"Bilmezlik ile ne hoştum; hayalimde ne güzellik, ne de aşk vardı." -Fuzuli, Leyla ile Mecnun |
|
||||||||||
|
Gönül'ün Izdırabı Sevgili Arkadaşım Elif, Sana bu mektubumu okulların başlamasından dolayı birhayli geç yazıyorum. Sana yazacak çok şeyim var. Lakin hepsini bu mektubumda yazmayacağım. „Bir kenarından başla o zaman“ dediğini işitir gibi oluyorum. Değirmenci Ali'nin Hasan, Istanbul'da tahsil gördüğü yüksekokulu bitirmiş. Çok başarılı olduğu için devlet bursu ile Amerika'ya doktora yapmaya gönderildi. Eylül başlarında onu, konu komşu yolcu ettik. Kimimiz küçücük hediyeler getirdi. Bazı büyüklerin, „Oğlum Hasan, artık Amerika'ya gidiyorsun. Dünyanın patronu olan Amerika'da Türkün şerefini ayaklar altına sakın alma! Küçük işlere hiç tenezzül etme!“ diye öğüt verdiklerini işittim. Değirmenci Ali'nin Hasan'ı Amerika'ya yolcu ederken, mahallenin köşesinde elinde bir demet çiçeği ve küçücük paketi tutan Çoban Rıza'nın Zeliha dikkatimi çekti. Hilâl kaşlı, hançer zülüflü, elma yanaklı Zeliha baktı baktı ve başını sallayıp, oradan ayrıldı. Zavallı Zeliha'nın elinde çiçeği ve paketçiği neredeyse düşecekti. Duduşun Remzi ile Kızıl Arif ekim ayının ilk haftasında birbirine girdiler. Birisi hastanede diğeri de hapishanede yatıyor. Bu kavga tarla, bağ kavgası değil... Kızıl Arif, komşu köylerden birinden bir fino köpeği getirmiş. Şöyle ince bacaklı, zayıf, cılız, tüyü dökük birşey. Kızıl Arif, zaten kedi köpek meraklısı. Duduşun Remzi'nin de iri yarı çoban köpekleri var. Kızıl Arif'in fino ile Duduşun Remzi'nin çoban köpekleri birbirine girmişler. Aslında Duduşun Remzi'nin çoban köpekleri ayıp etmişler. Sizin boyunuz, kilonuz Kızıl Arif'in tüyü dökük finosuyla aynı mı? Sizler, onun ağabeyi, ablası hatta dedesi olacak cüssedesiniz. Neyse, it değil mi bu yaratıklar, elbette bildiklerini yapacaklar. Kapışmışlar işte kendi aralarında... „Bu itlerin hangisi suçlu?“ diyeceksin: Ben nereden bileyim. Dili ağzı söylemez olan bu hayvanlar, kendilerini savunmabilmek için avukat tutamadılar. Işittiğime göre Kızıl Arif'in fino, Duduşun Remzi'nin evine dadanmış. Kimsecikler yokken o mahalleye dalarmış... Çoban köpeklerinin yallarını yermiş. Bir gün yine çoban köpeklerinin yallarını yerken, Duduşun Remzi'nin köpekleri, yakalamışlar onu. Işte ondan sonrada curcuna kopmuş. Tüyü dökük finoyu bir güzel boğmuşlar. Köpeğini kızıl kanlar içinde gören Kızıl Arif, odun dayağını kaptığı gibi Duduşun Remzi'nin köpeklerine hücum etmiş. Dili ağzı söylemez hayvancağızların neresine gelirse „Paaat, küüüt!“ vurmuş. Duduşun Remzigil o anda evdelermiş. „Bu gürültü de ne yahu?“ diyerek dışarıya fırlamışlar. Herkes eline ne kaptıysa Kızıl Arif'in üzerine saldırmış. Komşular zor ayırt etmiş. Sonunda ise Kızıl Arif hastaneye, Duduşun Remzi iki oğluyla hapishaneye gitmiş. Bir it yüzünden iki aile düşman oldu. Insan böyle küçük bir mesele için komşusu ile oturup konuşmadan kavga mı eder? Ucunda ölüm yok ya... Ölüm deyince aklıma geldi. Bizim sınıf arkadaşı vardı ya!.. Ay yüzlü Gönül'ü tanırsın. Düzenli, gayet temiz giyinip, çok güzel konuşurdu. Annesi Hatice Teyze de çok hanımefendi bir kadındı. Babası Hasan Hüseyin Amca ise zeki, yetenekli fakat aşırı içki müptelasıdır. Sağda solda mütemadiyen içtiğinden hiç bir devlet dairesinde ve özel şirketlerde dikiş tutturamıyor. Hatice Teyzegile, Gönül ile derse çalışmak için bir kaç kez gittim. Evlerinin içi gayet düzenli, tertipli ve tertemizdi. Mısır patlatarak önümüze koymuştu. Bizi, derse çalışsın diyerek yanımızdan ayrılıp, diğer odaya çocuklarla beraber gitmişti. Derslerimiz bittikten sonra da bize tatlı tatlı konuşarak, çok güzel masallar anlatmıştı. Verdiği öğütler hâlâ aklımdadır. Abdest alıp, derse çalıştığımız odanın köşesinde namaz kılmıştı. Küçük oğlu Mehmet'i yanından hiç ayırmadan bizim derslerimize çalışmamızı sağlamıştı. Oradan ayrılırken saçlarımı okşayıp, geleceğimiz için hayır dua etmişti. Onun bize, büyük bir insan değeri verip konuşmasına, öğüt vermesine, bizim için hayır dua etmesine hayran olmuştum. Ona içim ısınmıştı. Ekim ayının ikinci haftasında Gönül'ün annesi Hatice Teyze vefat etti. Meğer kadıncağız içten içe hastaymış. Hatice Teyze bir hafta içinde hastalandı. Hastalık onu hemen yatağa yatırdı. Kocası Hasan Hüseyin Amca, Hatice Teyze ölünce neye uğradığını bilemedi. „Bu güne kadar kıymetini bilemedim“ diye hüngür hüngür ağladı. Ağlasa da neye yarar, iş işten çoktan geçmişti. Iki hafta kadar çocuklarının başında kaldı. Memurluk yaptığı yere dönmesi gerekiyormuş. Izinlerini de daha önce içki masalarında harcadığı için şimdi eli kolu bağlıydı. Ne yapacağını bilmiyordu. Kasabadaki yakın akrabalarının bir kısmı büyük şehirlere göç etmişti. Kasabada kalanların çoğu da Hasan Hüseyin Amcaya kızdıkları için yardımına gelmiyorlardı. Ekim ayının sonunda Gönül'ün babası gitmek zorunda olduğu için buradan ayrıldı. Bizim Gönül kendisinden küçük üç kardeşi ile yapayalnız kalakaldı. Okula gitmek, okuldan eve geldikten sonra çocukların yemeğini yapmak, yedirmek, çamaşırlarını yıkamak, evin içini derleyip toplamak artık Gönül'ün sıradan işlerindendi. Zavallı Gönül, günden güne sararıp soluyordu. Aynı zamanda da eskisi gibi gülemiyordu. Bizim ile de fazla konuşmuyordu. Derslerde de günden güne zayıf notlar alıyordu. Bir gün onunla birlikte okuldan evlerine gittik. Kapıyı önce açmak için uğraştı. Sanki kapının arkasına bir kaya parçası konmuş gibi ne kadar itilse açılmıyordu. Biraz daha kuvvet vererek ikimiz birden kapıyı itince açıldı. Kapıyı açar açmaz gördüğüm manzara hiç bir zaman gözümün önünden gitmez. En küçük kardeşi Mehmet henüz üç yaşına bile girmemişti. Gönül okula giderken kardeşini bırakacak kimse bulamamış. Bu durum bir kaç gündür hep böyle olmuş. Bu sabah Gönül, Mehmet'in yiyebilmesi için yemeklerini yine mutfaktaki sofraya koymuş. Küçük Mehmet, yemeklerin bir kısmını yemiş, gerisini de yerlere dökmüş. Su testisi devrilmiş. Yerdeki kilimler ıslanmış. Mehmet ise kapının ardında uyuyakalmış. Uyumadan önce saatlerce ağlamış. Fakat, kimsecikler sesini duyup gelmemiş. Zavallı küçük Mehmet beline kadar ıslanmıştı. Gönül, „Olmuyor, olmuyor!“ dedi ve yerden kaptığı gibi kardeşini kucağına aldı. Onu öptü, öptü... Bu arada Mehmet uyandı. Ablasına öyle bir sarıldı ki, mini mini yanaklarına domur domur gözyaşları döküldü. „Korkuyorum, korkuyorum ablacığım! Bir daha bırakma beni yalnız. Çok korktum. Çok ağladım canım ablacığım. Yoksa sende mi beni sevmiyorsun?“ dedi. Benim içim de burkuldu. Bir tuhaf oldum. „Aslında Mehmet'e annem bakabilir“ diye düşündüm: Fakat, o zavallı da hasta. Gönül'ün çaresizliği elimin, avcumun içinde yanan bir kor gibiydi. Mehmet’in yemeğini yedirdik. Yorgundu, üzgündü ve bir süre sonra minderin üzerine kıvrılıverdi. Beraberce evin içini topladık. Sağı solu süpürdük. Akşam olmak üzereydi. Çok yorulduk. Derse çalışacak vakit kalmamıştı. Gönül, daha Mehmet'in, Neşe'nin, Burhan'ın elbiselerini yıkayıp, onlar için yemek yapacaktı... Bilhassa Mehmet'in giyeceği kalmamıştı. Bu arada babalarından da bir haber yoktu. Paraları da bitmekteymiş. Eve geldiğimde durumu anneme babama anlattım. Onlar da çok üzüldüler. Hemen annem yemek hazırladı. Benim ile Gönüllere yolladı. Okuldaki arkadaşların bir gün konuşmalarına kulak misafiri oldum. Gönül'den söz ediyorlardı. Eskisi gibi derslerine alaka göstermediğini, düzenli olamadığı için başarısız duruma düştüğünü belirtiyorlardı. Kimisi eski şen, şakrak olan Gönül'ün suskunluğuna „Kendini beğenmişlik“ süsü veriyordu. Bir sabah yine okulun kapısına kadar gelen Gönül, eve dönmüştü. Birinde de bir kez birinci derse girdi ve benim yanıma gelerek „Sen biliyorsun Fatma, Mehmet evde yapayalnız! Ders dinleyemiyorum“ dedi ve sınıftan çıkıp gitti. Ardından baka kaldım. Bir hafta önce Perşembe günü Gönüllere uğradım. Zavallılar iki gündür evdelermiş. Aç kalmışlar. Unları, ekmekleri, yiyecekleri bitmiş. Çaresizce Gönül, „Bilhassa Mehmet dayanamadı“ dedi. Eve koşarak geldim. Durumu anneme anlattım. Onlara yiyecek götürdük. Köşedeki minderin üstünde açlıktan kıvrılıp yatan Mehmet, yiyecekleri görünce çok sevindi. Babam bu durumu camiinin imamına anlatmış. Imam ile birlikte postaneye gidip Hasan Hüseyin Amcaya telgraf çekmişler. Gelen cevapta yakında geleceğini belirtmiş. Gönül'ün babası gelinceye kadar onları himayemize aldık. Mehmet artık bizde kalıyor. Gönül ile birlikte okula gidip geliyoruz. Dersleri düzelmeye başladı. Mehmet, Neşe, Burhan, Gönül ve ben bütün ailem ile birlikte selam eder, gözlerinden öperiz. Halil GÜLEL
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Halil GÜLEL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |