Doğaüstü henüz anlayamadığımız doğal şeylerin adı. -Elbert Hubbard |
|
||||||||||
|
Yazık ki yanılmıştım. Henüz dün başlamış olan Temmuz, öyle görünüyor ki, son yılların en sıcak ayı olacak. İşte, beni yakmaya başladı bile. Hissetmemeye çalışmak yapabileceğim tek şey belki de. Ağırdan alamayacak kadar gecikmiş durumdayım şimdiden. Teselli. Teselli. Evet, acele edersem bu işkenceden daha çabuk sıyrılabilirim. Koş Kaan, koş! Durakta bekleyenlere doğru… Durakta bekleyenler… Durakta, terlemekte olduklarını çevreye hissettirmeden, bir türlü gelemeyen otobüslerini bekleyen insanlar… Şimdi bir parça daha kalabalıksınız. Ve bir parça daha terli… Otobüs durağa yaklaştığında buluşmayı anımsıyorum; Özlem’i düşünüyorum sonra ve adının anlamını ister istemez. Bu özlemi sona erdirmeme faydası dokunacakmış gibi az sonra oluşacak yığının başını çekmek üzere öne doğru atılıyorum. İşte biniyoruz; bakalım trafik ne durumda? Sadece bir durak sonra, otobüsümüz bulvara saplanınca, her şey gün gibi ortaya çıkıyor: Dev bir otomatik solucan… Kıvrılıyor, kollara ayrılıyor ama ilerleyemiyor. Sıcaktan asfalta yapışmış sanki. Birkaç dakika, belki de bir çeyrek saat, başım cama dayalı, umutsuzca yürümeyi öğrenmesini bekliyorum solucanın. Alnımdaki gözeneklerden sıcak cama, oradan aşağıya, omzuma doğru süzülen kurtçukları umursamıyorum. Umursamam bir şeyi değiştirmeyecek zaten; ne yaparsam yapayım onlar içimi dışarıya çıkarmaya, önce bedenimi minik parçalar halinde çiğneyip ardından ağızlarındakini tükürmeye devam edecekler. Camlara tükürecekler; gömleklerin yenlerine, kağıt mendillere ve ipek mendillere, oturduğumuz koltuklara tükürecekler; otomatik solucana, trafiğe, oradan gökyüzüne ve geri, yüzlerimize tükürecekler. Sanki bir hareketlenme oldu. Dışarıda, göremediğim ama o keşmekeşin bir parçasına dönüştüğüm için tenimde hissettiğim, devasa bir kımıltı… Bir süredir hemen yanı başımda duran otomobile bakıyorum bu hareketlenmeyi görebilmek, doğrulayabilmek için; bilinçsizce, bakarak ama görmeden, anlıyorum ki ancak birkaç metre yol alabilmişiz. Sonra birden kanım donuyor. Bir Eskimo avuçlarının içinde kalbimi ezerken yüzümden kan çekiliyor ve sinir bozucu bir uğultuyla sağır oluyorum. Hayır, hayır! Yanlış görmüş olmalıyım. Ya da sıcaktan mayışmış, kabus görüyorum. Korka korka çeviriyorum kafamı sola doğru ve az önce bir saniyeliğine gözüme ilişen, nefesimi sıkıştıran görüntüye bir kez daha bakıyorum; yanlış çıkmasını dileyerek. Bu kez bakmakla yetinmiyor görüyorum da: Ne yazık ki gördüğümü sandığım şey de haklıymışım. Otobüsün solunda, benim hizamda yer alan, hiç tanımadığım beyaz bir otomobilin arka koltuğunda, düzenlenmiş olarak duran bir tomar kağıdın üzerinde çok yakından tanıdığım bir ismin yazılı olduğunu görüyorum: Kaan Ilgaz. Bu benim ismim! Aracın şoförünü görmeye çalışıyorum. Aynı zamanda da çevremdeki insanların beni deli sanmamaları için hareketlerimi kontrol altında tutmaya çabalıyorum. Ama boşuna! İki çabamda da başarısızım. Terli kalabalığın derinliklerinden gelen bir uğultu duyuluyor ve belli belirsiz bir hareketlenme hissediliyor. Yüzler birden yerinden fırlayan gence dönerken benim sürücünün yüzünü görme hamlem bir kez daha başarısızlıkla sonuçlanıyor. Tek görebildiğim bir ense, hafifçe sallanan bir ense: Hareket ediyoruz! Ayağa fırlıyorum; yapabileceğim başka bir şey yok. Delirdiğimi düşünecekler ama bu artık o kadar da önemli değil. Nasıl olsa onlarla her gün görüşmüyorum. Hemen şimdi ayrılmamız lazım; trafik sıkışıklığı çözülmeden bu otobüsten inmek zorundayım. — Lütfen kapıyı açabilir misiniz? — Ama buraya kapıyı… — Çocuk sıcaktan fenalaştı herhalde. — Lütfen, inmeliyim. — Açın kapıyı, hava alsın biraz. — Lütfen… Kör olasıca otobüslerin kapılarını neden sol tarafta yapmazlar sanki? Araçlarda yine bir hareketlenme oluyor. Hemen diğer tarafa. Arkadan dolaş. Bu bağcık da çözülecek zamanı bulur hep! Geç, geç. Beyaz araba gitmese bari. Ne uzun otobüsmüş bu böyle! Ne sıcak! Sonunda! Hayır! Siz de tahmin ettiniz, değil mi? Beyaz otomobilin yerinde yeller esiyor. Yan şeritteki konvoy kısmen çözülmüş. Birbirlerini taklit eden korna sesleri geliyor kulağıma. Trafiği dinliyorum, gözlerim kapalı. İşte İstanbul gerçeği! Bir ter damlası kaşlarımın arasından süzülüp gözbebeğimin önünden aşağıya doğru iniyor ve ben elimde bir silah bulunmadığı için seviniyorum. Sinirlerimin bozulmasına engel olmalıyım. Sakince düşünmeye çalışıyorum; aklıma çözülen ayakkabı bağcıklarım geliyor ve yine sinirleniyorum. İleride sola dönen bir tali yol görüyorum. Çılgınca bir hızla uzaklaşma şansını elde edemediyse beyaz araç bu yöne dönmüş olmalı. Koş Kaan, koş! Şu halime bir bakın: Bir film çevriliyor sanki benden habersiz. Gitarım da omzumda olsaydı çok daha iyi bir görüntü verebilirdim. Sola dönüyorum ve birden fırlayan aracın altında kalmamayı başarabilmeme şaşırıyorum. Hayır, bunun rengi beyaz değil. — Dikkat etsene be, gebereceksin! Oh, gerçekmiş! Aniden duran araçtan kafasını uzatan şoförün bana doğru bakıp, “Hey dostum, senin derdin ne ha?” dememesine seviniyorum. Başıma gelenlerin bir filmin senaryosu dahilinde gelişmediğini bana gösterdiği için, zorlukla bastırdığım bir istek duyuyorum şoföre karşı; boynuna atılıp onu öpme isteği. — Sağ ol! — Ne sağ olu be? Çattık valla… Bu anlamsız ruh halinden kurtulmuş ve dolayısıyla hafiflemiş bir şekilde sokakta ilerliyorum. Ne umduğumu bilemiyorum. Aradığım araç buralarda bir yerde beni bekleyecek değil ya? Ne ki yine yanılıyorum. İşte beyaz otomobil karşımda. Heyecanlanmamalıyım. Belki de o değildir. Kontrol etmeli. Arka camdaki çatlak… Aynı araç mı bu? Aracın arka koltuğuna bakıyorum hemen. Dizlerim titriyor. Kim olduğumu anımsamaya çalışıyorum. Bildiğim kadarıyla ismim Kaan Ilgaz. Peki ben Kaan Ilgaz isem, hiç tanımadığım bu aracın arka koltuğunda yer alan kağıt tomarlarının üstüne ismi yazılmış olan Kaan Ilgaz kim? İşte bu sorunun cevabını verememek beni çok sinirlendiriyor. Keşke aracın yanında böyle uzun uzun dikilip düşünmeseydim; çünkü dikkatimi çeken bir başka ayrıntı canımın daha da sıkılmasına yol açıyor. Beklenmedik bir korku dolduruyor damarlarımı ve gözeneklerimi. Şu anda alnımdan kıpkırmızı ter boşansa hiç şaşırmam. Arka koltuktaki kağıtların yalnız olmadıklarını görüyorum. Üzerine ismim yazılmış ve kabaca ciltlenmiş bu tomarın benzerleri, ön ve arka koltukların arasında, yerde duran bir poşetin içinde istiflenmiş bir biçimde duruyorlar. Poşette ilk gördüğüme tıpatıp benzeyen beş kağıt tomarı daha var; hepsinin üzerinde ‘Kaan Ilgaz’ yazıyor mu bilmiyorum ama en üstte yer alan sayfada adım rahatlıkla okunuyor. Açıkça görebildiğim iki yaprağı karşılaştırıyorum ve şimdiye dek dikkatimi çekmeyen bir başka ayrıntıyı görüyorum. Artık ayrıntılardan nefret eder hale geliyor ve başıma gelen bu tuhaf şeyden dolayı bunalıyorum. Ne yazık ki görmüş bulundum bir kere; bunu unutmak ya da önemsememek gibi bir şansım yok artık. İki sayfada da, ‘Kaan Ilgaz’dan çok daha küçük puntolarla yazılmış ve ismimin hemen altında yer alan bir sayı okunuyor: 27. Belki bilmenizde fayda olabilir: Bugün benim 27. yaş günüm. Arkama bile bakmadan kaçıyorum. Neden sonra, sokağın adresini almak geliyor aklıma. Bir yandan kaçarken diğer yandan da direklere ve binaların köşelerine bakıyorum. Sonunda aradığımı buluyor ve kendimden geçecek gibi oluyorum. Ayrıntı tutkuma içimden küfürler sayıp bu saçmalıkların bir son bulması için uyumak ve bir başkası olarak kalmak istiyorum. Olan biten her şey bir tür şaka gibi. Sokağın numarası, evet inanması çok zor hatta imkansız ama sokağın numarası 27. Prag’da mıyım İstanbul’da mıyım anlayamıyorum ve bir an için arkama döndükten sonra hızla 27. sokağı terk ediyorum. Caddeye bakan dükkanlardan birinin vitrininde üstümü başımı kontrol ediyorum. Camdan yansıyan görüntümde bana yabancı gelen bir şey var. Yüzüm… Yüzüm bembeyaz görünüyor gözüme; bu kağıt gibi bembeyaz zeminin üzerinde gözlerim ‘Kaan Ilgaz – 27’ ibaresini arıyor. Artık bu ibareyi bir başka yerde görmek beni şaşırtmayacak gibi. Vitrindeki yansımama bakarken arkamdan bir adamın geçtiğini fark ediyorum. — Pardon, en yakın karakol nerede acaba? — Karakol? Şey, bu caddenin sonuna doğru sağda bir karakol olacaktı. — Teşekkürler. Caddeye girdikten hemen sonra, yaklaşık elli metre ileride, sol taraftaki karakol binasını görüp karşıya geçiyorum. Nöbetçi polisin rahatsız edici bakışlarını görmezden gelmeye çabalayarak merdivenleri çıkıyor ve binaya giriyorum. Üzerimden büyük bir yük kalkıyor sanki. Binanın en yetkili memurunun odasını buluyorum ve kendisinin orada olmadığını öğreniyorum. Yardımcısının da görevde olduğunu öğrendiğimde hiç şaşırmıyorum. Demek ki benim işim hep üçüncü kişilerle… Amirlerinin binada olmamalarının verdiği rahatlıkla odasında şekerleme yapmakta olan üçüncü adam benim gelişimle canlanıyor ve şikayetimi dinlemek için gözlerini hiç ummadığım bir ilgiyle açıyor. Önce bu ilgisini koruyor ve öykümün girişini dinliyor. Hatta sıcaktan şikayet ettiğimde tatlı dillilikle bana katılmadan da edemiyor. Ancak hemen ardından ‘çok fazla film izlemiş olduğumu ima eden bir bakış’ beliriyor gözlerinde ve bu sıkıntımı daha da arttırıyor. Önce bunda endişelenecek bir şey olmadığını, henüz başıma bir şey gelmediğini ve anlattıklarıma bakılırsa gelmeyeceğini söylüyor. Tüm can alıcı noktaları göz önüne sermemiş olduğumu anımsıyor ve ‘27’den bahsediyorum. Bunun da bir rastlantı olduğunu düşünmemesini, beni ciddiye almasını umuyorum. Ancak o, bu ülkede yüz binlerce şu anda 27 yaşında olduğunu, ayrıca yine bu ülkede binlerce ’27. sokak’ bulunduğunu, bunun yalnızca bu şehirde bile tahminimden çok daha fazla bulunabileceğini söyleyerek beni umursamamaya devam ediyor. Umursanmadığımı ve belirsiz bir tehdit karşısında tek başıma kaldığımı hissediyor ve bunalıyorum. Sonra aracın plaka numarasını kazındığı yerden, beynimden söküp alarak bunu üçüncü adamın bilgisine sunuyorum. Ne ki o bunu en çok diğer söylediklerim kadar önemsiyor. “Ortada bir suç olsaydı,” diyor, “Bir hırsızlık vakası, ya da en azından size karşı işlenmiş bir trafik bulunsaydı eğer, bu plaka üzerinden bir araştırma yapılabilirdi. Ancak genç adam,” diye devam ediyor filmlerdeki polis memurları gibi, “Böyle elinizi kolunuzu sallayarak buraya gelip istediğiniz araç hakkında bilgi alamazsınız. Bu yasal değildir!” Ardından arkadaşına yardımcı olmaya çalışan bir çocuğun hınzır ifadesiyle herhangi bir şikayetim olup olmadığını soruyor. Tıpkı ondaki ani değişiklik gibi bende de en az onunki kadar ani bir değişiklik oluyor. Az öncesine dek bu aracın sahibi hakkında bir şeyler öğrenmeye can atan ben değilmişim gibi, (ve bu bilgiye böylesine yaklaşmamışım gibi) şimdi birden vazgeçiyor ve geri adım atıyorum. Çünkü korktuğumu fark ediyorum. Aracın sahibinin kim olduğunu, benimle ne gibi bir ilişkisinin bulunduğunu öğrenme olasılığı bile korkutuyor artık beni. Belki de kendimi bu yolla, bilmeyerek, koruyabileceğime karar veriyorum. Üçüncü adama teşekkür ediyor ve onu şekerlemesiyle baş başa bırakıp binadan ayrılıyorum. Henüz gücünden bir şey yitirmemiş olan sıcağı eskisi gibi umursamadan koşturuyorum. Kurtulmak için… Zihnim beyaz bir sayfaya dalıp gidiyor ve bedenimi ayaklarımın yönetimine bırakıyorum. Aradan ne kadar zaman geçtiğini çıkartamıyorum. Kaldırımın birinde durmuş, alnımı bir cama dayamış olduğumu fark ediyorum birden; bu o beyaz aracın sağ arka camı. Hiç şaşırmıyorum. Sanki bu yapmam gereken bir şeymiş gibi burada olmamı normal karşılıyorum. Ne ki şaşıracak bir başka şey bulmakta gecikmiyorum. Bugün formum yerinde. Bu sefer karşılaştığım, şaşkınlıktan çok rahatsızlık hissi yaratan ufak bir değişiklik. Aracın arka koltuğundaki kağıt tomarı yerinde değil. Koltukların arasına bakıyorum; ne var ki poşet devrildiği ya da tekmelendiği için içindekileri göremiyorum. Sinirim bozuluyor; ellerimin titrediklerini hissediyorum. Eve gitmeliyim. Eve gidip soğuk bir duş almalı ve bugün olanları düşünmeliyim. Sükunetle düşünürsem belki de bu olayın altından kalkarım. Bedenimi yine ayaklarımın yönetimine bırakıyorum. Ne kadar sürdüğünü kestirmek zor ama uzun bir yürüyüşün sonunda eve vardım işte. Banyoya doğru yürürken saate bakıyorum ve zamanın nasıl da çabuk geçiverdiğini düşünüyorum. Özlem! Özlem’le buluşacağımı unutmuşum. Bugün onun Türkiye’deki son günü; gece yarısından sonra uçağa binecek ve Almanya’ya dönecek. Sanırım bu, onun benimle bir daha görüşmek istememesi için yeterli bir sebeptir. Nasıl da istemişti benimle birlikte yaş günümü kutlamayı! Beni affetmesi için sunabileceğim, elle tutulur bir gerekçem de yok, ne yazık ki! Başıma gelenlere ve tüm günümü bunlarla tükettiğime inanması için deli olması gerekir. Pişmanlıklarım ve korkularımla beraber akan suyun altına giriyorum. Kağıtları, adımı, beyaz aracı, yaşımı ve tanımadığım o adamı düşünüyorum. Adı geçen Kaan Ilgaz ben miyim? Eğer bu ben isem kağıtlarda benim hakkımda ne yazılmış olabilir? Ardından Mete’yi düşünüyorum. Beni çok seven ama benim bir türlü sevemediğim Mete geliyor aklıma. Ardından yazdıklarımı anımsıyorum. Tam bir sene önce bir edebiyat öğrencisinin hevesiyle bir şeyler yazmaya girişmemi, arkadaşlarımdan oluşan bir topluluğun her bir üyesinin, önceden belirlenmiş tek bir günde başlarından geçeni, kendi üslupları ve kendi doğrularıyla yazmalarını isteyişimi, asla arkadaştan saymadığım ama bu topluluğa dahil olan Mete’ye ise bu fikri açmayışımı, onu hor görüşümü, onun öyküsünü onun yerine ve onun gözünden yazışımı, ortaya çıkan öyküye -Mete’yle dalga geçercesine- ‘Ada’ adını verişimi ve bunu kimi arkadaşlarımla paylaşmamı anımsıyorum yüzüm kızararak. Öyle ahlaki bir sonuca vardığımdan değil, ama düşünüyorum da, ben Mete’ye bunu yaptıysam bir adamın bana (tamamen bilinmezlikler, rastlantılar ve tuhaflıklarla dolu olarak) bunu yapmasını da garipsememeliyim. Bunlar aklımdan geçerken masama gidiyorum ve şöyle bir sonuca varıyorum. Bugün olanlardan kendimi soyutlamalıyım; tıpkı üçüncü adam ya da Özlem gibi. Sağlıklı bir karara varabilmemin başka bir yolu yok. Böylelikle kalemi ve kağıdı elime alıyor, bugün olanları yazmaya koyuluyorum. Henüz bitirebilmiş değilim ama şu ana dek yazdıklarımı okuduğumda şunu görüyorum: Bu pek de garipsenecek bir şey değilmiş. Bugün kopardığım onca tantana hep boşunaymış sanki. Kaan Ilgaz’ın yerine bir başkasını -örneğin bu başkasının adı Anıl Gökpek olsun- koyduğumda karakterin olan bitene bu kadar şaşırmasını anlamakta güçlük çektiğimi bile söyleyebilirim. Beni sıkıntıya düşürmüş olmasının tek sebebi bunların benim başımdan geçmiş olmalarıdır sanırım. Oysa bu olanlar bir başkasının öyküsü olsaydı sanırım pek de ilgimi çekmeyebilirdi. Özlem için dediğim gibi: İnsanın bu olan bitene inanması için deli olması gerekir.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Anıl Gökpek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |