Özgür insan, denizi daima seveceksin. -Baudelaire |
|
||||||||||
|
Yavaş yavaş batan güneşin ardından günü kapladı karanlık. Pembe bulutlar gözükmez oldu, gökyüzündeki kızıllık yerini dev bir laciverte bıraktı. Denizin üzerindeki yakamozlar pırıl pırıl parlıyor, uzaktaki adayı aydınlatıyordu sanki.. Boş adanın silüeti; üzerinde bulunan tek tük bir kaç yapı yüzünden dört köşesinde kuleleri olan büyük bir şatoya benziyordu.. Hava kapkaranlıktı. Gecenin yıldızsız, geçtiğimiz yolun da ıssız olması nedeniyle bir süre sonra beş on metre ötemizde ne olduğunu göremez olmuştuk. Ama kıyıdan biraz uzakta olan ufak ada gözüküyordu hala, bulutların arasından sızan ayışığının altında. “Sanki bir şato gibi, değil mi?” dedim bisikletimi durdurarak. Selene de zaten yorgunluktan pedalların çevirmekte güçlendiği, ama bana belli etmemeye çalıştığı için bisikletini durdurdu. Bisiklentinden indi. Kumsalla yolu ayıran alçak beton duvarın üzerinden adaya bakmaya başladı. “Şato orası zaten.” dedi bilmiş bir sesle. “Kulelerinde de suçlular barındırılıyor.. Ceza olarak şatonun dev avlusundaki ayrık otlarını temizliyor suçlular.” “Sadece onlar mı temizliyor?” dedim sesime şaşkın bir hava katmaya çalışarak. Gülümsememi gizlemeye çalışıyordum. Selene devam etti. “Hayır. Sadece suçlular kalmıyor orada.” dedi. “Kont Orungalto da orada tutuluyor. Masum olmasına rağmen üstelik de.” “Yaa...” dedim. “Onu niye orada tutuyorlar peki?” “Krallığın gerçek varisi o, Kont Orungalto.” diye cevapladı Selene. “Ölen Kral Renid’in tek varisi aslında o. Ama Kral Renid’in kardeşi Prau ülkeyi yönetmek istediği için Orungalto’yu yapmadığı bir şeyle suçladı ve onu zindana attı. Şu anda hükümdar Prau yani.. Haksız bir şekilde elde etti tahtı.” “Krallıklarda da ne kötü dolaplar çevriliyor...” diye mırıldandım. “Kesinlikle, değil mi ama...” diyerek dediğimi onayladı Selene. Sonra şu ana kadar bir eliyle tutmuş olduğu bisikletini yanına çekip duvara dayadı. “Hadi onu kurtarmaya gidiyorum ben, bu duruma artık bir son vermek gerek sonuçta..” duvarın öbür tarafına sıçradı. “Ama saat onu geçiyor, üstelik sen daha dokuz yaşındasın.” dedim. “Gece oldu, saat çok geç. Ayrıca senin için, bu yaşınla,tek başına bir kontu kurtarman için henüz çok erken. Sence de böyle değil mi bu?” “İki gün sonra doğum günüm bir kere. O zaman ben de on olacağım, tıpkı saat gibi.” dedi Selene kumsalda yürür, benden uzaklaşır, denize yaklaşırken. “Hatta şu anda bile on sayılabilirim.. İki basamaklı bir sayıya dönüşecek yaşım... Bu ilginç.” sonra bana dönüp ekledi. “Sen burada bekle, ben Orungalto’yu kurtarp geleceğim.” “Pekala...” diye mırıldandım. Selene’nin sahilde koşuşunu izlemeye başladım. Bir yandan da başına bir bela açmamasını, bacağında dişlerini kenetlemiş bir köpek, veya peşinde kötü bir adamla koşarak bana doğru gelmemesini umuyordum. Ama on dakika sonra Selene sapasağlam bir biçimde geldi. Yanında da tıpkı eski bir çöp tenekesi gibi paslı zırhı, ıslak saçları ve bakımsızlıktan doları iyice uzamış olan sakallarıyla yirmilerinde bir adam vardı. Selene’nin üzerindeki açık mavi t-shirt ile beyaz kısa pantolon da yepyeni, geniş eteklikli, eski zamanlara ait bir elbiseye dönüşmüştü sanki. “Bu Orungalto.” dedi Selene gururla. “Şatoya yüzdüm, onu kurtardım.” Kont Orungalto da onaylarcasına başını salladı, sağ elini seri bir hareketle göğsünün üstünde yumruk yapıp bana baktı, eğilerek beni selamladı. Ben de başımı öne eğerek selamına karşılık verdim. İşin gerçeğini söylemek gerekirse Selene’nin kontu gerçekten kurtarabilmiş olması beni oldukça şaşırtmıştı. Ondan beklediğim, ama gerçek olamayacağını bildiğim bir davranıştı bu çünkü. “Şimdi Orungalto’nun çektiği işkencelerin, haksızlıkların öcünü almak için Prau’nun yanına gitmesi gerek.” dedi Selene. “Bizimle geliyorsun değil mi?” “Ama bu zor bir iş, üstelik bizde tek bir silah bile...” dedim endişeli endişeli. “Dalga geçmeyı bırak da üzerine bak, salak!” diye sözümü kesti Selene gülerek. Üstümdekilere bakarken daha önce sahip olmadığım bir alışkanlıkla elimi belime götürdüm. Parmaklarımın arasında sert, soğuk, metalik bir kılıç kalın kabzasını hissederek irkildim. Kılıcı tutup kınından çıkardım. Karanlıkta sivri, sağlam, ağır, üstelik de oldukça eski bir kılıç pırıl pırıl, tehditkâr bir şekilde parladı. Kılıcın üzerine ay ışığı yansıyor, parıltısı gözümün içine giriyordu.. Dizlerime gelen deri çizmeler, kahverengi dar bir pantolon, bir zırh ve ağır, koyu yeşil bir pelerin giyiyor olduğunu farkettim. Gözlerim de karanlıkta çok daha iyi seçer olmuştu şimdi her şeyi... Kılıcımı kınına soktum. “Pekala.. Ben de hazırmışım.” diye mırıldandım Orungalto’nun elinde tuttuğu kılıç ile Selene’nin saten elbisesinin üstünden geçirdiği yay ve oklarını gördükten sonra. “İşte şimdi gerçek bir Elf Prensesi gibi davrandın!” dedi Selene gururla gülümseyerek. Tam ona cevap verecektim ki Orungalto atıldı. “Acele etmeliyim Kraliçem..” diye konuştu. “Prau’yla yapacağım düelloya geç kalmak istemiyorum, gece onikiden sonra saraya varırsak kötü ruhların engelini geçmek zorunda kalırım çünkü.” “Kraliçem mi?!” dedim. “Yer yüzünün en değerli kraliçesi hem de.” deyip Selene’nin önünde diz çöktü Orungalto. “Kendi imparatorluğunun dışındaki barışı bile korumak için en büyük zorluklara göğüs geren bir kraliçe.” Selene bana bakıp göz kırptı. “Peki Prau nerede?” diye sordum. “Krallığın başına geçenlerin kaldığı büyük sarayda.” diye cevap verdi Selene. “Tüm tanrılar aşkına, atalarımın adına yemin ederim ki onu yenmek, onu devirmek için, şanlı krallık soyunun adını lekelememek ve ülkeden sürülmüş olan saray halkını ait oldukları yuvada toplamak için elimden gelen her şeyi yaparım!” dedi Orungalto öfkeyle. “Tamam, tamam, sakin ol..” dedi Selene. “Ayağa kalk. Kara Orman’ın ortasındaki saraya gitmek buradan kolay olmayacak... Kendi başına gitmeyi falan da aklından geçirme. Çünkü biz de seninle geliyoruz.” Daha sonra ilerde bizi bekleyen üç atı gösterdi bana. Orungalto önden, hızlı hızlı gidiyordu. “Aslında böyle klişe laflar eden, yok ‘şan, şeref, milletim uğruna canım feda,’ filan diyen bir adam değildir Orungalto..” diye fısıldadı parmaklarının ucuna kalkıp kulağıma yanaşarak. “Ama leydi Kianis, Prau tarafından kaçırıldığı, saraya hapsedildiği için şimdi iyice öfkelendi. Hani kız elden gidecek falan diye endişeleniyor..” “Yaa...” diye mırıldandım. “Neyse, anlayışlı olalım o zaman.” Atlarımızın üstüne çıktık. Garip bir şekilde ilk defa ata binmiş olmama rağmen kendimi çok rahat ve sakin hissediyordum. Uçar gibi, Selene’nin ardından, Orungalto’yla aynı hizada sürüyordum atımı. Üstelik işin doğrusu bir ata binmenin bisiklet kullanmaktan bu kadar da farksız olmasını beklemiyordum. Atlarımızın üzerinde uzunca bir süre gittikten sonra Kara Orman’ın karanlığına daldık. Çevremizde kara zırhlı askerler vardı yüzleri gözükmeyen. Çevreye o kadar uyum sağlamışlardı ki, biraz daha dikkatsiz bir şekilde ormanın derinliklerinde göz gezdiriyor olsam onları ağaçlardan ayıramazdım herhalde. Ancak şu yeni, herşeyi olabilecek en net şekilde görme yeteneğim sayesinde karanlığa rağmen görüyordum ki; ızraklarını bize doğrultmuş bekliyorlardı, düşmanca bakışlarını aramızdaki miğferlerin ardından bile hissedebiliyordum. “Prau aynı zamanda bir büyücü oldu artık..” dedi Selene Orungalto’ya dönerek. “Bütün şu gördüğün orduyu kontrol ediyor sihirle, çok kısa bir süre içersinde çok ileri bir düzeye geldi büyücülükte... Ya da kimsenin haberi olmadan, başından beri, gizlilik içinde ilerletiyordu bu özelliğini. Ama herkes onun iyi bir büyücü olduğunu, kötülükte gözünün olmadığını düşünüyor.” “Peki bu salaklar bizi niye öldürmüyor?” diye sordum. “Görmeyen ve benliği olmayan ruhsuz varlıklardan oluşuyor bu ordu. Bize şu an bir şey yapamazlar yani. Ancak Prau’nun bizim geldiğimizden haberi olsaydı şu anda, muhtemelen rendelenmiş domates konservesine dönebilirdik...” Selene’nin benzetmelerine bayılıyordum doğrusu... “Her şey çok değişmiş ben burada yokken... Eskiden Kara Orman’da ağaçlar dururdu sadece... Şimdi hepsi gitmiş ve askerler gelmiş yerine... Yeşili yokediyor Prau... Ne çok şey değişmiş.. Tanrım...” diye mırıldanıyordu Orungalto dalgın dalgın. Çok sonra çekingen bir sesle “Peki Kianis?” diye sordu. “O... O iyi, değil mi?” “Kinais...” dedi Selene. Atlarımızı ağır ağır sürüyorduk artık, Kara Orman’ın diplerine gittikçe askerlerin sayısı da artmıştı. “Zavallı Kianis bu ordunun ele geçirdiği güzel bayanlardan sadece biriydi. Öbür kadınların büyük bir kısmının aksine, toprakları bol olsun, öldülürmedi ama Prau onu esir aldı bildiğin gibi..” dedim. “Eskiden Kianis, benim ve askerlerimin komutanıydı. Güçlü ve savaşçı bir kadındı ama esir alındı işte ne yazık ki... Ve sen gelmeseydin iki hafta sonra dolunayın ardından gelen günde Prau ile evlenmek zorunda kalacaktı.” Bunları nasıl bildiğimi bilmiyordum... Biliyordum işte... “Ama şu anda yaşıyor, değil mi?” dedi Orungalto. “Teleplindeiel, o iyi, değil mi?” bana bakarak konuşmuştu, Teleplindeiel diye büyük bir ihtimalle benden bahsediyor olmalıydı.. “İyi iyi...” diye benim yerime konuştu Selene. “Ama kederli o, Orungalto... El üstünde tutuluyor şu anda sarayda, Prau’nun ruhsuz adamları tarafından...” “Niye kederli?” “Komutanımdı o, ama çok yakın arkadaştık aynı zamanda... Benimle ve öbür elflerle çok iyi anlaşırdı ve...” gülümsedim müzipçe. “Senden başka herhalde herkes biliyor olmalı birbiriniz hakkında aynı düşüncelere ve hislere sahip olduğunuzu..” Selene şen ve küçük bir kahkaha attı. O sırada böyle konuşa konuşa sarayın kapısının çok yakınına kadar geldiğimizi farkettim. Çevredeki dikenler yüzünden adlarımızı bırakmamız gerekiyordu. Kendiminkinden inip Selene ve kocaman eteğinin attan inmesine yardım ittim, daha sonra Orungalto ile birlikte dikenli çalıların arasından ilerleyip sarayın kapısına vardık. “Prau!” diye bağırdı kont Orungalto hiddetle. “Erkeksen çık ortaya! Yüzleş krallığın gerçek korucusuyla!” kılıcını kınından çıkarmış sıkı sıkı tutuyordu. Birden çevremizde bir kahkaha duymaya başladık. Bu kahkaha her yerden, dört bir yanımızdan, kapıların arkasından, ormanın uç köşelerinden, dikenlerin altından ve bulutlu gökyüzünden koşup gelip kulaklarımıza doluyordu. “Yüzleşmek mi... Hangi yüzümü göstereyim sana?” dedi çatlak, hırıltılı ve şeytani, çirkin bir ses. “Hangisi gerçek yüzünse!” dedi Selene. “Yani hangisi dönek, pis bir ihtiyara aitse, hangisi kralına ihanet edeninse!” Sesimi çıkarmadan Orungalto’nun yanında bekliyordum. Elim kılıcımın üzerindeydi ve onu kınından çıkarmaya hazırdım. “Geri çekil!” dedi Orungalto. “Onu tek başıma haklayacağım.” Tam karşı çıkmak için bir şeyler söylemeye hazırlanıyordum ki, bir çatırtı duyuldu. Asma köprünün altındaki hendekten yukarı bir gülle fırlatılmıştı. Kont Orungalto’ya doğru geliyordu. Orungalto’nun önüne atlayıp kaşla göz arasında çektiğim kılıcımı gelen gülleye doğru savurarak güllenin yönünü havadayken değiştirdim. Az ötedeki toprak yola çarpan gülle çatlayarak açıldı ve içinden devasa insan yiyen karıncalar dışarı taştı. Orungalto nefes nefese bana baktı. “Sağol... Teleplindeiel...” diye mırıldandı şaşkın şaşkın. Kendi yaptığıma kendim de inanamama rağmen reflekslerimin böyle bir şeyi bana yaptırabilecek kadar iyi olması hoşuma gitmişti. Yüzümdeki teri sildim ve “Önemli değil..” diye mırıldandım. Ardından Selene’nin Orungalto’dan çok daha savunmasız bir durumda olduğunu hatırlayıp onun yanına gittim. Ve birlikte bedensiz, ruhsuz, kendi isteğiyle hareket edemeyen askerlerden birinin dibine oturduk. Kara Orman’a ve Prau’nun oturduğu vakit içersinde çirkinleştirdiği saraya derin ve fırtınadan öncekine benzer bir sessizlik hakimdi. Ve birden asma köprünün sonundaki duran, saraya girişi engelleyen parmaklıklar ağır ağır açılmaya başladı. Ufak tefek ve şeytani bakışlı bir adam gözüktü kocaman ve kara cüppesinin içinde. Uzun ve pençemsi parmaklarıyla kılıcını tutuyordu sıkı sıkı. Öteki elinde ise bir taç vardı. Tacı yere koydu. “Gel ve al.” dedi sinsi bir ses tonuyla. “Krallık senin olsun.” “Bu bir tuzak.” dedi Orungalto nefes nefese. “Böyle kolay pes etmezsin sen Prau.” “Sandığımdan daha zekiymişsin yeğen...” dedi Prau. “Ama daha güçlü olmadığına einim.” ileri doğru bir adım atıp kılıcını iki eliyle tutarak saldırı pozisyonu aldı. Pencerelerden birinden “Orungalto!” diye zayıf, titrek bir ses duyuldu. Bu ses bana tanıdık gelmişti. Başımı kaldırıp da yukarı bakar bakmaz “Kianis..” diye fısıldadım Orungalto’yla aynı anda. Daha sonra Orungalto’nun Prau/ya saldırdığını gördüm. Kılıçlar, birbirine çarptıkları vakitlerde kıvılcımlar ve tiz sesler çıkarıyordu, havada daireler çiziyordu. Orungalto kılıcını neredeyse düşürecek bir pozisyona geldiği anda ayağa fırladım. Neyse ki şansı yaver gitmiş, toparlanabilmişti. Savaşanların yanına yaklaşmıştık ama yine de, Selene/yle birlikte. Kendimi bu olayın ortasına girmemek için zor tutuyordum. Kianis”e baktım, sevgiyle gözlerini ayıramadan izlediği Orungalto’suna yardım etmek için emir bekliyordum ondan, komutanımdan. Ama bu yardıma gerek kalmamıştı. Son bir çığlıkla beraber yere düşen bir kılıcın tangırtısı duyuldu. Bakışlarımı tekrar yere doğrulttuğumda Orungalto’nun düşmanının kılıcını nasıl yere düşürmüş olduğunu gördüm. “Acı bana Orungalto!” dedi ihtiyar tiz bir sesle. “Yalvarırım acı bana! Biricik amcana!” “Biricik amcam yok artık.” dedi Orungalto donuk bir sele. Pelerininin içinden bir ip çıkardı ve ardından ihtiyarı kollarının etrafından doladığı bir iple kıskıvrak bağladı, hareket edemez duruma getirdi. Prau anlamsız sözcükler mırıldanıyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı, başı kontrolsüzce ileri geri yalpalanıyor ve elleriyle ayakları titriyordu, yüzündeki ifade ise gerçekten korkunçtu. “Kötü tarafa ait olduğunu benden, yeğeninden, bir Elf prensesinden ve senden başka kimse bilmiyor. Yalan söyledin herkese, bütün krallığa. Bu onurlu bir davranış değil. İyi bir büyücü diye biliniyordun ve şimdi onurunu kaybettin. Onursuz bir büyücü büyü yapamaz. Karanlık tarafa geçmen için ise artık çok geç.” dedi Selene Prau’nun yanına giderek. Prau nefret parıltılarıyla bezeli gözleriyle yeğenine, Selene’ye ve bana bakıyordu. Orungalto köprünün üzerinde ilerledi ve yere eğilip tacı sıkıca kavradı. “Bu taç sahte!” diye gürledi hemen ardından. Tacı öfkeyle köprünün üzerine geri savurdu. Orjinalinden çok daha hafif olan bu taç, köprünün tahtalarının üzerinde iki üç kez sekti ve ardından hendekteki suya düştü, batmamıştı bile. “Geçrek taç nerede, hilekâr?!!” İhtiyar adam cevap vermedi. Kıs kıs gülüyordu. Orungalto öfkelenmişti. “Etrafı aramalıyız! Kianis, biriciğim, şatoda tacı bulman gerek! Yardım edin, tanrılar, tüm tanrılar aşkına!” Sevgilisinin kötü ve sahte kralı yenmesinin sevinciyle hapsolduğu odadan olanları işiten kontes artık işe yaramayan bir büyünün kapalı tutamadığı kapıdan fırlayıp sarayın derinliklerine daldı. Ve az sonra elinde gümüş ve altın işlemeli bir taçla Orungalto’nun yanına geldi. Selene gülümseyerek bana baktı ve dirseğiyle beni gizlice dürttü. Birbirine kavuşmanın sevincini yaşayan, sıkı sıkı sarılan, kâh gülüp kâh ağlayan çiftin yanına giderken bana başıyla “gel” anlamında bir işaret yaptı. Peşinden gittim. “Geleceğin kraliçesi ve şimdinin kralının önünde saygıyla eğilirim..” dedim Orungalto ve Kianis’in önünde diz çöküp. Selene’nin bana uzattığı tacı elime aldım. “Geleneklere uygun olarak bir Elf prensesin elinden şu tacı kabul edin Kral Kabuk....” “Ne?!” dedi Selene. Dilim dolaşmıştı. Çekingen çekingen sözlerime yeniden başladım. “Geleneklere uygun olarak bir Elf prensesinin elinden şu kasketi kabul edin Kral Orungalto..” “Kendine gel...” diye mırıldandı Selene. “Taç o elindeki.” “Dilim sürtçtü, bir daha deneyeceğim..” dedim hızla doğrulup. Sonra da Selene’nin öfkeli bakışları karşısında tekrar diz çöktüm ve gırtlağımı temizledikten sonra saygın bir tonla sözüme başladım. “Geleneklere uygun olarak bir Elf prensesinin elinden şu tacı kabul edin Kral Torun... Torulganto... Olurganto.... Neydi ya bu herifin adı??” “Amma salaksın ha!” dedi Selene gülerek. Elimdeki bisiklet kaskını uzattığım ağacı gösterdi eliyle. “O Kral Orungalto bir kere.” “Aman ya, al tacını kendin tak!” dedim elimdeki bisiklet kaskını ağacın dallarından birine asarak. Bitişiğindeki ağaca ve ona baktım. “Siz ikinize hayatta başarılar, Kianis ve Orungalto... Gireceğiniz dünya evinde mutluluklar dilerim size...” Selene gülmeye başladı. Sonra Selene’yle birlikte bisikletlerimizi alıp sık ağaçlıktan çıktık ve karanlık yoldan on on beş dakika mesafedeki evimize doğru ağır ağır gitmeye başladık...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Esin Yardımlı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |