|
Anasayfa |
Son
Eklenenler |
Forumlar |
Üyelik |
Yazar
Katılımı |
Yazar Kütüphaneleri |
|
|
29 Aralık 2003
Günlük 11
Arzu Menteşeoğlu
Şimdiye kadar bahsettiğim süreç, en problemli dönemin uzun başlangıcını oluşturuyor.Devamında ise zevkli bir başlangıcın kabusa dönüşmesi var. |
|
Benzersizliğimiz yüzünden benliğimizin farkına varmak ve hayatı anlamlandırmak yolunda yalnızız, benzersizliğimiz yüzünden kendimizi ifade edişlerimiz farklıdır. Kendini yaşamaya kesinlikle kararlı olanlar için bu, maceraya atılmak anlamına geliyor, yani alışılmışın dışında birşey yapmak demek.
İşte benim dilediğimce yaşamak maceram böyle başladı. Zor olanı seçtim. Var oluşumun tek amacının insan gibi insan olmak olduğunun bilincindeyim. Allah'ın bana verdiği tüm olanakları kullanarak kendimi geliştirmek istiyordum. Evrenin ruhuna işlemek, Allah'a ulaşmak istiyordum. Ezelin ezeli ve ebedin ebedinin yansıdığı ayna olmak istiyorsam arınmışlık gerekliydi. Bu da ancak iyi, güzel, doğru yönünde kendimi aşmamla olurdu. Bir çok öğretilerde aydınlatılmak, bilgelik denen şey peşindeydim. Farklı kültürlerdeki, farklı anlayışları, derinlemesine irdelemeyen bir bakışla toparlarsak, temelde bahsedilen şey ahlak. Eğer gerçekleşirse, 'arınmışlığın' sindirilmiş bir mutluluk getirmesini umuyordum. Gerçek mutluluk buydu işte. Duygusal ve düşünsel olarak çıkabileceğim sınırın en üstüne çıkmayı hedeflemiştim. Bu şekilde yaşamdan daha derin zevk alabilecektim.
Hedefimi belirlemiştim ama kendimi yukarıya çekebilmek adına öncelikle, kör düvüşü yapmak istemiyorsam kendimin ne olduğunun farkında olmam gerekiyordu. Kendimi ve sınırlarımı tanımalıydım. İyilik ve erdemin yanılmazlığına inandığım kadar insanoğlunun akıl ve mantığının yanılmazlığını iddia edemem. İşlenmemiş karakter ve benliğin bulandırdığı akıl ve mantıkla, ideal doğruları yakalamanın imkansızlığını gördüm. Çünkü karakter dehlizinin içinden dış dünyaya ulaşırlar. Böyle bir akıl ve mantık yanına tüm acımasızlığı da alsa içinde hapsolduğu karakter dehlizlerinden ve benliğin tuzaklarından çıkamazdı. Karakter ise vazgeçilmez benliğimizle şekillenir. Yanılmaz akla, mantığa, ruha ulaşabilmek için öncelikle onları bulandıranların arındırılması gerekiyor.
İçsel olgunlaşmaya götürecek olan 'nefis terbiyesi' kitaplarda aktarılan haliyle bireysel eğitime ne kadar hizmet ediyordu. Sanki insan mekanik bir materyalmiş gibi, duyguları, algıları, değişimleri yokmuş gibi... böyle yapmak yerine şöyle yapmaya zorlanır ve bu zorlanma yeteri kadar devam ettirilirse içsel olgunluğa ulaşılacakmış gibi... Yazılanlardan öte, uygulamada atlanan bir şey olmalıydı. Ruhsuz, ayı terbiyecisi mantığı görüyordum. Belki de himmetten yoksundum.
Nefis terbiyesinin başı kendini tanımaktan geçiyordu. Sinirlendiğim zaman yatışmaya çalışmak yerine, nelere kızdığımı keşfedip bakış açımı değiştirebilir ve beni rahatsız eden durumlara geçici çözümler yerine kökten değişiklikler getirebilirdim. Bir öğün yetecek balık değil, balık tutmayı öğrenmek daha akıllıcaydı. Kusur olarak gördüğüm taraflarımı değiştirecek, iyi olan yönleri de geliştirecektim. Ama önce 'kusur ve iyi' hakkında kesin fikre sahip olmam gerekiyordu. Daha iyiye gidebilmek için, değiştirmem gerekeni tanımam gerektiği sonucuna vardığımdan beri, 'kendimi tanıma' hayatımın en büyük eylemi halini aldı.
Sosyal davranışlarımı anlamaya çalışıyor, duygu ve düşüncelerimi irdeliyordum. Hissettiklerim de mikroskobik incelemeden payına düşeni alıyordu. Zevk aldığım bir şeyden neden zevk aldığımı, bunun gerçekten zevk alınmaya değip değmediğini tartıyordum. Kızgınlıklarım gerçekten kızmayı hak eden şeyler miydi? Ailemde iyi bir evlat, iyi bir kardeş ve arkadaşlarım arasında da iyi bir arkadaş mıydım? Neden çok uyuyordum, tembel miydim yoksa kaçmak istediğim bir şey mi vardı? Toplumsal çekingenliğim nasıl yorumlanmalıydı? İnsanlarla iletişim mi kuramıyordum, insanlardan uzak durmayı seçen ben miydim yoksa yalnızlığa mı itiliyordum? Gitmek istemediğim yerlere gerçekten gitmek istemediğim için mi yoksa başkaca nedenlerle mi gitmiyordum. Eğer varsa o başka nedenler nelerdi? Sorgulama uzayıp gidiyordu ve ben bu süreç içinde kendimi didikleyip duruyordum.
İşin garibi tüm sorularıma kesine yakın isabetli cevaplarımın olmasıydı. Fakat yanılmamak için bıraktığım hata payları üzerinde gerçeklerimden şüphe edene kadar düşünülüyor, düşünülüyor, düşünülüyordu. Döngü işliyor ve ben bunu kıramıyordum. Ölesiye yorulmuş ama duramayan dolap beygirinden farkım yoktu. Seçtiğim yol yorucu, uzun ve zahmetliydi. Kendime fazla yüklenmediğim, dış etkenlerin üzerine tuz biber ekmediği ilk zamanlar herşey dengedeydi. İleriye dönük planlarım vardı. Yeterince büyüyünce herşeye rağmen onları gerçekleştirmeye çalışacaktım. İdealisttim. 'Dünya değişse de ben değişmeyeceğim' fikrine programlanmıştım. İçimdeki kahramanın gelişimini hiç bir şey engellememeliydi. Çok uzun süre, çocukluk ve ilk gençlik çağlarımda, tam da karakterimin gelişme aşamasında tamamen kuramsal bir dünyada yaşadığımı, kendimi birden içinde bulduğum dış dünyaya uyum sağlamakta zorlandığımda anlayabildim.
'Kendimi geliştirmeye' adanmıştım. Kısa sürede kendim, amaçlarım ve yaşam hakkında çok şey öğrenmiştim. Öğrendiklerim benim için -daha doğru gelen başka bir fikir ve davranışla her zaman değiştirilmeye hazır- kesine yakın doğru şeylerdi. Çabalarımdaki yoğunluk, bir meyvenin vaktinden önce olgunlaşması için acele etmekle aynı anlama geliyormuş meğer. Okumak, tartışmak ve keskin bakışlarla aşırıya varan çabalarım sonucunda beni bekleyen kaçınılmaz bir beyin fırtınasıydı. Hem daha az acı çekip hem de felsefi sorgulamalarınıza devam edebilmenin bir yolu yok. 'Her şeyin derinine inmek' bu zahmetli bir özellik. Sonunda insan isteyebileceğinden daha fazlasını buluyor. İçgörünün bedeli; gerilim. Bir süre sonra bu bedeli taşıyamaz hale gelecektim.
Düşüncelerimin ve hislerimin bunca farkında olup da, hala kendimi göremiyor olmam upuzun günler, aylar, yıllar boyu beni rahatsız etti. Bu; tüm düşüncelerime, saatlerce süren herşeyi kustuğumu sandığım konuşmalara sinen bir rahatsızlıktı. Amacım 'ben'i görmekti, düşünce ve duygularımı çözümleyip duruyordum, atladığım nokta ise; düşünce ve duyguların 'ben' olmadığıydı. Kendimi bunca yalınlığımla gördüğümü sanmama rağmen, hala eksik olan ve aralıksız huzursuzluğumu sağlayan şey işte buydu. Konuştuğum insanların, verdiğim malzemelerden 'ben'i çekip çıkarabileceklerini, ama bunu yapmadıklarını sanıyordum. Kendim resme çok yakın olduğum için tamamını göremiyor olabilirdim, ama onlar benim yerime gördüklerini anlatabilirlerdi.
Girdaba düşmüştüm. Çünkü hayatın değişkenliği bana da yansıyordu. Değişen benliğim miydi, yoksa farklı zamanlarda, farklı şartlara göre olayları değerlendirişim mi farklılaşıyordu? Belirli bir standardımın olmadığını keşfettiğimde paniğe kapıldım. Eğer sürekli değişim halindeysem, kendimi nasıl tanıyacaktım? Montaigne'nin "Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi denemekle kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde." sözü tam da bana uyuyordu. Değişkenlikle nasıl başa çıkabileceğimi bilemiyordum. Belki de ne zaman ve nasıl değiştiğimi gözleyerek. İmtihanın büyüklüğü, benzersizliğimiz yüzünden. Kimseden gerçek bir yardım alamayacak olmanın bilincinde, kendi gizimi kendim çözmeliyim. Ne zaman ve nasıl değiştiğimi gözleyerek çabalarıma devam ettim. Gerçek bir çıkmaz içine girmiştim. Kendimle savaşıyordum. En büyük hatayı, bunu bir yardım değil de savaş olarak görmekle yaptığımı, kendimi soktuğum labirentte çıkış yolunu bulamayınca anlayacaktım.
Adeta ne hissettiğimi gözlemlemek için yaşar olduğumda, kontrolü kaybettiğimi fark ettim. İdealimdeki Arzu kızamaz, kahkahayla gülemez, günlük olaylara üzülemez, çalışkandır, gerekli olanlar dışında günlük olayları önemseyemez, ne giydiği, nasıl göründüğü önemli değildir... 'İnsanı insan yapan kafadır, ruhtur, gerisi boştur.' sloganıyla yaşıyordum. Zaten içe dönük olan yapım daha ön plana çıktı. Hayatın teoriğindeydim. Her duruma uyabilecek doğrular ve yanlışlar peşindeydim sanırım. Yaşayan dünyada aktif rol oynamamaya çalışıyordum. Gözlerimi kendime çevirmiş, doğru, yanlış ve gidilmesi gereken yol üzerine teoriler geliştirip, yanılmazlıklarını anlamaya çalışarak yaşıyordum. Şimdiye kadar bahsettiğim süreç, en problemli dönemin uzun başlangıcını oluşturuyor. Kararlar alınan, sonuçlar çıkartılan ve uygulamaya konarak, iyi kötü sonuçlar elde edilen ve doğru yolda olduğumdan emin olduğum bir dönem. Devamında ise zevkli bir başlangıcın kabusa dönüşmesi var.
Söyleyeceklerim var!
Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?
Yazıları
yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz
ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız,
yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.
Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.
|
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
|
YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bıtkın kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevincler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene
karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
ATAOL BEHRAMOGLU
Etkilendiği Yazarlar:
Dostoyevski,Orhan Pamuk
|
|
bu
yazının yer aldığı
kütüphaneler |
|
|
|