Olgunluğa erişmemiş şairler ödünç alır, olgunluğa erişenler çalar. -George Eliot |
|
||||||||||
|
Kapıyı açıp karşısında beni gördüğünde ne yapacağına karar veremeyecek kadar korktu önce. Elimden geldiğince sakinleştirdim onu. Kim olduğumu anlatmaya çabaladım; doğaldır ki inanmadı bana. Zaten benim beklediğim onun bana inanması ya da beni anlaması değildi. Sadece beni dinlemesini istiyordum. Birilerinin beni dinlemesine ihtiyacım vardı. Evden uzaklaştık. Sessiz sakin, aydınlık bir yer aradık, ve sonunda tren istasyonuna vardık. Gecenin o saatinde esneyen metal yığınlarının ve rayların sesinden başka hiçbir ses kulağı rahatsız etmiyordu; orada oturduğumuz süre boyunca bu tozlu istasyona yalnızca üç posta treni uğradı. Konuşmanın büyüsünden olacak, bu trenlerden dolayı rahatsız olmadık. Yerlerimizi aldığımızda beni can kulağıyla dinlemeye hazır görünüyordu. Ne ki ben anlatmaya pek hazır değildim. İyisiyle ve kötüsüyle kendi hayatını yaşamakta olduğunu düşünüyordu ve bu dünyayı yıkmanın hiçbir anlamı yoktu. Sonra ona, onun öyküsünün yerine kendi öykümü anlatmaya karar verdim. Büyük bir ilgiyle dinliyordu çünkü bunu istiyordum. Gün ağarana dek oturduk; hiç durmaksızın anlattım. Benim öyküm… İnsandan bireye dönüşmemin öyküsü… Her şey Temmuz’un 2’sinde başladı. Sıradan bir gün gibi görünüyordu; Akçay’da geçirilen sıradan bir gün. Arkadaşlarım geldiler teker teker. Genelde onlarla bizim evde toplanmaktan, onlara ev sahibi olarak hizmet etmekten ve onları eğlenirlerken görmekten keyif alırdım. Ancak o gün içimde büyük bir sıkıntı vardı. Uzun zamandır hissetmediğim bir sıkıntı… Bu sıkıntıyı, her şey olup bittikten sonra öykümü kalfaya anlatırken, istasyonda mı yakıştırdım kendime, yoksa gerçek miydi emin olamadım; ancak yine de Temmuz’un ikinci gününde üzerimde bir tuhaflık olduğunu anımsıyorum. Bir yalnızlık hali vardı bende. Önce Aslan, sürpriz bir kararla, yemek hazırlama görevini benden devralacağını söylemişti. Bu bile bir şeylerin değiştiğinin habercisiydi aslında. Aslan’ın yapacağı yemeğin ‘çiğköfte’ olduğundan bahsettiğimde kalfanın gözleri parladı. Soluk bile almadan çiğköfteyi çok sevdiğinden, arada sırada da olsa hazırladığından, ancak Çukurova’da bunu bir parça değişik yaptıklarından bahsetmeye koyuldu. Öykümün henüz sürmekte olduğunu söyleyerek onu susturdum. Özür dileyerek öyküme devam etmemi istedi. Ben de kaldığım yerden anlatmaya devam ettim. Aslan’ın bu girişimi omuzlarımdan büyük bir yük kaldırıyor ve bana uzunca bir boş zaman yaratıyordu. Eksik malzemeleri tamamlamak üzere alışverişe çıkanlar beni de çağırdıklarında ben çayımı demlemiş balkonda oturmaktaydım ve hiçbir şey yapmamaktan ilk kez keyif alıyordum. Beni alışverişe çağıranlara kötü bir espriyle cevap verdim: “Siz çıkın. Ben burada oturur evdeki bulguru korurum.” Aslında yalnız değildim; Mete’nin kız kardeşi de evdeydi. Bizim eve pek sık uğramayan Özlem o gün öğle saatlerinde yanımıza gelmiş, bizimle biraz vakit geçirmişti. Alışverişe çıkmayı düşünen Gözde’nin yerine evi temizlemeyi teklif etmiş, insanlar çarşıya (ben de balkona) çıktıktan sonra da, zaman kaybetmeden elektrikli süpürgeyi çalıştırmış, koridoru süpürmeye girişmişti. Kalfanın öykümü çekici bulması için buraya ufak bir ekleme yaptım. Bu eklemeye göre, mayosunun üstüne giydiği elbiseyle temizlik yaparken her zamankinden de güzel görünen Özlem’e takılmaktaydı gözüm. ‘Sapık’ diye adlandırılmamak için başka şeylerle ilgilenmeye çalışıyor ancak bunda sürekli başarısız oluyordum. Sonra elektrikli süpürgenin sesi kesilmiş ve içimi bir heyecan kaplamıştı. Özlem süpürgeyi peşinde sürükleyerek koridordan salona geçmiş, bir ara başını kaldırıp bana gülümsemişti. Açık duran pencerenin hemen önünde oturuyordum ve süpürge tekrar gürültüye başlamadan önce ağzımdan yanlış bir sözcük ya da bir ses çıkmaması için dua ediyordum. Tekrar kendi işime, yani hiçbir şey yapmadan oturmaya döndüm. Ne var ki bedenim kısa sürede galip gelmeyi başarmıştı; kendimi boş boş ona bakarken bulduğumda inanılmaz bir utanç duydum. Yakalanmıştım. Üstelik bu yalnızca bir kez olmadı; kısa bir süre içerisinde, en olmadık anlarda Özlem’in gözlerine yakalanıyor ve her seferinde yerin dibine giriyordum. Özlem’de aynı utancın en ufak bir izi bile yoktu. Bunu duyan kalfanın öyküme duyduğu ilgi daha da arttı ve üzerindeki uyku havası kısa sürede kayboldu. Bir an için ona, Özlem’le ilgili bu kısmın uydurma olduğunu söyleyip suratında oluşacak ifadeyi görmek için inanılmaz bir istek duydum. Ama Özlem’in güzel bacaklarını, hapsedildikleri yerden her an uçup kurtulacakmış hissi veren göğüslerinin en ince ayrıntılarını izlemek bende daha baskın bir istek yaratmıştı. Bu yüzden devam ettim. Buna devam etmem Özlem’i rahatsız etmiyordu ve ben arada bir pencere olduğu için halime şükrediyordum. Onunla aynı odada olmamız kötü sonuçlara neden olabilirdi. Ne ki bedenim kontrolü ele geçirmeye niyetliydi o gün; zihnim halime şükretmemi söylerken diğer yandan da onunla aynı odada olma ihtimalimizin tam olarak ne gibi bir sonuç vereceğini merak etmemi sağlıyordu. Aynı merakı kalfanın da barındırmakta olduğunu fark ederek balkondaki sandalyemden kalkarak salona girdim. Salona girerken, Özlem’i güldürmek için, kapı yerine pencereyi kullanmıştım. O benim halime gülerken ben de kapıyı kullanmayarak neyi kastettiğimi anlamış olmasını umuyordum. Eğilip dikleşen bedenini izlemeye koyulmuştum. Bu olup bitenin bir tür şaka ya da düş olup olmadığını düşünmeye bile vakit bulamayacağımız, kısa bir sürenin ardından, odamda sırılsıklam ve üst üste uzanıyorduk. Bir sigara yaktım. Kalfaya da bir tane uzattım, bana eşlik etti. Hoşuna gitmişti ve devamını duymak için sabırsızlanıyordu. Kaldığım yerden anlatmaya koyuldum. Tek kelime etmeden, önceden anlaşmış gibi sevişmiştik Özlem’le ve yine konuşmadan kalkıp giyinmiş, kaldığımız yerden işlerimize geri dönmüştük. Bu sessizlik almış olduğum heyecanı daha da perçinliyor, onu unutulmaz kılıyordu. Yasak ilişkiden bahsedilmezdi. İlişki yaşayanların arasında kalırdı. Ve bu sır en güçlü orgazmdan bile daha keyifliydi. Ben balkondaki sandalyemde, çaydanlıktan çıkarabildiğim son bardak çayı yudumlamaktayken ve Özlem bir türlü başlayamadığı salon temizliğine tam girişmek üzereyken kapı çalındı. Alışverişe gidenler geri dönmüşlerdi. Aslan da biber salçası almak için eve gitmiş ve birkaç dakikalık bir gecikmeyle o da salondaki yerini almıştı. Alınanlarla beraber tüm malzemeler salona taşındı. Ardından Aslan’ın senfonisi başladı. Çiğköfte yoğurmuyor piyano çalıyordu. Yaptığı iş eline yakışmıyor olsa da güzel bir şey hazırlayacağı gözlerindeki istekten anlaşılıyordu. Bende ise hiçbir istek yoktu; doymuştum artık. Bundan utansam da, topluluğun yaptığı şeylerden az da olsa uzak duruyor olmaktan, bu kolektif çalışmanın dışında olmasa da kıyısında kalmaktan bencilce bir keyif alıyordum. Gün bencilce keyiflerin günüydü. Hazırlıklar sürmekteyken, henüz dinlenmek için oturmamış bulunan Özlem, salonun temizliğini tamamlayamadığı için Gözde’den özür diledi ve gitmek için bizden izin istedi. Gözde koridorun pırıl pırıl olduğunu, salonun ise sorun olmadığını, nasıl olsa birkaç saat içinde daha da çok kirleneceğini, bundan sonra temizliklerden Kaan’ın sorumlu olacağını söyleyerek Özlem’i rahatlattı. Gözde’nin teşekkür etmesinden sonra Mete kardeşine nereye gittiğini, yemeğe neden kalmadığını sordu. Özlem bu soruya cevaben, oturduğu yerde duramadığını, her yerinin birden ağrımaya başladığını, eve gidip yatacağını söyledi. Kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyordum çünkü kalfa bu ufak ayrıntıların her birinin altında yüce birer anlam arıyor gibi dikkatle öykümü dinliyor ve tuhaf mimiklerle dikkatli olduğunu, bir şeyler yakaladığını ispatlamaya uğraşıyordu. Tekrar balkondaki yerimi almış, düşünmeye koyulmuştum. Gelen şikayetler yüzünden arkadaşlarımla olmak ile kendi başıma kalmak arasında sıkışmıştım; tüm güzel şeylere rağmen içimdeki sıkıntıyı çözemiyor, onu olduğu yerden söküp atamıyordum. Yemek hazırlandığında salona döndüm. Hava kararıyordu ve içeride olmaktan daha iyi bir seçeneğim olmadığını düşünmeye başlamıştım. Tekrar keyif almaya başladığım, arkadaşlarımın yanında olma isteğini en çok hissettiğim anda, önce Selim ardından da Can, salondan ayrıldılar. Leyla’yla konuşabilmek hayalleriyle benim odama geçen Can’ı sabaha dek yalnızca bir kez görebilecektim. Uyumak için yatak odasına çekilen Selim’i ise karakoldan eve döndüğümüz saate dek hiç göremeyecektim. Yaşam böyledir işte; yalnız kalmaya ihtiyacınız olduğunda sizi sımsıkı saran dostlarınız, size sarılmalarına ihtiyaç duyduğunuzda sizi yalnız bırakırlardı. Bu arada birkaç kez Can’ın adını duyan kalfa mahcup bir çocuk gibi başını önüne eğmişti. Onu rahatlatmaya çalışarak ağzımda birkaç cümle geveledim. Onu çok iyi, hem de sandığından çok daha iyi anladığımı, insanın bazen kendisini ve düşüncelerini kontrol etmekte nasıl zorlandığını, hatta zaman zaman bunun imkansızlaştığını söylediysem de ağzımdan çıkanlar karşısında kendimi bile etkileyemediğimi üzülerek gördüm. Ne var ki ona yardım edemeyecek durumda olmadığımı, geç de olsa fark ettim. Kalfa çok neşeli bir kahkaha attı ve bana dönerek, “Selim ve Can’ın salondan ayrılmalarında kalmıştın Kaan.” dedi. Adımı onun ince sesinden duyduğumda irkildim; yine de devam edecek ve öyküyü tamamlayacaktım. Az önce takındığım sıkkın görünümüme geri döndüm ve konuşmaya başladım. Sıkılmıştım. Arada sırada ayağa kalkıyor ve gitarımın yanına gidiyordum. Orada da sıkıldığımda soluğu koltuklardan birinde alıyor, bir süre sonra da kendimi mutfakta ya da tuvalette buluyordum. Bu gidiş-gelişlerin bir yerinde, o gece için son kez olarak, Can’la karşılaştım. Mutfaktaydım ve kafamdakileri bir araya getirmekte zorlanıyordum. Zordu ve tüm umutlarıma rağmen giderek daha zor hale geliyordu. Ama bir şekilde olmalıydı. Tam da bu ‘olmalı-olmamalı’ denizinde boğulmak üzereydim (ve bir yandan da mutfaktaki bulaşık denizine dalmaktaydım) ki arkamdan gelen dost bir ses filmlerdeki yardımsever balıkçılar gibi kurtarmıştı beni. —Ne oldu Kaan, sen de mi çay demleyeceksin? —Yok, dedim, yok… Gidip gelip şu bulaşığa takılıyordum da… Cümlemi tamamlayamadan Can rahat olmamı, bunun halledilebileceğini söyledi. Her zaman beni en iyi anlayanın Can olduğunu düşünürdüm ama aşık dostum bu kez beni anlamaktan aciz kalmıştı. Kafamı bulandıran kalabalığın bulaşıklardan oluşan kalabalık olmadığını anlayamadı. Ben de, çaresiz, işi şakaya vurdum. Zaten hep şaka yaptığımı sanıyorlardı. Oysa bu kez gerçekten boğuluyordum. Can çayını demledikten sonra odama dönerken ben de fırsattan yararlanarak balkona çıktım. —Temiz havanın bana iyi geldiğini sandın, değil mi? Kendisini dinlemeye öylesine kaptırmıştı ki, kalfa bunun bir soru olduğunu anlayamadı; anlatacağım şeyi güçlendirmeye çalıştığımı, ondan bir cevap beklemediğimi, birkaç saniye içerisinde sorunun cevabını vererek öyküme devam edeceğimi sanıyordu. Bekledim. Bekledim ve yüzünün çizgilerindeki değişimi anbean izledim. Tedirgindi. — Temiz havanın bana iyi geldiğini sanmıştın, değil mi, diye yeniledim sorumu. Bir süre boş boş suratıma baktıktan sonra, —Gelmesi gerekirdi ama, dedi. Gelmedi mi? — Aslına bakarsan gerçekten de iyi gelmişti, Akçay’ın havası hep iyi gelmiştir bana. Ama balkonda bir şeyin farkına vardım. Bana hiç de iyi gelmeyen bir gerçeğin, çıkardığımız gürültünün aslında nasıl da rahatsız edici olduğu gerçeğinin farkına vardım. Balkonlarda insanlar vardı; benim gibi yalnız olmayan ama benim gibi sükunete ihtiyaç duyan, benim olduğum gibi bu gürültülerden rahatsız olan ve bu şamatadan beni sorumlu tutan, kızgın bakışlı insanlar. İlk kez o an, o balkonda, ezici çoğunluğun ne olduğunu, insanların bakışlarının ne kadar ezici olabileceğini anladım. Çizginin dışına çıktığında hemen senden rahatsız olur, seni kendileri gibi yapmak için de ellerinden geleni yaparlardı. Bir şeyler yapacaksan bunu uzaktan ya da kaçarak yapmanın hiçbir mantığı, hiçbir faydası yoktur. Şalteri indirmek için şaltere dokunabilmelidir insan. Bu asık suratlılar sürüsü bana dokunmadan önce ben onlara dokunmalıydım. Onlardan biri olmaktan başka şansım yoktu. Bu böyle başlayacaktı. Sabaha dek evin içinde, türlü bahanelerle dolaştım durdum. Bu dolaşmalar arasında anlatmaya değebilecek iki şey yaptım: Birincisi, Mete’nin kafası karışsın diye Gözde’yle beraber sergilediğimiz bir kağıt oyunuydu. Onun tarafından bakıldığında ben, bakmadan da görebilen, bir sihirbazdım. Benim istediğim de buydu; onun gözünün önünde, ona fark ettirmeden de bir şeyler becerebileceğimi, istersem kapıdan çıkıp pencereden girebileceğimi hissetmesini istiyordum. Zavallı Mete! Olup bitenden hiç haberi yoktu. Anlatmaya değebilecek diğer şey ise film izlememizdi; izlediğimiz filmden değil film izleme eyleminin kendisinden bahsediyorum. İzlemek gafletinde bulunduğumuz filmin bahsedilecek hiçbir yanı yoktu. Ama izlenecek filmi seçerken halimiz komikti. Her kafadan bir ses çıkıyor, sarhoş Mert ise sürekli Porno film izlemeyi teklif ediyordu. — Porno mu, dedi kalfa, günün ilk ışıkları gözbebeklerinden yansırken. O kadar kişinin içinde olur mu hiç o iş? —Mert bu, dedim. Onun yapamayacağı, söyleyemeyeceği şey yok. İşte böyle. Bahsedebileceğim bu iki şeyden sonra gece sona eriyordu. Dışarıda gürültülü bir kuş sürüsü havalanırken kapı çalındı. Her şey ortadaydı; o saatte kim gelebilirdi ki kapımıza? Polislere kapıyı açtım; konuştuk; sonra Kerem’in de yardımıyla evdekileri bir araya getirdim. Selim’i uyandırmadım; onun bir suçu yoktu. Gözde ise gelmeyi kendisi istedi, zaten evde kalsaydı aklım da onunla kalacaktı. Minibüse bindik ve karakola ulaştık. Tutanak hazırlandı, imzalar atıldı, nasihatler dinlendi ve ardından karakolu terk ettik. Arkadaşlar dağıldılar. Gözde’yle ben, Mert’i de yanımıza alarak, bir çay bahçesine gittik. Lezzetsiz bir kahvaltıdan ve Mert’i bıraktıktan sonra eve döndük. Selim uyanmıştı ve uyuma sırası Gözde’deydi. Saatlerdir uyumakta olan ve uyandıktan sonra kalabalık bulmayı umduğu evi tehlikeli bir şekilde bomboş gören Selim olan biteni merak etmişti. Oturduk ve konuştuk. Yarım saat kadar sonra yüzmeye gitmek için evden ayrıldı ve salonda yine ben kaldım, tek başıma. Bu odada sadece ben yalnızdım; herkes çekip gittiğinde ben kalıyordum geriye. Curcunanın ardında yalnız ben vardım; onların posası, Kaan Ilgaz. Sessiz sedasız hüznümü paylaşacağını sandığım kalfa hiç beklemediğim bir anda konuşuverdi. —Ve sonra sen, arkadaşlarından bu günün öykülerini yazmalarını istedin, değil mi? Şaşırmıştım ama belli etmemeye çalıştım. —Sen nereden biliyorsun bunu? — Can anlatmıştı. Bir-iki kişi hariç herkesten yazmalarını istemiştin. Hatta Can’ın yazdığı öyküyü de okudum. —Hangisini? —Şey, Kim Kiminle Nerede’ydi sanırım. Parantezler, tarihler falan vardı. Öykü teklifine gelen ilk cevap, Can’ın ‘Kim Kiminle Nerede Ne Zaman’ isimli öyküsüydü. Onunla aramızda geçen bir esprinin bir uzantısıydı. O kendi payına düşeni yapmıştı; sıra benim yazacağım kitaptaydı: Yalnızlığın kitabındaydı sıra. Bir şeyler yazdım ben de, arkadaşlarımın yaptıkları gibi. İyi öyküler ve kötü öyküler. Hepsini üst üste koyduğumda ortaya kimsenin ummadığı, bambaşka bir şey çıkacaktı: Bir insanın intihar mektubu. Bu mektuptan sonra bir yerlerde bir insan ölecek ve bir birey dirilecekti. Artık benim yerim toplulukların içinde değildi. Bundan böyle iki kişiden birisi olduğumda bile bir kalabalığın yarısını oluşturacak ve bundan rahatsız olacaktım. Son sözlerimden alınmış olacaktı ki, gözlerinde umarsız bir bakışla bana dönen kalfa, üzüntüyle sordu sorusunu: —Peki ben ne yapacağım şimdi? —Bana sorma, dedim. Bu senin yaşamın. Artık, kendim hariç, kimseden sorumlu değilim. Git ve içinden geleni yap. Ayağa kalktım. Orada olduğunu unuttuğum bavulumu fark ettim ve onu bıraktığım yerden aldım. Uykulu ve takım elbiseli insanlarla, kusursuz ve birbirlerine karşı ilgisiz bireylerle dolu bir minibüse binerek Adana’ya geçtim. İlk otobüsle, geldiğimi Can’a haber vermeden, sessiz sedasız İzmir’e döndüm. İki gün sonra bir gazetenin üçüncü sayfasında, üniversiteden mezun olduktan sonra yıllarca istediği gibi bir iş bulamayıp cinnet geçiren bir genç tarafından yatağında öldürülen, son sınıf öğrencisi Can’ın ölüm haberinin ayrıntılarını okudum. Artık bu dünyada tek başınaydım; tam da bir süredir olmayı planladığım gibi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Anıl Gökpek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |