Mutlu insanlar tatlı şeylerden söz ederler. -Goethe |
|
||||||||||
|
O, Garbi Yeli’ni özleyen bir ‘Tufan’... O, Ahır Dağı’nın bir vadisi... O, büyülü bir sevda... Yaz mevsiminden başka mevsim bilmeyenlere, tanımayanlara, sonbahardan kıştan korkanlara inat, en güzel aylardan biri olan Eylül, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nu her kesim ve her yaştan insanla ağzına kadar doldurmayı beceren Kıraç’ın konseriyle hoş geldi, güzel geldi, güzel başladı. Konser başlamadan Kıraç’ın ‘Kayıp Şehir’ adlı son albümünün üç yeni klibini seyrettik. Kıraç’ın klipleri hep farklı piyasadaki diğerlerinden. Basitlik ve doğallığın iç içe geçtiği kliplerle aslında amaç bir şey seyrettirmek değil, müziği geçirebilmek izleyene. Sinemaya meraklı olduğunu ve bir film çalışması yapmak istediğini söyleyen, son zamanlarda da dizi filmlere yaptığı müziklerle herkesin kalplerine dokunmayı beceren Kıraç, aynı duyarlılığı gördüğüm kadarıyla artık kendi kliplerine de göstermeye başlamış. Kıraç benim en beğendiğim sanatçıların başını çeker. Bunun neden böyle olduğunu bulmam pek fazla sürmedi. Benim gibi bir Led Zeppelin ve Robert Plant hayranı hemen anlayacaktır nedenini. Ben ayrıca onu asla bir Cem Karaca veya başka birinin taklidi gibi görmüyorum. Yaratış tek seferliktir. Yapılan tüm diğer işler bu tek seferlik yaratışın etrafında döner. Sanatçı da yaratırken kendi boyutundan yansıma yapar. Biraz dikkat edilirse Kıraç’ın yaptığı kolajı görmemek mümkün değil. Kendisi de böyle diyor ve kimlerden etkilendiğini sayıyor ama gene de öylesine kendine has bir tarzı ve sesi var ki. Mesela, türkülerimiz konusundaki duyarlılığını ve onları yorumlayış tarzını çok takdir ediyorum. Kıraç’ın hakkında yazılan her şeyi, kendisiyle yapılan tüm röportajları okudum. Hepsinde ortak bir şey dikkatimi çekti: Tüm yapılanlar ve yazılanlar yetersiz ve bunun nedeni de insanların hep bir şeylerin yanından teğet geçmiş olmaları. Devamlı bir şeylerin etrafında dönüp durmuş ve işin içinden çıkamamışlar. Kıraç’ın bestelerine, hayatına, hayattaki duruşuna, kimliğine, çocukluk günlerinden başlayarak çevresinde ve dünyada gözlemlediği sorunlar, aksaklıklar, haksızlıklar yüzünden muhalif olduğunu, dünyaya haddini bildirmesi gerektiğini, politik görüşüm yok deyip, sonra da, Müslüman-Milliyetçi-Komünist olduğunu, eğitim sisteminin hangi yanlışlarla dolu, üniversite sınavlarının teknik bir suç, insanların geleceğinin birkaç saatlik bir sınava bağlanmasının büyük haksızlık olduğunu ve kendisine yetki verilmesi halinde ilk olarak üniversite sınavlarını kaldıracağını ve bunun gibi pek çok şey söylemesine bakılınca onun gerçek bir ‘arkaik anarşist’ olduğunu görmemek mümkün değil. Bu da övülesi ve hayranlık duyulası bir durum. (Ama ne yazık ki, anarşist ve terörist kavramını eş tutan cahiller cahili pek çok insanın bulunduğu bir toplumda yaşıyoruz. Kaç kişi anlar ki şimdi bu söylemi?) Arayış içinde ve üretken bir sanatçı olan Kıraç’ın söyleşilerini kronolojik sırayla okursanız, onun evrensel kapının tokmağını tutana kadar yaptığı dünya evrimini kolayca görürsünüz. “Eşyanın enerjisine inanırım ben”, “Nerede çok uzak bir gezegenin ortasında duyduğum yalnızlık sensiz”, “Gün gelip öldüğümde henüz duymadığım şarkılar için çok üzüleceğim. O güzel şarkılar evrenin bir yerlerinde saklı olan, ya da daha bestelenmemiş o canım melodiler.”, “Şimdi haddim olmayarak ben de bir çığlık atıyorum gök kubbeye”, “Kayıp Şehir, benim şehrim, yani bu dünyada olmayan ama olduğunu bildiğim şehir”, “ Yaratıcı olamadığımıza göre yansıtıcı olmak zorundayız. Sanatçı bunun için vardır. Yaratma özelliği olmayan insanlar, bir şeyleri kullanarak ya da bir şeyleri bir araya getirerek yeni bir şeyler yapar. Bir anlamda kaşiflik yani... Ama yaptığı bütün bu şeyler aslında kainatta var olan şeyleri yansıtmaktan ileri gitmez. Bizler birer aynayız. Önemli olan düzgün bir ayna olup, bu işlevi doğru olarak yerine getirmektir.”, “Zaman diye bir şey yok evrende, insanların koyduğu izafi bir kavram bu. Hayatı daha kolay algılamamızı sağlıyor.”, “Çocukken de düşünürdüm bunları. Niçin yaşıyoruz, niçin varız, elimizde ne var? Yani inşa ettiğiniz bütün kaleler kumdan. Herhangi bir nedenle şak diye yıkılıyor. Dünyadan nefret etmiyorum; fakat biliyorum ki, dünya bir ceza ve bu cezadan mümkün mertebe sıyrılmak gerekiyor. Ölüp, sonsuz yaşama bir an evvel kavuşmak istiyorum. Sonsuz bir huzur istiyorum.” diyor Kıraç. Aslında bulmuş aradığını Kıraç, ama sanırım tam olarak farkında değil. Zaman içinde yolunu bulup evrenselliğin kapısına gelmiş ve tokmağı tutmuş, iş o kapıdan bir adım atmasına kalmış benim gördüğüm kadarıyla. Beni bilen bilir, eleştirilerim hep olumlu yöndedir. Hiç mi eleştirin yok Kıraç’a derseniz, evet var ama dediğim gibi, olumlu olarak yorumlanacağını umduğum bir eleştirim var: Kim giydiriyorsa Kıraç’ı onu eleştiriyorum. Biliyorum, sesini ön plana çıkartmak önemli Kıraç için. Peki, sesini ön plana çıkartacak kıyafetler böyle mi olmalı? Mesela Açıkhava’daki konserde, ne pantolonlar ne de üstler olmamıştı gene. Ama öyle bir an vardı ki, ‘e be Kıraç, keşke bütün konseri böyle tamamlasaydın’ dedirtti. Sahneye son kez geldiğinde üzerinde o bayıldığım yamalı kot pantolonu ve siyah bir atlet vardı. Harikaydı! Ama gene de iyi bir dış göze ihtiyacı var Kıraç’ın, ne derse desin. Onu hep kartallara benzetmişimdir. Sahnede bir kartalın kanatlarını açtığı gibi kollarını iki yana açtığında hep uçacakmış gibi gelir bana. Belki bu, çocukluğunda doğduğu şehir Kahramanmaraş’ta akşamüstleri esen Garbi Yeli’nde, Ahır Dağı’nda kendi adını verdiği vadiden gelen gök kubbeye atılan çığlıkların, yani bozlakların yankısını dinleyip kollarını açıp kendi deyimiyle ‘uçmacılık’ oynadığı günlerden kalma bir alışkanlık. Çok yakışıyor ona. Buna rağmen sahnede biraz daha vücut dilini kullanması gerekiyor. Bunu da önemsemeyebilir ama, bu konuda biraz drama dersi eserlerini dinleyenlerine ulaştırdığında ne etkiler yaratır bir bilse! Öte yandan konserin sonunda, yani Açıkhava Tiyatrosu’nu dolduran kalabalık onu tekrar tekrar sahneye çağırmadan, son albümüne adını veren şarkısı ‘Kayıp Şehir’ ile ‘Senfoni de yaparım ben!’ diyormuş gibi geldi bana. Haksız mıyım? Çok büyüledi beni o gelmek üzere olduğunun sinyallerini veren senfoni duygusunu orada ve o anda yaşamak. Eylül hoş geldi Kıraç’la, güzel geldi, güzel başladı. Gönlünü seveyim senin ‘Deli Düş’...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nükhet Everi, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |