kalktı yerinden, baltayı alıp getirdi. Havva baltayı tek eliyle tuttu, şimdi bana yumurtalı sucuk yap. Yerde küçük tüp vardı, kambur adam işe girişti, arkan bana dönük olsun Arkam dönükken baltayı indir diye mi? aniden indireceksin, ölümün geldiğini bilmeden pırt diye gideceğim. İyi fikir. Namını duydum, sana sulanmak büyük hataydı. Tamam, bana bir yerini göstermesen de olur, karşımda biraz dans etsen? Sonra beni öldürsen? Sigara içip seni seyretsem? “İşine bak!” “Beni öldürdüğünü anlarlarsa hapse girersin, yumurta yersen iz bırakacaksın tabakta çatalda, çay bardağında parmak izin çıkacak, o bardağı yok etmen lazım, şurada çuval var, tabağı, çatalı da çuvala at, bir yere göm, beni gömersen iyi olur, cesedi bulamazlarsa cinayet de yoktur. Geçen hafta hani beyaz etek giydiğin gün, hep kara şalvar giyerdin ama o gün beyaz etek giymiştin. Ve bacakların 30 santim kadar ilk kez açıktaydı, o gün benim için rüya gibiydi, seni uzaktan gördüm, şu tarla kenarındaki ağaç kesme işinde sorumlu iyi ki bana görev verdi, yoksa yanına gelip bacaklarını göremeyecektim, kimse de gelmek istedi, sorumlu kaç kişiye dedi, kafamızı keser, kaza maza der çıkar işin içinden dediler. O şişman adam.. Şişman adam ağaç keserdi, budama yapardı, Elektrikli testereyi istedi Havva: “Ver ben yapayım. “Sen beceremezsin.” “Yaparım ustam ver bana.” “Sen bunu boş ver de anlat bakalım, üç kafa kesmişsin filan?” “Orasını karıştırma.” Şişman adam güldü: “Üç kafa kestiğine inanmıyorum, bir kadın bunu asla yapamaz. Köyde şahane yalan bir efsane duydum hakkında. Bire bin katıp anlatıyorlardı, çok bunaldım bu masaldan. Bence senin bir sevgilin vardı ve cinayetleri o işledi. Sen az ceza alırsın diye, namusumu kurtardığın ayağına öne çıktın,” “Konuyu kapatsan iyi edersin.” Kapatmazsam ne olur, sevgilin benim de kafamı mı kesece? Güldü, “Sen bence bu köyden değil de, şehir dışından başka köylerden iş yapmak için gelen gençlerden biriyle kafaları uydurdun, o gece onunla sevişirken kocanın dostları sizi yakaladı, ve o iki adamı katletti, kocanı. Yaptığınız iş gerçekten polisiye filmleri aratmayan türden. “Bak seni yine uyarıyorum, şu ağacı keselim, ve var git yoluna.” “Ağaç kesilecek tabi.” Bu arada kambur adam ikisinin sohbetini sigara içerek içiyor ve koynunda ilaç şişesine koyduğu viskiyi arada çıkarıp içiyor. Çıt etmiyor, bakalım bu muhabbet nereye gidecek diye zevkli, şu şişman adamın kafası kesilecek mi ne olacak çok merak ediyor. Müdahale ederse kabak başına patlar, ve Havva onu sinek gibi ezer, bu tarla köyden uzakta ve civarda kimse yok, Havva, şişman adamı ve kendisini öldürse kim bilecek ki, tanık filan yok. “Sen şu olayın gerçeklerini bana bir anlatsana, kimseye anlatmayacağım, söyle, gerçeği anlat.” Sabrımı çok zorluyorsun. Ya tamam, nasıl öldürdün adamları, olayı baştan sonra anlat.” Oturdu şişman adam, gerçekten öldürdüysen olayı başlatan sonra anlat, ben de diyeyim ki efsane denen şey harbi gerçekmiş. Ama gerçeği istiyorum, duymak istiyorum olayı senin ağzından?” “Bana acı veren şeyleri deşme, hatırlamak istediğim olayları anlatmamı isteme, toparlan, kalk şu ağacı keselim.” “Ağaç kolay Havva.” “Bak sabrım taşarsa kafanı koparırım kuş gibi!” Adam güldü; “bak orada kambur var, o zaman onun da kafasını kesmen lazım.” Havva, dönüp kambur adama baktı. “Ver şu testereyi” deyip elini uzattı, “Ya bırak, sen ne anlarsın ağaç kesmekten, bu iş için beni tuttular!” “Ben de yaptım bu işi!” “Ya bırak kolunu koparacaksın bir yerini keseceksin.” Ayağa kalktı şişman adam. “Tamam, patron sensin. Sen bana söyle, dediğin gibi yapayım.” “Hah şöyle, testereyi uzattı aniden, yakala!” Havva, testereyi alırken yere düşürdü. “Hay senin yapacağın işe, bir bok beceremedin!” Eğildi baktı, kırılmış şurası, amına koyim! Gül gibi testeremi kırdın!” “Sik gibi uzattın, vurdun elime.” “Hayır; yakalayamadın.” “Testere öyle verilmez. Ayrıca bu testere yeni değil!” “Ya bırak! Yalan atma. İkinci el olabilir ama sağlamdır, kırdın sıçtın batırdın. Defol git başımdan! Çekil şuradan adi beceriksiz karı!” “Sen bana nasıl beceriksiz karı dersin ulan!” dedi elinin tersiyle bir vurdu, şişman adam tokadın etkisiyle yan tarafına bir takla atıp leş gibi serildi yere, “başım!!! Oy başımm!” diye inliyordu, başını topraktaki taşa çarpmıştı, başı yarılmıştı, boynum, boynum, boynumu kırdın!!! kımıldayamıyordu. “Bir şeyin yok, kalk ayağa. Ağacı kesmemiz lazım.” Bir tokat indirdi. Seni dava edeceğim, seni dava edeceğim, muhtar amca oğlu, işin bitti, sürüm sürüm süründüreceğim mahkeme kapılarında, ceza alacaksın, tazminat cezası da alacaksın.” Havva bir tokat daha indirdi. “Ne cezası, yok öyle bir şey, kambur, de bakalım buna ne oldu? “Şey şey Havva abla…şey.” Şurada bir asabi eşek vardı, köyün en asabi eşeği…” “Evet.” Ona binmeye çalıştı. Çifte yedi, çok kızdı, eşeğin götüne sopayı sokmaya çalıştı ve eşek onu yine teklemedi, ısırdı, öyle değil mi? Evet, oradaki uzanmış acıyla kıvranan eşek, ha tabi diğer asabi eşek tam da dava edilecek türden, ama uzanan eşek asıl suçlu. Kalk lan yılan! Kalk yoksa tokadı yersin!” Şişman adam ağrı sancı çekerek doğruldu. “İyisin iyisin. Tekrar et; iyisin.” “İyiyim; tabi ki iyiyim.” Testereyi çalıştırdı. “Ver ben yapayım” dedi, “sen dinlen, acın çok Şişman adam oturdu, başını çevirdi kambura “Sen gününü görürsün seni yalancı pislik” dercesine ona pis bir bakış attı. Başını salladı. Kambur ise ona sırıttı, dil çıkardı, ayıp bir el hareketi yaptı: “Ananın amını görürsün sen. Baş sallama bana!” “Havva, seni izliyordum, kalçanı, endamını, titreşiyordu kalçan. Ne güzeldi, rüya gibiydi, muazzam mutluydum, beyaz bacaklarına bakıyordum, cennetteydim sanki. Sonra. Ağacın gövdesini traktörün römorkuna yüklemek işi geldi çatı, iki öküz bile yapamazdı bunu, tek başına o ağacı kaldırdın, hayretler içinde kaldım, sen boğalardan daha boğaydın, hükümdardın, sen ilahtın. Gözlerime inanamadım gücünü görünce. Bu sırada Havva evin içerisini izliyordu, bir köşede ocak yakılmış, isten simsiyah olmuş ahşap kulübenin duvarları, ötede çul battaniye gibi kirden siyahlaşmış bir posta dönmüş şey duruyor, böcek kabuğuna dönmüş battaniye, bu adam burada nasıl yaşıyor diye düşündü. Benimkisi de yaşamak mı burada. Başını çevirip ona baktı. “Bir daha sakın başını çevirme, seni hemen öldürmem ve işken ce yaparım! “Bağışla, o güzel yüzüne bir bakayım dedim. Ya ben ister miyim böyle olmak, bu bok çuvalı içinde yaşamak; ama sorun değil; karnım doysa ekmek zeytinle yeter, sorun yok; ama şu kamburum olmasa ben istemez miydim ev ocak kurup bir kız almak, kambur her şeye engel. Bu siktiğim hayatı böyle yaşamaya mecburum, bu kambur olmasa ne güzel bir hayatım olurdu. “Kızlara kadınlara nasıl baktığını gördüm, onları yer gibi, çiğ çiğ yer gibi.” “Yok; 18’den küçük kızlara asla bakmam!” “Birisini kandırsan yaşı küçük müçük demezsin!” “Yok; asla işim olmaz. Suçtur; hapse girerim küçük kızla olursam, asla bulaşmam. Küçük kızları kızım gibi severim.” “Hiç sanmıyorum. Eline düşse affetmezsin. Ama merak etme, bütün kötücül ve sapık hayallerden kurtaracağım seni. Kamburluk, geçim sıkıntısı, bütün dertlerin bitecek.” “Bitsin, senin elinde ölmek de bir şeref olacak benim için, pili bitmiş bir böcek gibi bu köşede gebereceğime, yaşlanıp başkasına muhtaç olacağıma ellerinde can vermek benim için bir kurtuluş olacak. Ya Havva alınma kızma ama demeden edemeyeceğim…hikayeni bilmediğim zamanlarda sana bakardım ve ya bu gösterişli kadını neden kimse almıyor, neden bu kadın kimseyle evlenmiyor diye düşünür dururdum, sana acırdım, senin gibi boylu poslu bir kadın hiç görmedim, dağ gibisin, bakışların donuk ama gülünce gözlerinin içi güler, o hallerine taptım, bir kadına erkek şart, korur kolar, kadın yalnız yapamaz, erkek yalnız olur baş eder, ama kadına bir erkek şart, gölgesi bile şart, yalnız kadına göz dikerler, ele geçirmek isterler, kullanmak sömürüp atmak isterler, tuzak kurarlar; ama erkek başka, her haltı yer, orospu bulur tatmin olur, ama kadın başka, gecenin üçünce ıssız bir yere gitsen biri görse nedir bu kadın ne ayak, orospu mu diye düşünürler ve hemen birileri damlar yanına ya da ıssız yere giderken pembe eteğini rüzgar uçursa fırına ve beyaz külotunu aşırsa birden çekip alsa, güzel kalçan ortaya çıksa ve birileri seni görse, üstüne çullanır. Fırtınanın da pislik olanı vardır.” “Sapıtma! Menemene odaklan. Yoksa seni öldürmen beter ederim kambur!” “Kusura bakma birden esti de.. özür dilerim…seni taciz etmek istemedim…” “Dönüp sana bir kez bakabilir miyim?” “Bakarsan cüce aletini keser ağzına tıkarım!” “Çok özür dilerim.” Kambur adam ağaç kestiği güne gitti, ağaç kesilmiş, traktör römorkuna yüklenmişti, “Havva kardeş çok yorulun.” Kan ter içinde kalmışlardı. “Gidip derde elimizi yüzümünüz yıkamaya ne dersin?” “İyi olur.” Derede suya girerse Havva, ıslak giysiler vücuduna yapışır, vücut hatları meydana çıkardı, onu bir şekilde suya girmeye ikna ederse ya da suya iterse. Dereye geldiler. Derenin göl olduğu kısma yanaştılar. “Kardeş sen suya gir, elbiselerini çıkar rahat ol, ben arkamı dönerim, biri geliyor mu diye kontrol ederim.” “Yanıma gel” dedi Havva. “Neden? “Gel bir şey diyeceğim.” Yanaştı. Havva onu enseden tutup suya fırlattı, kamburlu takla atarak suya düştü, kurbağa gibi. “Ya ne ettik kardeş?” Havva, elini yüzünü yıkadı. “Gidiyoruz; hadi gel sürüngen. İşin gücün çakallık değil mi?” “Ya yok vallahi billahi Havva bacım olur mu öyle şey.” “Çok konuşma. Yürü! Şişko bizi bekliyor.” “Ya fena dövdün adamı, başına iş açmasın? Şişkonun yanına geldiler. “N’aber lan moloz?!” dedi Havva. “Su şişesiyle su getirmişti, “Su getirdin demek, ölülerinin ruhuna girsin, delice susamıştım. Havva, şişenin kapağını açtı ve adamın yüzüne fışkırttı. “Ne yapıyorsun be!?” Sıcaktan yandın; ferahla diye sana su getirdim.” “Siz ikiniz ne yaptınız derede?” “Oynaştık biraz.” Havva, kambura baktı. “Oynaştık değil mi?” “Evet efendim.” “Ya Havva kardeş, orada oynaştık dedin ya, dünyalar benim oldu o an, gerçek gibiydi, o salakla dalga geçmek için attın bir yalan; ama ne güzel yalandı o. Çocukluğumda tarlalarda gelincikler görürdüm, onları koparır anneme götürürdüm, annem kucaklayıp öperdi beni, çok ufaktım, sen oynaştık deyince o zamanlardaki gibi sevindim. Ya Havva, seni gördüğüm, senden, endamından, yeşil gözlerinden gözlerimi alamadığım o zamanlar, ya çıldırıyordum, bir ben mi bu kadının büyüsünü, güzelliğini fark edenim derdim, kimse yanaşmıyor, kimse sevdalanmıyor bu kadına, neden kimse sevmiyor arzulamıyor bu kadını, bu yalnız, yapayalnız kadını, sonra çocuğunun olduğunu öğrendim, sorun değil, neden bu kadını kimse elde etmek, arzulamaz, neden bir ömür boyu sevmek istemez, hastalandığında ona bakmak istemez, güldüğünde gülüşüne tanık olmayı… ya Havva, seni, diyaloglarını, köylülerdeki yankını duydukça.. ya sen korkunç biriymişsin, dışardan göze hoş gelmen başka, sen bir canavarmışsın, ikini biri lafı eşeğin başını kestiğinden, kediyi astığından, o adamları nasıl öldürdüğünden, sıcak kanı ellerinde yüzünde hissettiğinden, detaylarıyla anlatmanı duydum, rüyalarıma girdi, gırtlak kesilince akan sıcak kan, fışkıran kan her neyse.. sen bir katliamcısın gerçekten, ve senden korkmaya başladım, yaptın katliamdan televizyondan dizi izler gibi bahsetmene şaştım kaldım, cinayetleri zevkle anlatıp duruyorsun, karşı taraf kaçana dek, ya da anlatabildiğin kadar, çok kısa bir kesit, insanları o anlara çekmekten zevk alıyorsun, nasıl sapık bir düşünce, duygu sendeki, çözemedim, herkese saydırıyorsun, lafını esirgemiyorsun, olur mu böyle, tamam iki çocuğun var sorun olmaz seni sevene; ama sen kendini çirkin göstermekten, içindeki karanlığı yaymaktan haz alıyorsun, bir hastalık var sende, sen bir şizofrensin, sana bir şeytan musallat oldu diye düşündüm, insan geçmişinde fena bir şeyler yapabilir, birilerini öldürebilir; ama çeki düzen verir kendine, sen bir korku imparatorluğu inşaa etmişsin, bu delilik değil midir, insanları korkutmaktan çok hoşlanıyorsun, ya insan yalnızken zordur yaşamak. Evlenmek, iyi bir koca bulmak için nice taklalar atar genç kızlar, düzgün kız olmak için çırpınırlar, bir savaş verirler kendileriyle, geleneğe göreneğe uygun kız olmaktır amaçları, yoksa elin adamı ne etsin piç kızları, eltiyle, görümceyle kaynıyla…vs iyi geçinecek gelin ister büyükler…kocalar.. değil mi, çay yapacak, yemek yapacak, misafir gelecek eve görümce, kaynana, hizmet yapacak gelin, iyi davranacak, kayınpeder gelecek eve, torununu sevmeye, değil mi? Maddi sorun oldu mu kaynana kayınpeder destek çıkacak, damadın halası, teyzesi, nenesi, onları kırmamak, gücendirmemek lazım, kayınço destek olacak birçok durumda, değil mi, damat öyle gelin ister, tv dizisinden gözlerini alamayan, sigara, bira içen, oje sürmekten haz alan kızı ne etsinler, onları şehirdekiler sever alır tapar karı eder, burası köy yeri, ahmak kafalar; ama iyi yürekli insanlar var burada, o kızlar ki tarlalarda köle misali çalışır, onların çok azı üniversite bitirir, onların çoğu iyi koca bulmak ve hayatlarını kurtarmak derdiyle geçirirler günlerini. E senin cici gençlik zamanların geçmiş, yaşın başın geçmiş, katana (inek cinsi) kadar olmuşsun, bir tür sığır belki bilmezsin, çocuğun olmuş filan, saçların eski güzelliğini körpeliğini yitirmiştir vajinan, belinde kıçında benler oluşmuştur karnında, baldırların selülit doludur canım gider onlar…taparım…ah bir görsem onları… çok özür dilerim sapıkça konuştum bağışla; tekrar özür dilerim… eve misafir gelmiş, çay pasta çörek vs. yapacaksın, gelin dediğin kadın dediğin böyledir ya da misafirliğe gideceksin, lafını sözünü özünü bileceksin, o kızlar geçerler böyle tezgahlardan, misafirliğe giderler, misafir gelir evlerine, eskiden tencereyle kazanlarla yaparlardı düğün yemeklerini.. etli.. şimdilerde yok tabi.. et kaç para…geçim zor…bak gülüm, sen korku tanrısı olmaya çalışmasan ne güzel olurdu, parası olan nice adam seni kadını ederdi, kölen olurdu, sana çok iyi bakarlardı. Biliyorum ki bence o sözünü ettiğim genç kızların ruhu var sende yaşın başın geçmiş olabilir bak geleceksin 50 yaşına, ya iyi midir yalnızsın ve çocuklarına kölesin, senin cinsel zevklerin kadınlığın yok mu, neden harcarsın kendini, neden uzlaşmazsın, neden canavarca salyalarını saçarsın kudur köpek gibi, Havva, sana yakışıyor mu? Havva, sana baktıkça içim acırdı, senin karanlık yönünü gördükçe o acıma yok oldu gitti, ah bu kadını çıplak görsem, etini budunu emsem yalasam diye düşünür oldum, her yerini ısırmayı, kanatmayı, sana zarar verir gibi seni döver gibi öpüp çekiştirip sana sahip olmayı istedim durdum, kötü, adi, rezil yanlarını gördükçe yaydığın o lanet korkuyu sana yedirmek istedim seni altıma alıp inlete inlete. Ne adi bir şeymişsin sen, ne lanet bir kadınmışsın sen! Hani dereye gitmiştik senle ve tarladan geçiyorduk, dikenler otlar dolanıyordu fırfırlı beyaz eteğine, bacak arana bir elinle toplanıştın eteği dikenler dolaşmasın diye, yapışıyordu dikenler, işte o zaman etek yukarı kaymış, bacakların ortaya çıkmıştı iyice, arkandaydım, içim gidiyordu. “Neye baktığını iyi biliyorum, oyarım o gözlerini demiştin, düş önüme!” Durdun ve önünden yürümeye başladım. “Neden hep çakallık peşindesin, neden hep pislik peşindesin, neden insan, normal insanlar gibi olmaya çalışmıyorsun demiştin.” “Anlatsam da anlamazsın ki.” Hep seni izliyorum demiştin. Hep bir şeytani bir şeyler planlıyorsun, ötekilere nasıl baktığını çok iyi biliyorum. “Boş ver demiştim ama, diyeceğim çok şey vardı. Ağlamak istedim. Anlatırsam ağlardım anlatmadım. Havva, senin sırtında kamburun yok, bunun ne demek olduğunu bilemezsin. Hani odana bir böcek girer, korkarsın, iğrenirsin, battaniyeyi kaldırıyorsun, büyük bir böcek, hamam böceği ya da kırk ayak, bir şeylerle onu alıp dışarı atmak istersin, bir çubuk, aman seni sokmasın. Babam benimle öyle ilgilendi, pis pis bakardı bana, ekşi ekşi bakardı, annem yokken kızardı, azarlardı beni, erkek evlat olacak diye çok sevinmiş, sonra bir de kamburu var, o da nesi, düzelmez iyileşmez demişler; ama annem öyle değildi, annem beni severdi, öperdi, babam adinin tekiydi, kucağına almazdı, baba derdim; ama duvarın tekiydi, sonra erkek kardeşim oldu, kardeşim ayaklanınca babam onu gezmeye gidiyorum diye alıp gitti, bir daha dönmedi eve, ben annemle, kardeşim babamla kaldı, boşandılar, anneme verdi iki ufak tarla, onu razı etti, annemle geçen yıllar zordu; ama güzeldi, tarlalarda işçilik yapardı, mal bakardı, beni büyüttü, 15 yaşında onu aniden kaybetmemle dünya başıma yıkıldı. Hayatta tek başıma kaldım, annemin bazı akrabaları vardı, kimse bana sahip çıkmadı, sırtında neden kambur var lan deyip gelip dövdüler, canları sıkıldı, gelip bana patladılar, çalışıp başımın başına bakmaya çalıştım, tek başına olmak çok zor, içmeye başladım, sigara içki, ne tür içki olursa olsun, kafam güzel oluyor, dertleri unutuyordum, herkesten nefret ettim, çöküşümü asıl başlatan; beni seven bir kız vardı, kamburun var, seni ne yapalım deyip kızdan uzak durmamı söylediler, işte asıl o zaman yıkıldım. Annem varken iyiydi, sevdiğim kız varken iyiydi, moral bulurdum, kötü bir iş yapacağın sıra birisi elini atar sırtına, Allah kitap der, öğüt verir, yalvarır, caydırır seni , işte o iyi eli kaybettim, anne gibi yar olmazmış, bunu anladım, herkes dışları beni, geçinmeye çalıştım, çobanlık, tarlalarda çalıştım köle gibi, pes etmedim, herkesin dostu sevgisi karısı eşi çocuğu vardı, ben yapayalnızdım, yalnızlık insanı şeytandan beter bir hale sokar, pisleşirsin, çok kötü şeyler geliştirirsin, Havva, arkadan yanaştı baltayla. Şükrü başını çevirdi, baltayı görünce korkup sıçradı, yuvarlandı geri geri. Kap kaçak öte beri üstüne düştü. “Etrafı yıkma!” “Bu soğan ne, kurumuş, bu domates ne, canını çıkmış kurbağa bacağı gibi, burada iki yumurta var, on yumurta yerim tek seferde.” “Dağın orada tarlada sebze ektim, oraya gidelim, kümes yaptım, 60 tavuk var.” “Tamam, oraya gidelim. Şu kilimi alalım. Kap kacağı tüpü al.” Toplandılar; dağa vardılar. Tavuklar iriydi, güzeldi. “Bunları satıyor musun?” “Ara ara yerim.” “Güzel iş.” “Yalnızken yiyemiyor insan. Tek başına.” “Demek öyle.” “Domates biber salatalık…vay be! Güzel bahçe.” “Annemden kaldı.” “Annen öldükten sonra kimse sevmedi mi seni?” “O kız vardı, terk etti ve kimse çıkmadı.” “Sorun etme, destek bekleme, gelmez, tek başına idare et, o iyi el dedin ya destek olan, moral veren, o el, o şey içindedir, içindeki ses, o yardım eder.” “O kadar üzüldüm, canım yandı ki, iç ses neye yarar, bendeki hep saçmalar.” Güldü. “Tarla ne kadar?” “3 dönüm…bu arada sen beni menemeni yedikten sonra öldürecek misin?” “Tabi ki. Vaktin geldiğini hissederim, önceki işlerdeki gibi.” “Bu arada, aklıma bir şey geldi, boğa güreşleri için kamyoncu arkadaşımla Artvin’e gitmiştim, oraya pazara uğramıştı dostum, bir kadın dikkatimi çekti, ondan meyve, patates soğan aldım, her şehre geldiğimde bu kadından bir şeyler alırdım, iyi bir satıcıydı, sohbet ederdik kısa, 41 yaşındaydı Narten, en son ondan bir şeyler aldım, silah sesleri duydum, adam onu taciz etti diye vurmuş onu tabancayla, başından ve vücudundan, orta yaşlı adam öldü, Narten diz çökmüştü, ağlıyordu, sinir krizi geçiriyordu, sivil bir polis oradaydı, silah çekti, yanaştı, silahı aldı çantadan, kadın perişandı, Narten ne yaptın be diye içim çığlık attı, bokun tekine ayaktan sıkaydın, çok içerlemiş demek, adam öldürmek böyle bir şey, bin pişman oldu; ama çok geçti, yılların demir parmaklıklar ardında geçecek, geçiyor.” Menemen pişmişti, kütüğün üstüne koydu tavayı Şükrü. “Sen biriyle evlenirsen adamın işi zor.” “Neden?” Seni doyurmak mesele olacak. Varını yoğunu harcasa seni doyuramaz, zengin biriyle evlenirsen iyi olacak Havva kardeş.” Havva, doymuştu, sigara yaktı. Bir dal uzattı. “Son dal sigaranı iç.” “Neden?” “Seni öldüreceğim ya.” Kadının yanındaki baltaya baktı, sigarasını yaktı. “Seni zevkten öldüreceğim.” Gülümsedi. “Oyun ederek kafamı koparacak, ilk fırsatta kaç Şükrü diye düşündü, “iri, yetişemez.” Sarı, en güzel eteğini giymişti ve bir baldırı görünecek biçimde eteği açtı, beyaz kalın baldırlar, “Öpebilir miyim?” dedi adam. “Bir şartım var.” “Nedir?” Adam delice heyecanlandı, bu bir mucizeydi. “Kocam olacaksan.” “Tabi” dedi adam düşlerinde bile bunu göremezdi, ağlamaya başladı. İçindeki ses şöyle diyordu; en beklenmedik anda kafanı alacak, kaç, inanma!” Şükrü, çocuk gibi ağlıyordu. Kadın ona yanaştı ve başı göğsüne koydu, kadın da ağlamaya başladı. O yumuşak devasa memeleri hissetti adam, kadın açıp ucunu adamın ağzına verdi. Kambur adam bir yandan memeleri emip öpüyor, boynu, dudakları…öte yandan; “yeter, doydum, kafamı kesmeden kaç!” Diyor, ama duramıyordu, kopamıyordu ondan, kadının ağzının tadı, dili, sihirliydi sanki, tatlıydı. Şeker yemiş gibi, kelebeksi bir tat alıyordu. Sonra evlendiler ve bu adamı kadın köyüne getirdi. Herkes garipsedi bu kambur adamı. Çirkin adamı. Ama kadın bu adamı sevmişti. Kendisi gibi dışlanan adamı. O tarladan çalışırken bütün hemcinsleri ve diğerleri sahte, yalancı, iki yüzlü gelmişti; ama tek bu adam mert, sahici gelmişti gözüne, ağzında küfürler vardı çekinmeden korkmadan konuşurdu onlar hakkında, Havva, bu adamı bu yüzden sevmişti. Ona acımıştı. Çok acımıştı. İnançsızlığına. Onu kurtarmak, onu adam etmek istemişti, bu yüzden onu kocası olarak seçmişti. Kadının omzunda bir balta sürekli. “Allah aşkına o balta da nedir, sürekli bir yerlere giderken baltan var, bu nedir?” Kadın gülümsedi. “Boş ver” dedi, “orasını hiç kurcalama.” “Anlat ?” “Sakın benden başkasına bakma, sana inandım, seni sevdim.” “Tabi ki bakmam aşkım.” “Sakın şeytana uyma.” “Uymam, ben sana çok aşığım, sayende adam oldum, kimse yüzüme bakmıyordu, ucubeydim.” Saçını sakalını o tıraş ediyor, banyo yaptırıyor, bebeğe bakar gibi bakıyor ona, “ne pişirsem?” diye hep sorar, onun en sevdiği yemekleri aşkla yapar, hiç yorulmaz, sıkılmaz. El, ayak tırnaklarını keser. Ama çok içmesine izin vermez, arada birkaç bira alır getirir, hepsi bu, “beni iç” der, sevişirler bunu dediğinde. Kadın kalkar sabahın köründe, uykusu olsa bile, bir şeyler pişirir, “gel ye” der, bütün işleri yapar; yorulmaz. “Kalk iş yap” demez ona, Şükrü, kalkar, boş durmaktan sıkıldığı için inekleri güder akşama dek, koyunlara çobanlık eder. Geçinir giderler. Büyük, beyaz tatlı kalça, sıcak dudaklar, ateş gibi sıcak diş, gülümseyen saf mavi bakışlar…derken bunun yerini daha fazla bira almaya başladı geçen yıllar içinde… Bir oğul oldu. Cüce çıktı. Diğeri sağlıklıydı. Dört kişiydiler, iki de önceki, kafasını kestiği kocadan çocuk vardı, son çocuklar neşe ve iyilik vermişti kadına. Adamına da. Ama içme bağımlılığı, eski arızaları halleri giderek artıyordu adamın ve ilk kötücül haline dönüyordu, onun kimsenin yüzüne bakmadığı zamanlara kaymıştı ruhu. Kadını bu sinir ediyordu; ama onu idare ediyordu, cüce oğluna “köstebek” lakabını takmıştı adam, küçük oğluna da eskisi kadar iyi davranmıyordu, karısından gizli içiyor, bira alıyordu, karısı fark eder diye ödü patlıyordu, karısı şöyle demişti, “benden gizli içersen kafanı kopartırım!” Şaka sanmıştı; ama karısı hakkında köyden yaşlı bir adamdan karısının geçmişinin başka yönlerini öğrenince kanı dondu. “Bu kadın kesin keser beni” diyordu, aklı çıkıyordu korkudan. Ama içmeden duramıyordu. Ne bulsa içiyordu, ispirto, kolonya, hatta kendi birasını yapmaya bile çalışıyordu. Sirke gibi olmuştu; ama idare ediyordu, elmadan yapmıştı. Asit gibi bir şey yapmıştı, beter bir turşu gibi, kırmızı pul biber de katmıştı ve içince gözleri şeytani bir kırmız oluyordu, “neyin var?” “Ne?” “Şeytan gibi kırmızı oldu gözlerin, ne oldu sana?” “Acı biber yedim.” Coşkun ertesi gün tarlaya çalışmaya gittiğinde Songül’ü göremedi, çok kızgındı, tarlada az iş vardı, şeftali bahçesine geçtiler. Gözleri Songül’ü, çehresini, bakışını, saçlarını… arıyordu, Coşkun işçilerle çay molası vermişti. aniden arkasından yaklaşıp gözlerini elleriyle kapadı, “bil bakalım ben kimim? Sesini değiştir güya. Coşkun ses etmedi, ne demeliydi? Tatlı bir şey de diye düşündü, “kelebeğin teki, galiba tanıdığım en zarif kelebek arkamdaki. Kız mutlulukla güldü. Songül oyunu bırakıp yanına oturdu, Coşkun, dün gece köpek yüzünden başına gelenleri hatırladı ve buna sebep olana kızgın baktı. “Neyin var Coşkun abi?” Ona bakarak şöyle düşündü, “Aslan, ha, kedin ‘aslan’ ya, geri zekalı kız seni.” “Neden öyle baktın Coşkun abi?” “Hiç.” Eh kız çocuğu, tabi yalan atar, neden güvensin ki bana, halasının başına gelenler malum, tabi ki köpeğimin adı ‘Aslan’ demeyecekti. Kötücül birileri evlerine dadanabilir, hırsızlık için, tecavüz etmek için. Gerçek bilgilerini kimseye verme demiştir halası. Hain halası. Sana birileri kötü şeyler yapmış olabilir de herkes aynı değil ki. Şu güzel, meleksi bakan Songül, şeytan kadar kurnaz belki de, safa yatıyor. “Aslan’ adındaki kedinden söz etsene biraz diyecekti. Ses etmedi, karşıya baktı, ot kopardı yerden, onu çevirdi iki parmağıyla sıkıp. “Konuşmazsan küserim.” Başını ona çevirip baktı. “Aaa, yüzüne ne oldu abim ya. Of of!” Dikenliğin içine düşmüştü, köpekten kaçarken. “Düştüm.” “Fena yamulmuşsun.” Güldü, “kusura bakma, kendimi tutamadım.” Ona kızgındı; ama kızmamalıydı. “Palyaçoya mı benzedim?” dedi kızı güldürüp mutlu etmek için. Kız delice gülmeye başladı, gözlerinden yaş geldi gülmekten. Az sonra hemen kendine gelip ciddi bir sessizliğe büründü, aniden şevkle dedi ki: “Coşkun abi, sana bir sırrımı vereceğim. Ama yemin edersen kimseye söylemeyeceğine.” Israr edip durdu, Coşkun öğrenmeye hiç hevesli değildi; ama öylesine yemin etti. “Benim bir sevgilim var.” “Sevgili mi?” “He ya.” “Nasıl yani?” Coşkun, çok fena bozulmuştu; ama hiç çaktırmıyordu, sırıtarak bakıyor, onu zerre ciddiye almıyormuş gibi bir tavırla, eğlencesine konuşuyor gibi görünüyordu. “Hiç buluşmadık, o beni istemiyor, birileriyle mektup yolladım yalvardım, bir kez olsun buluş benle diye.” “Kim bu solucan?” Güldü: “Söyleyemem.” “Şaka yapıyorsun?” “Asla.” “Yemin et.” Kız yemin etti. Biri bağırdı, bir kadın, “kalkın bok çuvalları, çalışmaya devam, tek dakika geçmesine izin vermem, zaman doldu!” İş vakti anonsu verilmişti, işçiler ayaklandı tarlanın bir köşesinde. Biri şöyle dedi: “Bu pisliği başımıza atayan tez zamanda cehennemin dibini boylar dilerim.” “Oradaki, Pakize bir şey mi dedin bana?” “Yok çavuş, ne diyeyim. Arkadaşıma çay çok güzel oldu dedim de.” “Sallanma işin başına.” Bu küçücük çiçek kızın sevgilisi olduğunu duymak Coşkun’un çok ağrına gitmişti. Nasıl olur da birini sever ki! Yaşı çok ufak, 14 yaşında sevmeyi bilir mi insan, derin bir kıskançlık hissi duydu, “belki de onunla buluştu, öpüştü, birbirlerine sarıldılar, öfkeden deliye dönmeye başladı, “ya bırak zaten sen kimsin, sana abi diyor üstelik. Ya kızcağızı yatağa atmaya çalışırsa zehirli o şahıs? Onun kim olduğunu mutlaka öğrenmeliydi ve gidip halasına durumu anlatmalıydı, peki, ya hala onu esir alırsa, kafasını keserse, yanlış anlarsa, ve onu orada bir yere gömerse kim bilecek ki, üç leşi var kadının. Dördüncü leş kendisi olursa? Çok üzülmüştü, nerden bulaşmıştı bu kıza, ölmeyi isteyecek kadar üzülmüştü. İçini kurtlar kemirir gibiydi. Bu iş sarpa sarmadan işin dışına çıkmalıydı, artık şeftali bahçesine gitmeyecek ve küçük kızı görmeyecekti. Eh, dayanamazsa ona uzaktan bakacaktı, gece 3 bira aldı ve içmeye başladı, içmeyi de hiç sevmezdi, bir tane yeterdi; ama fazla almıştı, kafasını dağıtmak istiyordu, ve sabah olunca onu görürüm diye, şeftali bahçesinin oraya, ormanlık alana gitmeye kadar verdi, burası gizlenip onu görebileceği bir konumdu, içti, hayallere, umutlara, düşüncelere daldı ve sızdı, sadece onu görmekti düşüncesi, biraz da olsa.. belki de son kez. Vedalaşır gibi. Sabah çıtırtı sesiyle uyandı. Uzun otların arasında yılan gibiydi, kıvrılmıştı, birkaç metre ötesindeydi Songül, işte giydiği kıyafetleri çıkarıyordu, vay canıma! Siyah eteği çıkardı, altında pembe külot vardı, siyah bluzu da çıkardı, pembe sutyenliydi, beyaz uzun bir etek giydi, yakası v biçimindeki sarı bluzu, küçük aynayı çıkardı, kırmızı ruj sürüyordu küçük el aynasında kendine bakarak. Mutluydu, çocuk gibiydi, sanki az sonra dondurma yemeye gidecekti, şarkı mırıldanıyordu, sigara çıkarıp yaktı, “hani sigara iğrenç bir şey” diyordun Songül, ne kadar yalancısın! Soytarı! Kısa bir süre sonra bir ayak sesi duydu. Songül’e yaklaştı bir adam, ve onun yanına oturdu. “Bu ne güzellik!” dedi adam. Coşkun bu pisliği tanıyordu! “Senin için giyindim, sadece senin için.” “Çok güzelsin. Göğün en büyük yıldızı gibi parlıyorsun!” “Teşekkür ederim.” “Eteğini kaldır da iç çamaşırına bakayım.” “Hayvanlık yapma!” Adam güldü. “Birazcık.” “Olmaz!” Adam dedi ki: “Bir parmağını çıkar ve ağzına götür.” “Neden?” “Götür sen.” Kız denileni yaptı. “Ne olacak şimdi?” dedi çocukça. Güldü. “Aletimi böyle yalar mısın?” Kız dondu kaldı ona bakarak. “Aletimi yala. Sertleştim!” “Orospu çocukluğu yapma!” “Biraz yap.” “Olmaz!” “Yalamazsan seninle bir daha görüşmem.” “Sen bilirsin.” Songül, ağlamaya başladı. “Bak son kez soruyorum. Yalayacak mısın?” Biraz yala yeter.” “Çok kötüsün sen!” “Tamam, boş ver” dedi, “yalama.” Kız sakinleşti birden, sevindi. “Ceketimin cebinde sigara var, bir dal çıkarıp yakar mısın, çakmak da orada.” Kız denileni yaptı, adam ellerini kullanamıyordu, kolları kukla kolu gibi sallanıyordu, elektrik kazasında felç olmuştu elleri kolları Adam, sigara ağzında konuşuyordu. “Sen de sigara ister misin?” “Sigara çok zararlı bir şey; içmemelisin.” “Öyle mi diyorsun?” “Öyle” dedi kız, güldü. “Nasılsın, anlat bakalım?” dedi kız. 30 yaşındaki adam gülümsedi, ne diyeceğini düşünüp duruyordu, çok zaman geçmişti. “Babam bana diyor ki bu haline şükret, ölebilirdin; ama ne hissettiğimi bilmiyor, sıçarken, işerken biri lazım kemeri açacak pantolon düğmelerini. Babam diyor ki, o şeye, artık o şey neyse çok uzun süre dayanabilmek mühimdir. delice öfkeli bir baba, babası öyleymiş. manyak dindar bir ana, annem öyledir. umutsuzluk kurt gibi ortaya çıkar, direnmen lazım diyor, umutsuzluk kurdu çok tehlikeliymiş, insanı intihara sürüklermiş. O şey çok can sıkıcıdır, senin hiç hoşlanmadığın meyve bahçesindeki kara bir kız gibi, kara bir kış gibidir diyor babam o şey her neyse artık…nasıl bir kaltaksa artık çavuşunuz…” Kız güldü. “Tam da ağzına sıkılacak bir patron, simsiyah bir eştir o şey, kırmızı bir sevgilidir, tam da ağzına sıçılacak türden… dost görünen, öğretmendir… babam diyor ki o şeye ne kadar uzun süre dayanabilirsen… kurtuluşun yolu bu… haline şükret yatalak kalabilirdin diyor, nice insan yatalak yaşıyor… kurtuluşun yolu isyan değil reddetmek değil. kapışmak hiç değil diyor babam… o şeye ne kadar uzun süre dayanabilmek… mesele bu çok uzun süre dayanabilmek… bunun için temel bir disiplin edinebilmek… temel bir dal sigara. Boktan, karanlık, can sıkan hücre duvarları… boktan aynı geceler, boktan tv programları, boktan gazeteler… tamamdır… Şimdi yak bir sigara.. yak yak…” “Sigara içmem ki…” Güldü, adamı kucaklamak istiyor, başını göğsüne koymak istiyor, kızar diye, iğrenç bir şey ister diye yapamıyor. “Çok şey değişti hayatımda kazadan sonra… su bardağı bile tutamam, kafamı, bir yeri kaşıyamam. Kollarım varken bile çok şeye… dayanamadım… o yaşamaya uzun süre dayanamadım. Bastım gitti gurbete, param olsun evlenirim, evin eşyalarını alırım diye, babamda da para yoktu, onur şeref erdem gibi tonla şeyi vardı; ama parası yoktu. Kazadan sonra bir fay hattı oldum, patladım patlayacağım… kazadan önce babam der ki gitme evlat, haline şükret, kal burada, biz bizeyiz, yaban ellerde başına neler gelir neler, etme eyleme diye çok yalvardı annemle birlikte, beni caydırmak için çok çabaladılar geceler boyu, sanki bir uyuşturucu bağımlısını uyuşturucuyu bırakması için ikna etmeye çalışır gibi. Bense onları beğeniyordum, onları küçük, çapsız, asla gelişmeyecek ahmaklar olarak görüyordum. Böyle, bu gidişle burada bir bok olamam, evlenemem diyordum, beni hangi kız alsın ki… hiçbir şeyimiz yok ki doğru düzgün… iş yok, sigorta yok, eski bir ev var, birkaç tarla. Birkaç inek. Üç kız kardeş… evin en büyüğüsün; gitme, kardeşlerine sahip çıkarsın… ben seni çok güzel bir imanlı ve yürekli kızla evlenirim gitme, beni seven kızı bile umursamıyordum o da yalvardı gitme diye… parayı buluruz tarlalarda çalışırız ev yaparız diyordu, gariban bir kızdı ama onurluydu, güzeldi, çalışkandı… dünyayı karşısında alırdı benim için… babam diyor ki… derdi ki… yerinde kal… kaçma… durumu idare et bir şekilde ne kadar boktansa, zorsa durum o kadar çok şey öğretir ben gitmeden derdi, şimdi de aynısını tekrar edip duruyor, kolların olmadan da yaşayabilirsin. Ayaklarıyla resim yapıp satan geçinen insanlar var, resim malzemeleri aldı getirdi, bir tekmeyle parçaladım hepsini.. babam koştu geldi delirdin mi dedi… kurtardı malzemeleri… bana diyor ki… o şeye dayan…. iyi boksörler böyle yapar ne kadar yumruk yese de pes etmeyip boksun temel disiplinlerini uygularlar…. bu sayede dayanma, maçı bırakmama azimleri sayesinde hiç beklenmedik anda rakibin açığını yakalayıp yumruk indirip onu yere yapıştırırlar…nakavt! Tamamdır… Şimdi yak bir sigara.. bana… Kız, çok büyük bir zevkle sigara yaktı koydu adamın kirli ağzına… “Babam diyor ki dayan bu duruma… sonunda yüzü gülen olacaksın!” Kız ağlıyordu. “Aletimi çıkar ve yalamaya başlarsan iyi edersin. Kız başını çevirip ona baktı. “Sen iyi değilsin.” “Tamam, bu ilk ve son buluşmaydı, son sözünü söyle.” “Tamam, sen iyi hissedeceksen yalarım. Bana her istediğini yapabilirsin; ama bu son deme..” Kız ağlıyordu, az sonra, uzun bir aralıktan, zorlu düşünme sürecinden sonra kız usulca ona yaklaştı, kemere uzanmıştı, adam onu bir omzuyla itti. “Çek elini be!” Adam kalktı ve uzaklaştı. Coşkun usulca yerinden kalktı. “Bu bokla ne işin var senin?” Korktu, “sen de erden çıktın Coşkun abi?” “Ne halt yiyordun?” “Duydun mu hepsini?” “Evet.” “Siktir git o halde!! Bak çok kötü kalbini kırarım soru sorma!” Halama bana asıldığını söylersem siker ölünü! Git başımdan bana soru moru sorma!” “Sorarım; cevap ver seni çok pis döver sonra halana teslim ederim.” “Orada ne yapıyordun?” “Gece içip sızmışım, sizin sesinize uyandım. O deli pislikle ne işin var; anlat bakalım?” “Sevdim… Köpek gibi sinsi sinsi bizi mi gözetliyordun. Coşkun, onun yanına oturdu, saçını okşadı. “Dokunma be!” dedi ağlarken, “fırsatı buldun tabi. Tek hayalin beni sikmekti değil mi? Aha fırsat yağına geldi. Coşkun, kalkıp gidiyordu. Songül elinden tutup çekti. “Sen de gitme… Coşkun ona yaklaştı ve sarıldı. Yanağından öptü, bir daha, bir daha, kulaktan, boyundan. Ve dudaklarını yaklaştı dudaklara… “Coşkun abi ne yapıyorsun?” diyor ama onun da nicedir istediği, hayalini kurduğu buydu, havaya uçuyordu mutluluktan. Yasak, günah, yanlış diye zihninin bir köşesine fırlatıp attığı o hayal gerçek oluyordu, ne tatlıymış, ne zevkliymiş! “Ne abisi be!” Kız deli gibi güldü. “Doğru mu öpüyorum Coşkun abi?” Coşkun, onun kibarlığına güldü. Kız yine güldü. Coşkun hıza ara verdi, sevinçle dedi ki: “Seni iş elbiselerini çıkarırken gördüm! Işık gibisin, içim gitti ve az önce öpüştük, gözlerine, yüzüne bakmak muazzam mutlu ediyor beni.” “Sakın kimseye söyleme. Halam keser beni. Coşkun üstüne atladı ve kızın dudaklarına dudaklarını koydu, öpüştüler. Ve durmadılar. Coşkun; “yeter, duralım” dese de dursa da kız durmak istemiyordu. Öteden adam manzarayı seyrediyordu, tarladaki bir korkuluk gibi, “ulan orospu, ulan orospu! beni unut diye tersledim seni…ben acı çekiyorum sen çekme diye numara yaptım… Zor kaderime seni de ortak etmeyeyim dedim… Lan orospunun kralıymış!!!”Ağlıyordu ve oradan uzaklaşırken. Ama iyi oldu, iyi oldu, çok kolay unutur beni…” Cinsel ilişki ayını gerçekleştirilmişti. Yan yana uzanmışlardı. Coşkun ilk sigarasını yakmıştı, kızın başı göğsündeydi, bir eliyle saçlarını okşuyordu kızın. “14 yaşındaki kızla.. bu bir suç.. ne olacak? Halası var, boku yedim” diye düşündü, bu işi nasıl düzeltecek…ailesinin düşününce pişman oldu; ama yaptığından pişman değildi. “Ne olacak?” dedi kız “Evleneceğiz; başka çare yok.” “Annen baban asla razı gelmez.” “Umurumda olmazlar o zaman.” “Aile her şeydir, benim ailem yok, benim yüzünden kendini mahvetme, okulun var, Coşkun abi. Beni unut, ben kimseye söylemem olanları.” “Suç senin değil… güzelim.” “Hayır, dur desem duracaktın, istedim ve yaptık…ama…” “Ama ne?” “Ya hamile kalırsam?” dedi kız. “Olsun” dedi Coşkun. Güldü. “Coşkun abi, senin için hava hoş tabi, bu çocuk kimden derler ve beni sikmekten hapse girersin!” “Öyle söyleme. Ağzına yakışmıyor.” “Sikmek dediğin de ne, kibarlığa gerek yok, hapse girersin, tabi halam hemen kafanı kesmezse?” Birlikte güldüler. “Bana eczaneden ilaç getir, bildiğim kadarıyla bazı ilaçlar alırsam hamile kalma olasılığım düşer, hap alsam bile hamile kalabilirim o zaman hapı yuttuk demektir.” Ayrıldılar. Coşkun hayatında yaptığı en güzel şeyin onunla olmak olduğunu düşünüyordu ve onun hayatını nasıl değiştirebileceğini düşünüyordu, onun okula gitmesini sağlayabilirdi, anne ve babasıyla konuşmalıydı bir ara. Şeftali bahçesindeki sohbetleri bazılarının gözünden kaçmamıştı. Coşkun, o gün incir bahçesine incir toplamaya gelmemişti ve Songül eve dönerken dayanamamış, çiftlik evine gelmişti, “Hanım ağa, Coşkun abi yok mu?” diye sordu. O gün Coşkun kasabadaki dostlarıyla gezip tozmaya gitmişti. Hanım ağa kocasıyla verandada oturmuş kahve içiyordu ışık altında. “Gel, otur yanımıza” dedi hanım ağa. “Aç mısın?” “Tokum; teşekkür ederim.” “İçecek ne istersin?” “Su olur.” Hanım ağaya haberler gitmişti işçilerin çavuşundan. Güzel güzel anlatmaya başladı: “Coşkun abin üniversiteyi bitirecek.” Kibar ve tatlı dille anlatıyordu. Uzun yıllar var, onu göremeyeceksin, burada başka bir sürü dost edinebileceğin, abi diyebileceğin insanlar var kızcağızım.” Kız çok bozuldu ve lafın özünü anlamıştı, ama dayanamayıp dedi ki: “Yani buradan, bizden, ondan uzak dursan iyi edersin mi demek istiyorsunuz, yoksa işine son veririm. Açık konuşun lütfen?” Kadın zekice gülümsedi. Dayanamayıp güldü, bu kızın çetin olduğunu bilmiyordu, çok hoşlandı kafa tutan tavırdan; çünkü böyle tipleri severdi, böyle tiplere aşıktı; çünkü hayatta böyle tipler iyi noktalara gelirdi kapışa kapışa, siniklerden hiçbir şey olmazdı, söz dinleyen uslu kızlardan bir halt olmazdı, (onlar köle olurdu ve kalırdı) hakkını savunan, hakkını almasını bilen kızlar hayatta yıldızlaşırdı. “Ben öyle bir şey demedim ki tatlım.” O sadece çok değer verdiğim bir abimdir, size ne söylemişlerse inanmayın, ayrıca evleneceğim biri var.” Yalan atıyordu. Coşkun’a zarar gelmesin diye. İş halasının kulağına gitmesin diye. Giderse halası onu çiğ çiğ yerdi. “Öyle şeyler demek istemedim, onu her istediğinde görebilirsin canım benim, halana çok değer veririm, annesi çok eski bir çalışanımızdı. “Biz sadece dostuz, başka bir şey yok; olamaz da.” Aşçıları kahveyi tazelemek için yanaştı, öteden onları dinliyordu. Lafa daldı kızgın demir gibi: “Ya kızım, kibar kibar dediler ne diye anladım deyip çekip gitmiyorsun! Uzak dur Coşkun’dan. Kaybol git! Hanım seni buralarda dolanırken görmek istemiyor!” Hanım ağa: “Ya sen ne haddine! Çekil git be şuradan! Dengesiz… git tedavi ol…! seni de acıdık aldık neler uyduruyorsun…pis şey!” “Özür dilerim hanımım…” “Siktir ol git!” dedi koca, “haplarını almadın; çatıyorsun birilerine! Seni alırım ayağımın altına bak!” Songül, ağlayarak oradan uzaklaşmıştı. Hanım ağa: “Sen deliye aldırma, atıp tutuyor, onun adına özür dilerim diye bağırdı ardından. Bu olaydan sonra Songül Coşkun’un yüzüne bakmadı, işi de bıraktı, başka yerde iş buldu. Coşkun, eve gelince aşçı kadın ona yemek verirken her şeyi çarpıtıp ona aktardı, aşçı evin hanımına ve kocasına çok kızgındı, onları birbirine düşürerek öcünü almak en iyisi olacaktı ve “Zavallı Songül’e neler neler yaptılar, içim parçalandı” diyerek öyle gaza getirdi ki Coşkun’u, Coşkun yıllardır evde çalışan bu kadına çok değer verirdi annesi kadar, ve onun bütün dediklerine inandı. Coşkun, babasıyla konuştu. Babası bir şeyler anlatıyordu, inanmadı ona. “Annemin tarafını tutuyorsun, gerçekleri anlatmıyorsun!” deyip basıp gitti. Ve o gün annesini defterinden silip attı, “bunun bedelini ödeyeceksiniz!” diye söylüyordu kendi kendine, çok kızgındı, Songül’ü günlerdir görememek onu deli etmişti, onu ateşlerde yanarcasına özlemişti ve kalbi acıyordu, ağlayıp durdu. Birkaç gün sonra evi terk etmeye karar verdi. Ve birkaç gün sonra evi gerçekten terk etti. Songül’ün evindeki olaylar… Şeytan evlatlar…Songül’le neler neler edeceklerdi. Coşkun’un içinde eski olaylar, düşünceler, duygular, öfkeler canlandı, iyice parladı. İyicil ve kötücül şeyler yağmur yağdı durdu, Fırtına gibi. Yıllarca acısını çektiği şeyler vardı, onları yeniden hissetti. Songül görünmez olmuştu, hiçbir yerde yoktu, onu bulamıyordu. Annesine çok kızgındı. Annesi bir şey dediğinde yanıt vermiyor, hemen odan uzaklaşıyordu, bu annesini deli ediyordu. Kadının sevdiği tek oğlu, o sevgili evlat kaybolmuştu, kadın hem öfkeli hem de üzgündü. Annesiyle arası iyice bozulmaya, buz dağları oluşmaya başlamıştı. “Okula gideceğim ve buraya bir daha asla gelmeyeceğim!” diye patladı günün birinde annesine. Annesi; “neden” diye sormadı, annesinin gözlerinin içine bakarak şöyle düşündü; “onu buradan kovmakla hiç iyi yapmadın. Bun pahalıya ödeyeceksin!” Açıkça diyemezdi. İçimden geçen hıncı, parçalanmayı, ah’ı. Küçük kızlar cinsel ilişkiye girmişti, kendini adi biri gibi hissediyordu. Sonra bir gün patladı: “Burayı, sizi sonsuza dek terk edeceğim!” Anne dedi ki: “iyi o zaman, sana beş kuruş yollamam.” “Keyfin bilir” dedi. Hayriye, çok öfkelenmişti: “Seni evlatlıktan reddederim!” “Hiç sorun değil. Başımın çaresine bakarım. Bunu biliyorsun.” “Eve gelmezsen seni mirasımdan men ederim, hayat boyu sürünürsün.” Coşkun, “ben değil; sen pişman olursun.” Kadın, onun ulaşılmaz bir noktada olduğunu fark etmişti. Alttan almaya başladı: “Sorunun her neyse geçecektir. Anneyle kötü olmak sana hiçbir şey kazandırmaz. Bana neden böyle tepkilisin bilmiyorum; ama Songül konusuyla ilgiliyse…seni biri dolduruşa getirmiş olmalı…ben o kıza kötü hiçbir şey demedim…” Coşkun, evden ayrıldı, okula gitti ve annesi ona para yollamaya devam etti. Ve oğlunun okulu bıraktığını duydu, ve ona para yollamayı kesti. Oğlunun çalışarak geçindiğini duydu. Onu kendi haline bırakması gerektiğini anlayıp bir gün geri döner deyip zihnini ondan kurtarmaya çalıştı, ama olmadı, zihin hep aynı noktaya gelip çakılıp kalıyor, onu büyük acılara sürüklüyordu, göz yaşlarına, onu özlemişti. Çok özlemişti. Çok etkin bir travma, sis simsiyah bir boşluk. Coşkun, o gece öğrendi, Coşkun’a e postayı atan annesi değildi. Çiftlik işleriyle ilgilenene kahya Kadir’in torunuydu. Kadir, Kalbinde derin bir yara olan konudan torununa söz etmiş, torunu da bir tezgah hazırlamıştı, Coşkun’u buraya getirmek için. “Neden böyle bir şey yaptın Kadir amca, bozuldum sana? Bunu annemin yapması gerekirdi, o zaman yüreğim ferahlardı!” Kadir güldü: “Ne bileyim, düzene sokayım dedim işleri.” “Köpeğin vardı çok sevdiğin, nasıl şimdi?” “Öldü yıllar önce.” “Oğlun ne yapıyor?” “Doktor oldu.” “Vay be! Doktor, ha?! Onunla oyun oynarken hep doktor olacağını söylerdi zaten.” “Çok zaman geçti.” “Neden gelmedin ki?” “Biliyorsun durumu.” “Her kötü durumun sığınılacak iyi bir tarafı vardır. Köpeğimi severdin, onu bahane edip gelebilirdin.” “Ne diyeyim. İnsanın kafası atınca bakamıyor iyi taraflara.” “Çok bekledim seni. Bana değer vermiyor muydun?” Ağlıyordu yaşlı adam. Coşkun Kadir’ini bir elini tuttu. “Verirdim ya. Senin yerin bende başka derdin ya…” dedi gülerek. “Ama ne derdin? Sen babam kadar değerlisin, seni çok seviyorum. Ayrı kalamayız. Ne sözler savururdun bize geldiğinde. Küçükken ve lise sıralarında.” Coşkun, güldü, aptal gibi: “Ne yapayım olan oldu, küçükken saflık hesapsızcaydı, saçtığımız iyilik güçlüydü, kötü şeyleri gözümüz görmezdi, görsek bile onları unutmamız çok güçlüydü. Hayatı merkezinden kucaklardık.” “Annene kırıldın. Basıp gittin. Peki. Kaç insanı kırdın; baban, ben ve diğerleri? Buralar, sevdiğin her şey… Benim ve onların suçu neydi?” Bir anda gözleri doldu Coşkun’un: “Hep seni hatırladım. Hiç unutmadım ki. Burası da aklımdan hiç çıkmadı ki. Sana çok şey borçluyum, çok şey öğrettin bana Kadir amca, mesela ata binmeyi.” Coşkun, verandada kahve içen annesine baktı: “Bütün o mutsuzluklardan, acılardan ve kayıp yıllardan sen sorumlusun anne.” Mutluymuş gibi gülümseyip el salladı annesine, uzaktaki annesine. “Berbat insan” diye mırıldandı, “hayatımdaki en kötü insan sensin!” Diye düşünürdü bir zamanlar, ne komik düşüncelermiş bunlar. Hayriye, hafifçe; ama çok uzaklara, çok derinlere değen biçimde gülümsedi: O da el salladı gülümseyerek. Bir şey geveledi ağzında. “Ne dedi acaba Kadir amca?” diye sordu Coşkun Kadir: “Ne bileyim, güzel düşün evlat, güzel düşün. Git konuş onunla. Her şeyi konuş.” “Ben gidip annemle konuşayım.” “Güzel konuş.” “E tabi.” Coşkun, annesiyle mutlu günleri hatırlayarak ilerliyordu, aslında annesine çok kırılmasına gerek yoktu; ama o an böyle hissetmişti. Küçükken çiftlik çalışanlarını arkadan korkutması ve elleriyle gözleri kapatıp ses tonun değiştirip “bil bakalım kimim?” demesi gibi bir şey yapmak istiyordu annesine. Coşkun, büyüdüğünde bile annesinin yanında sevgiyle coşar, çocuklaşırdı, kendine engel olamazdı. Annesi ise onun hiçbir şakasına gülmez, hep kızardı, Coşkun da bu kızmayı, annesinin yüzündeki ifadeyi severdi, o ifadeye aşıktı. Soğuk, güçlü ve ruhsuz gibi görünen her zaman ciddi bu kadında kızgınlık yaratabilmek onu acayip ve şiddetli biçimde şenlendirir ve kahkahalar atardı o anlar. “Şımarık çocuk, yalak çocuk da hiç sevmezdim” diye düşünürdü, söylerdi anne. Coşkun, daha çok gülerdi o zaman. Tatsız şakalarla annesinin ruhuyla oynamayı pek severdi her zaman. “Kapıdan Songül’ü kovmak büyük hataydı anne! O lanet mektubu da Kadir amca atmış! O Lanetlik mektupta benden özür dileyen sen değildin!” Hayriye, yerinden kalktı ve oğlunun koluna girdi, “evlat, senle bir yürüyüş yapalım,” gökyüzündeki aya çevirdi başını, “ne güzel!” dedi, “Böyle yaz gecelerinde çok dolaştık hatırlıyor musun?” “Tabi anne; hatırlamaz mıyım? Tabiat hakkında bilgi verirdin. Masal anlatırdın.” “Ve birbirimizi yediğimiz geceler, çiğ çiğ yediğimiz geceler…” Coşkun, güldü. “Gelmekle iyi ettin… benle ilgili bir derdin var mı, dinliyorum?” “Sen harika bir kadınsın anne, geçmişte çok saçmalıklar yaptım; seni incitmek istemezdim.” “Demek öyle” dedi gülerek, “peki bana meydan okumaların?” “Hepsi çocukça aptallıktı anneciğim; bağışla. Sana isyan etmek büyük hataydı; keşke yapmasaydım. Ama her ailede olur böyle çatışmalar…” Çiftlik evinin en güzel yerine, güllerle en coşkulu (güllerle karanlığın, atmosferin dans ettiği) yerine gelmişlerdi. Oturma gurubu vardı, oturdular. “Eskilerden kimleri hatırlıyorsun” dedi Hayriye. Coşkun, düşünmeye başladı, aklına ilk dostlarını saymaya başladı. Erol, en sevdiği dostuydu, Hasan, Resul, şimdi haldedir, ne yapıyordur, ne kadar uzun zaman geçti, asırlar oldu sanki? Birkaç kişi geldi gözümün önüne, diğer üç lise arkadaşının ismini saydı. “Başka” dedi, “başka kimleri hatırlıyorsun?” Başka ismiler söyledi. Hayriye, başını bir tarafa çevirdi, işareti alan biri vardı saklanan… orda bir yerde.. On metre geride ağacın ardına gizlenmiş bir kadın ortaya çıktı. “Geliyor!” dedi, “Bak.” Coşkun, annesi gibi başını arkaya çevirdi. Gelen kadın güldü. Hoş bir gülüştü bu, çocukçaydı. Bu gülüş Coşkun’a tanıdık geldi; ama çıkaramadı. Heyecanlandı, annesi bir sürpriz hazırlamıştı, neydi? Kadın silüeti yaklaşıyordu. Kadın meleksi biçimde gülümsedi, masaya, Hayriye’nin yanına oturdu, Coşkun’un karşısına. Hayriye oğluna baktı, geçmeyen yarayı yok etme ümidiyle, kalp yarası. “Sen gelince onu çağırayım” dedim, “yıllardır görüşüyorum onunla. Geç oldu güç oldu; ama sonunda istediğin oldu sanırım.” Ayın aydınlığı Songül’ün yüzüne vuruyordu, o an hepsinin hayatına… Coşkun’un hayatına meleksi bir el değdi sanki, hiç beklemiyordu bunu, ne diyeceğini bilemedi, içi titredi, içinde o derin duygu ve düşünceler çatırdadı, beyninde eski tatlı diyaloglar… şeftali bahçesinde Songül’le geçen günler uğuldadı… onu görmeyi dilediği günler.. acı yıllar…zor yıllar… göremediği.. huzursuz geceler.. ağladığı… öfkeli günler… mutlu günler…yaşamaktan en keyif aldığı, onun yüzüne, gülümseyen yüzüne baktığı akşamlar.. şeftali bahçesinde… terli yüzü, yanmış yüzü…yorgun yüzü, umutsuz halleri, ona moral verişi.. onun dertlerini dinleyişi.. bir keresinde şöyle demişti ona Songül: “Benden bir bok olmaz Coşkun abi, tarlalarda bahçelerde çalışarak ne olabilirim ki? Malın biriyle evlendirirler beni. Mecbur kalırım. Ömrüm boyunca mutsuz olacağım, keşke okuyabilseydim, iş sahibi olurdum. El kapılarında, tarlalarında sürünüp mahvolup geberip gideceğim günün birinde, diğer köle kızlar kadınlar gibi.” Hamile kalma düşüncesi de o üzgünlükten, piç çaresizlikten doğmuştu, en azından ona sığınıp yaşamak, bu adamın karısı olamayacağı açıktı; ama onun parçasına sonsuza dek sahip olabilirdi, bu sırrı açmazsa kimseyi, o bebeği doğuracaktı, o ışığı kimse elinden alamazdı. Ki birçok kız aşık olduğu adamdan hamile kalmanın, parçasını elde etmenin sihrini hisseder. Songül ona bakarken kafasının içinde, daha çok yüreği şöyle diyordu: “Oğlunu doğurdum haberin yok! Bunu sana asla söylemem! Bana hayattaki en değerli şeyi verdin; haberini yok!” Genç kadın yüreğiyle bakışıyla şunu dedi: “Benim yüzümden berbat oldu hayatın, annenle aran kötü oldu, malın tekiyim, tek suçlu benim, benim yüzümden acı çektin. Keşke kapınıza gelip seni sormasaydım, bunu yapmamam gerekirdi, cahildim; bilemedim. Çok safmışım. Oraya gelip seni sormak ne cesaret! Çocukluk etmişim işte.” Coşkun ise şöyle düşünüyordu: “Çok değişmişsin, seni tanıyamadım. Seni düşündüm yıllarca, aklımdan hiç çıkmadın. Sana zarar verdiğimi düşünüp üzülüp durdum. İçim çok sızladı, içim hep cız edip durdu.” “Oğlumuzu doğurdum! Bana ne güzel şey yapmışsın, iyi iki üstüme çıktın, iyi ki üstüne çıktım!” Coşkun şöyle düşündü: “Evlendim, ya sen, neler yaptın, geçen yıllar içinde, seni düşünüp durdum. Bir gün seninle karşılaşacağımı biliyordum. Ama burada değil. Hesapta seninle evlenecektim, para kazanıp ev tutup gelip köye seni alıp gidecektim; nerden nereye geldim; hayret! Kader mi desem?” Hayriye, ikisini inceliyordu. İkisi şaşkın ördek gibiydi. “Onları baş başka bıraksam iyi olur” diye düşündü; ama bu güzel andan ama kopmak istemedi. Eski günlerden söz ediyordu, Hayriye. Usul usul konuşuyordu; “ne güzel hava! Çay içelim kahve içelim, ve sakin sakin eski günlerden konuşmaktan başka güzel bir şey yapamayız. En güzel tedavi! Birbirimizin gözünün içine bakmak!” Düşsel bir huzur ve mutluluk içindeydiler. “Ben tek başıma gezeyim” dedi Hayriye masadan uzaklaştı. Coşkun şöyle düşündü: “Evlendiğimi söylesem mi? çocuklardan söz etsem, ya bekarsa, kırılabilir, acaba evlendi mi, sus, önce o başlasın söze.” Onunla seviştiği günü hatırladı, ona derin derin bakıyordu, dalıp gitmişti. Hep köye dönüp Songül’ü kaybolduğu o karanlıktan, artık nerdeyse bulup çıkarmak ve onu yanında alıp büyük şehre gitmeyi düşünüp durmuştu, yıllarca bunu hayal etmişti, Songül’ü o karanlık pislik köyden çıkaracaktı, kadını yapacaktı, onun kaderini değiştirecekti. O üzgün ve ağlayan kız gözünün önünden hiç gitmedi, şu işi yapayım, para kazanayım dedi, büyük şehirde bir kavgaya, yaşam mücadelesine girişmişti, ölüm kalım mücadelesinde bütün gücünü, ruhunun enerjisi kaybolup gidiyor, bazen bir karış yol alıyor, bazen beş karış geri gidiyor, bazen on adım ilerliyor, yüz adım geri gidiyordu, düşe kalka giden bir ritimdi, bunalımlarla, öfkeyle, kan ter içinde didinerek.. bu şehirde kendini kanıtlamak ne zoru işti! Büyük mücadelesinde kimi anlar Songül’ü hatırlar, sisin ya da yağmurun, fırtınanın ya da karın, tipinin yuttuğu o evi, Havva’nın evini hayal eder, içerde Songül, odasında tatlı tatlı uyurken, düşünürken, ne hisseder, ne yapar, onu baştan çıkardığı için, onunla cinsel ilişkiye girdiği için acı duyardı, onu yoldan çıkarmıştı, o şeyi başkalarıyla da yapmaya başlamış mıydı, kitli ve sihirli ve kutsal yapıyı o açmıştı, üzülürdü, “keşke yapmasaydım” diye düşünürdü, zamanı geri alabilişe, o cinsel şeyi asla yapmazdı, anne evini hayal ederdi, şenlikli kahvaltıları verandada, kış günleri içerde, şömine başında geçen saatler, akşam yemekleri, bir sürü konuk, genelde böyleydi, çatal bıçak sesleri, tabağa çarpan tabak çatal sesleri, havlayan köpekler, yakında öten cırcır böcekleri, bahar günleri yağmurlu günlerde çizmelerle ormanda, bahçelerde gezmeleri köpeklerle. Ata bindiği günler. Bisikletiyle arkadaşlarıyla son sürat indiği o yer, kimi zaman toprak ve asfalt yol, ilçeye giden o asfalt yol kıvrılırdı dağların arasından, nehrin hemen üstüne kurulu o mis gibi yol. Işıksız simsiyah olan o yol, kuru yapraklarla kaplı yol…otların ağaç dallarını hücum ettiği yol bahar ayında ve simsiyah bir köy.. simsiyah her şey.. ve Songül bir beyaz ışık gibi parlıyor aniden, yüzü, çırılçıplak parlıyor, kırmızı, pembe.. renkten renge gidiyor Songül… o sevişme sıcaklığını, ateşini yeniden hissediyor, hep geri dönüp…o cehennem siyahından çekip almak Songül’ü.. ona kimsenin vermediği şeyleri, güzel şeyleri vermek, onu şehirde rahat ettirmek, Coşkun’un içinden çocuksu o kadar çok şey geçiyor ki…oysa Songül o zamanlarda… ha bugün ha yarın gelsin derken geçiyor aylar yıllar.. bir ara.. şehirde tutunmayı başardığı ilk zamanlar.. altında tek kahverengi pantolon vardı, evden eşyalarını almadan it gibi piç gibi çıkmıştı, evi, annesini hatırlatır diye üstündeki giysilerle çıkmıştı…ipini kıran köpek gibi… ve sonra kendi hayat kavgasında kaybolup gitti bir yaprak gibi fırtınada, ve köy, ve Songül bir düş gibi kaldı sisin, yağmurlu günlerin duvarı ardında, tatlı ve sıcak odanın ardındaki kar gibi, bir duvar, bir sessizlik, bir yoğun çığlık duvarı ardında kalan bir çocuk gibi, bir at gibi, bir şımarık gökyüzü gibi bir çiçek tarlasının hayattan umut kesmesi gibi bir kanal, bir aralık, bir yaşam dürtüsü ardında o kaldı oralar, ıslak tarlalar, gelincik çiçekli ekin tarlaları, kargaların ve sığırcık kuşlarının tüneği ağaçlar, annesinin kahkahası, babasının huzur dolu bakışları, sevecen ruhun yansımaları. Gururlu bir kurbağa gibiydi, bir kertenkele, “eline asla düşmem anne! İçin yansın bensizlikten, içini kavrulsun küle dönsün!” diyordu, “ne yapıp edip bu şehirde tutunacağım, sana muhtaç olmayacağım!” diye düşünürdü, işlerinin bombok gittiğinde, “eve dön oğlum kendine yazık ediyorsun” diye düşündüğünde, eve dönme dürtüsü tam yakıp yıktığında şehirdeki var oluş düşünceleri, azmini… kararlığı gevşediğinde, “dön git evine!” diyordu iç sesi. Bütün çiçeksi ve bebeksi saf şeyleri barındıran Songül’ün tatlı, güzel yüzü, iç ferahlatan yüzü, gözlerinin içindeki sevecen ışık.. bütün amacı ona kavuşmak için farkında olmadan tam tersi yöne dört nala koşuyordu bir at gibi. Coşkun, Songül’ü kucaklamak istiyordu deli gibi, evet, bu yaşlanmış, yüzü çizgilerle ve yaşam tecrübesiyle dolmuş olgun kadın başka biriydi; ama bakışlarındaki ışık, o görkemli sarı parıldama gibi sapsarı çiçeklerle dolu dağın yamacı gibi bakışın merkezinde, en güzel yerinde yıllar önce seviştiği kızın sevişme arzusu, sevişirken çıkardığı zevk ve mutluluk inlemeleri, o andaki kahkahaları, onunla girdiği küçük sohbetler, öpücükler ve okşamalar vardı…o sarı bakışta…evet, o ufak kız, beyaz güvercin gibi ufak kız çoktan kaybolup gitmişti, erimişti o acılı hayat içinde, dönüşmüştü şefkatli, iyi ve güzel yürekli bir kadına, ne kadar üzücü, içler acısı, kalp kırıcı, o ufak kızın büyümesini, geçirdiği evrelerin tekine bile tanık olamamıştı, insan evlatlarını (sevgilisi, eşi ya da dostu) büyürken, onların gelişim evrelerine tandık olduğunda, yürüdüğünde, konuştuğunda, ergen olduğunda bambaşka keyifler alır, acayip mutlu olur, ne yazık seviştiği kızın bütün hayatını kaçırmıştı, koca yıllar akıp geçmişti ve o ufak kızdan bu olgun yüzü ışıklı bir kadın kalmıştır, ne tuhaf, ve büyüleyici. Boyunu öptüğü, memelerini sıkıp yaladığı o ufak kız… o ne tesirli sevişmeydi, ne kadar düşseldi, geçen onca yıllar içinde neler yapmıştı, neler gelmişti başına, nasıl belalar uğramıştı, neler ağlatmıştı onu, neler sevindirmişti, ona tonla soru sormak istiyordu, başını yastığa koyduğu binlerce gece, her ayrı günü, tamamını hepsini bilmek, hepsini ağzından işitmek ne güzel olurdu, seyri izlemek zevkli bir (işemeye bile gidemeyip tutarsın) film gibi, ona çok soru sormak istiyordu; ama utanıyordu. birden eski samimiyet nasıl kurabilirdi? Songül, başını bir tarafa çevirip otlara ağaçlara mistik hislerle, düşsel hislerle, mutluluktan dolup taşan bir huzurla bakarken…Coşkun, saldırır gibi yağar gibi kadının pembe tişörtü altındaki memeleri hayal etti, ilk gördüğü memeler…o ufak memeler…akıl almaz düşsellik, o hissi yeniden hissediyordu, o ufak kızı elime geçirdiği günkü gibi değil; çok başka bir hırs, azim ve içgüdüydü bu, bu kadının her yerini su gibi içmek, ele geçirmek, onu zevkten, okşamaktan ağlatmak, (bir arkadaşından duymuştu, bazı kadınlar sevişirken ağlar. İnsan sevişirken ağlar mı, insan canı yanınca ağlar diye biliriz; ama insan nasıl ki mutluluktan ağlıyorsa sevişirken de zevkten ağlar.) Coşkun, ağlayacak gibiydi. Songül için eriyip bitmişti, yılları onun özlemiyle yanıp tutuşmuş, özlemekten bir garip varlığa, yenilmez bir varlığa, mücadeleci bir varlığa dönüşmüştü, bu aşk onu dönüştürmüş, karalı bir varlığa…şehirde tutunmasına yol yordam hazırlamıştı. Sonra aşık olmuş, evlenmiş Songül ise zamanın tozlu rafında bir oyuncak bebek gibi donup kalmış, Coşkun onu unutmuştu yaşam kavgasında. Karısıyla ilk seviştikleri gün memelerine bakınca, “Songül’ün memeleri çok daha iyiydi!” diye düşünmüştü. Farkında olmadan. Kadının her bir yerini Songül’ün her bir yeriyle kıyasladı bir zaman. Canı sıkıldı, içinden ruhundan geçenleri dile getirememe çok kötüdür. Sigara yakmak için davrandı, ilk o zaman gözlerini aldı ondan. Otlara çiçeklere baktı. Songül ona baktı bu kez, sonra aya. Songül de onun gibi içinden geçenleri ifade edemiyor, onunla geçirdiği günleri tek tek görüyordu kafasının içinde, Coşkun’un anlattığı şeyler, ne çok şey anlatmıştı. Coşkun daha çok cinsel şeylere odaklıyken Songül başka başka şeyleri hatırlayıp haz alıyordu. Songül de yıllarca o hatıralarla sevişmişti, “Bana da bir dal verir misin?” dedi Songül. “Çok özür dilerim; teklif etmedim, sigara içtiğini düşünemedim.” Songül güldü. “Seviştiğimiz gün içtim ya.” Coşkun, utanıp bir an önüne baktı bir salise. “Gülüşü ne güzel, tıpkı o eski günlerde ufak kızın gülmesi gibi” düşündü, dişleri yine çekici. O hatırlatma çok hoşuna gitmişti. Hep; “bunu ufak çiçeğe yapmalıydım” diye düşünüp üzülmüştü, “beni düşünüp üzülecek, kimseyi gerçekten sevemeyecek.” Songül, sigara içerken başka şeyler gördü, bunaltıcı bir yüz, kurak, cansız. Songül, yaşlanmış mı ne, hani nerde o parlak ışığı, evet, yaşlanmış, ne güzeldi eskiden. Acınası bir halde görünüyordu sigara içerken. Dev bir hayal kırıklığı hissetti ona akarken, konuşurken, hareket ederken büyük bir saflık ve iyilik saçıyordu çevresine. Çok eskiden… Ama az sonra alıştı onun yeni haline, Anıları hatırlıyordu onun yüzüne bakarken. Küçük bir kızken nasıl ışık saçıyorsa yine öyleydi şimdi, bunu gördüğüne pek sevindi. Songül, hararetli bir konuşmaya başlayınca. Neler yaşamıştı Songül, onca yılda? Neler olmuştu hayatında? Songül, ona bakıp eski günlerden söz ederken onu inceliyordu, yüzünü, çizgileri, yüzdeki ifadeler…onu su gibi içiyordu. Songül de ona baktığında çok farkı biri görmüştü, çok arkadaş edinmişti, neye yaramıştı onlar? Kocaman bir hiç. Ama bazen bu hiçlikle tatmin olmak gerekiyordu, belki de hayatımın anlamı buydu, onun için. Başkaları için ne olur bilemezdi. Her şey zordu hayatında; ama Coşkun içinde hep capcanlıydı. Çünkü kalbindeki varlığı onu mutlu ediyordu, onu söküp atmayı hiç düşünmedi. Bir ara denedi; ama çok kötü oldu, kayboldu. “Kalbimdeki seni asla çıkarmayı denemedim daha, bu beni aşan bir şeydi.” Hayriye, onu okutmuştu, hemşire olmasını sağlamıştı. Songül ve Coşkun seviştiklerini gün, Songül hamile kalmaması için elindeki ilaçları içeceği sırada durmuş, “yok, hamile kalayım, bir bebeğim olsun ondan..” diye düşünmüştü ve bebek büyümeye başlamıştı karnında… genç bir tır şoförüyle arkadaş olmuştu, genç adama durumu anlatmıştı, “babası piçin biri, çekti gitti, yaptım bir hata, bu işi ört bas etmek için kağıt üstünde benle evlenir misin? Genç adam teklifi kabul etti. Evlilik gerçek olsun diye ısrar etti.. Onunla evlendi, ondan da bir çocuk oldu, yürümedi evlilik. Sonra bir evlilik yapmıştı, ondan da iki çocuğu olmuştu, o evlilik de kısa sürmüştü. “Öcü görmüş gibisin” dedi Songül, “açık konuş.” Coşkun güldü. “Bu sen misin Songül, çok değişmişsin, üzerinden yıllar değil binlerce tır geçmiş sanki.” Songül’ün yüzünde bir hoşluk, ilahi bir mizah belirdi, şöyle dedi: “Sen de öyle, tatlım, kocamışsın.” Kahkahaları aynı anda patladı. Durmak bilmedi, gülmekten gözlerinden yaşlar gelirken birbirlerini işaret ediyorlardı parmaklarıyla. Duruldular, bir saflık sakinlik belirdi içlerinde, yüzlerinde. Coşkun, huzur ve sükûnetle dedi ki içtenlikle: “Seni görmek ne güzel Songül! O sakin ve kendisiyle mutlu olmasını bilen küçük kızı karşımda görmek tarifsiz bir duygu.” “Beni özledin mi?” Songül cümlesine “aşkım” diyecekti, utandı, ekleyemedi. “Deliler gibi.” “Peki sen, akıl almaz biçimde… ama baş etmesi zordu…Kendimi bir şeylere verdim, çeşitli sanat dallarıyla ilgilendim. Sanat kaybolmamı engelledi, işte asıl mesele öyle zamanlarda kaybolmamayı becerebilmek. İçimde acı birikmişse onu dışarı akıtmamı ve hayata bağlanmamı sağladı. İnsan bunu yapmayı becerdi mi hayattaki en büyük belalarla baş edebilir, en büyük engelleri aşabilir, olmaz denenleri yapabilir, en büyük ve değerli mücadeleleri verebilir. İçimizde kopan fırtınaları başka ne dizginleyebilir, içimizdeki vahşilikle nasıl baş ederiz? İçimizdeki kötülüğü nasıl yeneriz?” Bu bana iyi gelir diye sevdiğim kim varsa kalas çıktı. “Neyse ki ben düzgün bir kadınla evlendim. Seni yıllarca düşünüp durdum, parça parça oldu içim. Sonra dedim kendime artık üzülme, o orada bir yerde nefes alıp veriyor, canlı, gülüyor, üzülüyor, hayatın kollarında akıp gidiyor. Bu düşünce beni çok ama çok mutlu etti. Acım bir anda kayboldu. Uçarcasına hafifledi içim. Sensizlikle güreşilmiyor. Bir yanım hep eksik, bir yanım kara bir uçurumdu dibi görünmeyen. Şimdi hayatın nasıl?” “Berbat. Ama ne yapayım. Çocuklar var ama yalnızım. Kadınların yalnızlığı çok daha zor ve dehşetli acı vericidir. Bir kadın yalnızlıkla, acısıyla baş etmek için kaç bin takla atar haberin var mı? Buna eski kötü ilişkilerin kafada dönen hayaletlerini de eklersen eğer işin içinden çıkamazsın. Neler çektiğimi bilemezsin, annenin yardımları olması bitiktim, tabi bunlardan hiç haberin yok.” Songül doğurduğu bebeğin Coşkun’dan olduğunu yıllar sonra anlattı halasına, Havva, Coşkun’un peşine düşerdi; ama o aileyi severdi, Demir yumruk olarak bildiği Hayriye’nin ona çok iyiliği olmuştu, bu işi gizli tutmaya karar verdi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |