Ağlamak da bir zevktir. -Ovidius |
|
||||||||||
|
Öğlen saatleri. Taksim Postanesi önündeyim. Mahşer yeri meydan, kalabalık. Otobüs bekleyenler, ayak üstü sarmaşık gibi birbirine sarılmış sevgililer, akbil gişesi önünde sıraya girmiş kimi sabırsız, kimi kendinden geçmişler; kafeteryalarda demlenirken bakışlarını masalarına dikmişler, çevreyi seyre dalanlar; gözü yollarda olanlar, koşuşturanlar, inenler, binenler... bir de telefon edenler. Aralarında kaldım, acelem yok; sakin sakin izliyorum olan biteni. Beş altı kişilik polis grubu meydanın güvenliği için dolanıyor, bir yandan da söyleşiyorlar aralarında. Hepsi de aşağı yukarı bir devreden ve birbirlerine yakın yaştalar. Askerliğini yeni tamamlamışlar gibi. İçlerinden biri ayaklarını sürüyerek aralarından ayrıldı, karşısında durduğum telefon kabinine girdi. Kartı taktı, numaraları çevirdi bir çırpıda, karşı tarafın ahizeyi kaldırmasını ve ses vermesini bekledi. Ankastrenin üzerine abandı ve telefonun içine girecekmişçesine yapıştı ahizeye, ayakları üzerinde gerindi, kanatlarını açıp uçacaktı nerdeyse. "Alo...Ana... Benim" dedi. Sesi kısıldı, inceldi, çatallaştı; akordu bozuk çıktı ilk sözler. Ardından toparlandı, birbirine dolanan ses telleri çözüldü, normale döndü ve ses düzeldi, asıl tonunu buldu bir iki cümlelik bocalamanın sonunda. Hal, hatırdan sonra kendi durumunu anlatmaya geldi sıra. " Dayımgilden gideceğim yakında. Zaten; nöbet, gidiş, geliş derken evde fazla kalmıyorum." Durdu dinledi bir süre karşıdan konuşulanları. Söz kime kesilecekti; dayısının oğluna mı, kızına mı? Orası benim meçhulümdü. Orta Anadolu aksanıyla konuşuyordu. Oradan aldı, buradan verdi üst üste haberleri. Söylediklerinin tümünü net olarak duyamıyordum. Yerinde duramıyor ha bire dönüp duruyordu kabinin içinde ve ancak yüzünü bana döndüğünde anlaşılır olarak işitebiliyordum söylediklerini. "Beş, altı arkadaş birlikte kalıyorlar, bir yatakta sen atarsın yanımıza, dediler. Aybaşında yatak alacağım, onların yanına varacağım" dedi. Bu haberden anasının mutlu olduğunu görmüşçesine aydınlandı güneş yanığı yüzü. İştahlandı konuşması, benzine nurani bir aydınlık yayıldı, dişleri parladı, şenlendi dudaklarının kıvrımları. Büyük bir badireyi atlatmış da aradığını bulmuşluğun hazzını, tadını paylaşıyordu. Yaşam koşulları mı ağırlaşmıştı, yaşam biçimleri mi değişmişti? Birden anılar galerisinde buldum kendimi ve dayımın yeni güne hazırlanışı çıktı karşıma. Trafikçiydi dayım. Elbisesini ütülemeden, ayakkabısını boyamadan giymezdi. Elektrikli tıraş makinesinin cızırtılı nağmeleri beni bile kışkırtır, tıraş olmaya özendirirdi. Ardından bolca kolonya sürünür, tepeden tırnağa kokuya boyanırdı. Gömleğinin arksına körüğe benzer üç de çizgi atardı ütüyle. Eşine rağmen hazırlıklarını kendi elleriyle yapardı. Sonra beyaz fularını takar, son kez aynaya bakardı uzun uzun, kaşlarını, badem bıyıklarını, şapkanın altına ittiği saçlarını düzeltir parmak uçlarıyla ve büyük bir cakayla çıkardı sokağa.. ardı sıra hoş kokular yayarak yürürdü kaldırım taşlarını izleyen kendinden emin adımlarla. Gördüğüm manzaranın belleğimdeki resimlerle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Dayımın havası, titizliği bireysel bir tercihti her halde. Ya da o zamanlar memuriyetin raconu öyleydi. Belki de dayım da böyle başlamıştı ama süreç içinde evlenip, yuva kurunca değişime uğramıştı... Her ne olursa olsun iki memurun yaşam ortamları arasında dağlar kadar fark vardı. Onca yorgun genç insan tıkış tıkış odalarda; horlayanı, uykusunda konuşanı, yıkamaya üşendiği ayağı kokanı, vakitli vakitsiz kapıyı vurup geleni... Bu cenderede yaşamayı kabullenmek, elinin altında bulduğuna razı olmak... Şikayeti, mağduriyeti, maruzatı; başka seçeneği olmadığını ve zorunluluğu ifade ediyordu sesinin tınısı. Zor olmalıydı bu paylaşım. Kim yemek yapacak, ortalığın dağınıklığını kim toplayacak gibi onlarca problemi nasıl çözeceklerdi? Bunları düşünüyor muydu, yoksa yaşayarak mı öğrenecekti? İstanbul'a gelmeden önce, oksijen yoksulu küçücük bir odada arkadaşlarının yanına sereceği daracık yatakta bir omuzu üzerinde yatacağını, aklının ucundan bile geçirmemişti herhalde. Köyünde tarla tapanla uğraşmaktan kurtulmuştu ya, içine düştüğü dünya da yüzünü güldürememişti henüz. Hoşnutsuzluğuna karşın dönmekle, kalmak arasındaki kararsızlığı yaşamadığı belliydi; oflaya puflaya da olsa katlanacaktı bu devrana. Onun adına düşünüp duruyordum. Çünkü ben de çok çekmiştim ama bu durumlara düşmeyecek kadar şanslıydım.Başka türlüsünü bilmediğinde normal mı sayıyordu karşılaştıklarını, geleceğe yönelik hoş planları var mıydı? Yoksa, aldırmaz adamın biri de, boş yere mi onun adına bunca derin düşüncelere dalıyordum? Sınava girme aşamasında neler düşünmüş, heyecandan kaç geceyi uykusuz taşımıştır sabahlara. Yatağa sığamayıp pencerelere abanarak yıldızları saymış, bulutların peşine takılmış, gök taşı kaymalarını hayra yorarak umuduna katık etmiştir. Düşlerinde, uyuyup uyanıp durup dinlenmeden sınava girmiş ve onlarca kez dinlemiştir sonuçları. Kazması elinde nasılda dalıp gitmiştir uzaklara. Rüyalarının birçoğunda müjdeli, bir o kadarında başarısızlığını bildiren haberler alıp kimi gün mutlulukla, kimilerinde de kabuslarla uyanmıştır. Gerçekle hayali ayırt etmekte zorlanmıştır çoğu kere... Sarı zarfın içinden çıkan saman kağıt dile gelip sınavı kazandığını söylediğinde varla yok arasında donup kalmıştır, zaman sayacının ibresi dengesini buluncaya değin.. Ve gerçeği kavrayıp kendine gelince, yeni dünyasının sınırlarını bin türlü fantezilerle donatmıştır. Ne yoğun duygulardır onlar ki; asla yeterince tanımlanamaz, kan dolaşımı, göz kararması, beyin dalgalanması, algı bulanması, geçici bellek yitimi...önce küçülüp karıncaların yanına inerken, tutunamadığı yer küre ekseni etrafında döner, döner; yok olma derecesine gelecekken, anında kocaman balon misali şişip göğün yücelerine çıkar. Ya da ayakları yerden kesilir ve bulutlara erişir bir an için, dünyanın küçüldüğünü görecek denli. Gönenir, tanıyamadığı bir yaratığa dönüşür. Sonra başağından düşmüş buğday tanesince küçülür ve otların arasında yitip gider. Beyninin ikizi, simetrisi topaklanır göbek bağının altında, yakar midesini, kavurur; beyni zorlandıkça ağrılı bir anafora, safralara dönüşür karın boşluğunda. Ardından ve yeniden kendine gelip normale döner...Kah serin sularıyla çağıl çağıl ırmaklar içinde, huzura erer; kah Yemen çöllerinin kızıl alevleri dolanır damarlarında, cehennem narında yanar. Uzunca bir süre bu gidip gelmeler arasında bocalar, bocalar... İçi çekilir, dalından koparılmış kuru bir yaprağa döner ufalasalar un ufak olacak, üfürseler savrulacak, yitip gidecek bilinmeyen uzaklarda. Aniden kökü derinlerde, gür yapraklı, herkese meydan okuyan ulu bir çınara döner. Konuşmakla susmak, sevinmekle ürkmek, sarılmakla öpmek; elinin kolunun anlamsız, dayanaksız sallanıp durduğunu görüp aptallaşmak... şaşakalır kararsızlığın, beceriksizliğin karanlık dehlizlerinde. Omzuna belli belirsiz dokunacak bir el, dinmek bilmeyen hezeyanlarına yol gösterecek, içindekilere tercüman olacak bir dost bekler boşu boşuna. Yeniden toparlanır, kendine gelir bir süreliğine. Her karşısına çıkanla paylaşmak ister sevincini, coşkusunu; dünya onun için vardır, her şeyin merkezinde o vardır. Mutlaka yaşamıştır bunları ve daha fazlasını. Sınava da yalnız girmemiştir. Kapı komşusu, hatta akrabası yol ve kader arkadaşlığı yapmıştır ona. Ne yazık ki onlar başaramamışlardır belki de. Kaybedenlere karşı nasıl davranacak, nasıl konuşacak ta kendi sevincini, onların üzüntüsünü aynı zamanda paylaşacak bilemez. Yaşamın yalın kat sevinç ve üzüntüden ibaret olmadığını tatmak acıtmıştır içini. Köyden uzaklaşıp ıssız, insansız köşelerde yaşamıştır sevincini, yumruklarını sıkarak, gözlerini sıkıca kapayarak mutluluktan bağırmak istemiş, içine gömmüştür ırmak taşkını coşkusunu, ayıplanmak endişesiyle ortalar serememiştir gönlündekileri. Hele de görev yerinin İstanbul olduğunu duyunca için için keyiflenmiş, yüreğinin kütürtüsü duyulmasın diye bin türlü hokkabazlıklar yapmıştır. Kuşkusuz tüm güzelliklerini, eğlencelerini önüne sermek üzere kollarını açmış onu bekliyordu düşler kenti ve rengarenk tatlı hayat. Dayısıgilde yatmanın sakıncasını görememişti uzun süreli konuk olmanın, başka hayatları paylaşmanın ne anlama geldiğini öğrenmeden önce. Biraz kalınca rahatsız olmuştu ki arkadaşlarının yanına taşınmayı tercih etmişti. Oysa İstanbul’a geleceği kesinleşince dayısına olan özlemini gidereceğini, sözünü, sohbetini, sevgisini doya doya yaşayabileceğini ummuş da olabilirdi. İlk heyecan ateşiyle dayısı da sevinmiş, kasım kasım kasılmıştır, ötekine berikine karşı. Yeğeninin kolunun altına sığınmasından gurur duymuştur ilk günlerinde. Sıkılacağını, misafirin evin bireyleriyle aynı tutulamayacağını düşünmüş olsa da, yeğenini ayrı kefeye koyamayacağına inandırmıştır kendisini. Dayısının evi kaç gözdü ve yeğeninin fazlalık olduğunu kim ne zaman anlamıştı? Dayısı mı artık gitsen demişti, yengesi mi suratını ekşiterek niyetini hissettirmişti? Belki onlar bir şey söylemedi ama, yeğen sıkıldı onlarla birlikte olmaktan. Başka yakını yoktu veya artık yakınlarının yanında kalmak istemiyordu. Kaç ay kalmıştı dayısının evinde, ne kadar süreyle kalabilecekti arkadaşlarıyla? Ya onlarla da anlaşamazsa ne yapacaktı? Köyünden ayrılırken sabahın bilmem kaçından, gecenin hangi kaçına kadar görev yapacağını ve evsiz barksız ortalarda kalacağını hesaba katmadığı belliydi. En azından kiralık, kendine ait küçücük de olsa iki göz, kaloriferli bir evde oturmayı hayal etmiştir sanıyorum. Köyden ayrılanların büyük çoğunluğu geçmişlerini yad etmeyecek kadar mutluydular şimdilerinden. Buralarda kalıp da körlenmekten kurtulduklarına seviniyor, fırsatını bulanın kaçıp kurtulması gerektiğinden dem vuruyorlardı. Öğütleri, uzak yaşamlar üzerine anlatılanları üst üste koydukça, köy yaşamı karabasana dönüyordu. Köylü komşularının büyük çoğunluğu terk etmişti ocaklarını. Herkes nasibinin peşine takılmış, İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya dememiş gidebildiği yere gidip, fabrikalarda, otellerde, otobüslerde, taksilerde, merdiven altı atölyelerde iş sahibi olmuş; evini, arabasını almış keyif sürüyordu. Almanya, Hollanda, İsviçre gibi uzaklara gidenlerin durumu daha da mükemmeldi. Bin bir afra tafra ile gezinirlerdi köy içinde veya ilçede. Onlar köyden ayrılmayanlardandı. Beklediği gün gelmişti işte. Kader onun da yüzüne gülmüştü. Köyün havasını solumaktan yorulmuş, rengarenk bir dünyaya kavuşacağını umarak çıkmıştı yola. Tozun toprağın içinde; yağmurda, ala sıcağın altında ellerinin nasırını sarartmaktan. kabartmaktan bıkmış olmalıydı. Hasat mevsimini beklemek, babasının yemden yiyecekten kısıp kesesine attığı ve ansının güçlükle avucuna koyduğu üç kuruşla yaşamaktan bıkmıştı. Dile kolay, her ay başı tıkır tıkır maaş alacaktı. Üzerinde, rengi üç bıldırdan atmış giysilerle dolaşmaktan ve birbirine benzeyen günleri yaşamaktan sıkılmıştı. İstanbul hangi aklı başında yurttaşın rüyalarını süslememiş, adının duyulmasıyla kaç kişiyi büyülememiştir ki; o da etkisinde kalmasın, sihrine, cazibesine kapılmasın. Kim bilir nasıl bir ev kurmuştu köy kahvesinde piştileri kaçırıp, beklediği kağıdı atlarken. Gurbetçilerin abartı yüklü anlatılarındaki yaşamlara ne denli hayıflanmıştı.... Yeter ki köyden kessin ayağını; her şey düzelecek, kurulu makine dizeminde işleyecektir. Tüm olumsuzluklar köyle sınırlıdır, hayallerin gerçekleşememesinin önündeki engel köylülüktür, öyle sanılır bu durumlarda. Leylekler, göçmen kuşlar bile uzakların uzağından gelip dönerken, bir ömrü küçücük köyün ve biraz büyükçe bir kasabanın içinde geçirmek ağırına gider insanın. Sırf bu nedenle kahrolunur, yıllar geçtikçe inadına harlanır, alevleri büyür ve söndü dediğin anda yeniden yanıp tutuşur gurbet ateşi. Gurbet köyde olmayan, bulunmayan; tanıdığın, bilmediğin her şeyin adıdır. Ev bark kurmak, cebinde taşıyacağı bir anahtara sahip olmak kimin aklına kurulmaz ki. Hele de gözüne kestirdiği ve için için sevdiği yavuklusunu başkalarına kaptırma olasılığı gün geçtikçe artıyorsa. İllaki kendine ait bir evi olmalı, en kısa sürede evlenmeli, yaz sıcaklarında evinin serin, gölgeli balkonunda yemeğini yemeli, çayını içmeli, misafirlerini ağırlamalıdır. Birbirinden nefis yemek kokuları gelmelidir mutfağından. Şekerli kahvesini yudumlamalıdır yemeğinin üstüne. Sonra televizyonunu açar, koltuğuna uzanır, şekerleme bir tavşan uykusu çekerek sıyrılırdı günün yorgunluğundan. Tertemiz, sabun veya deterjan kokulu yatağına dingin girip, karıcığıyla cilveleşecek gücü toplamaya zaman ayırırdı. Sabahın hangi saatinde kalkarsa kalksın biricik karıcığının yumuşak, narin elleriyle hazırladığı kahvaltısını yapar, ütülenmiş üniformasını giyer ve karısının güler yüzü, tatlı diliyle uğurlanırdı. Ayaklarının dibinde dolaşan, kucağında hoppala yaptığı çocukları bile olur, akşamları cebinde çikolatalar ve elinde birbirinden sevimli oyuncaklarla döner, bebelerin uykularını bozmamak için kısık sesle konuşurdu. Kış gelip ekin, tarla tapan işi bitince anacığını, babacığını da alırdı yanına; dayısı gile, diğer yakın köylülerine gezdirir gönüllerini kazanırdı. Kardeşlerini yanında okutur, taşı toprağı altın kentten onların da nasiplenmesine yardımcı olurdu. Çıktı telefon kabininden, önce şapkasını, sonra eğilip potinin konçlarını çekiştirdi, tabancasını, copunu düzeltti ve arkadaşlarının yanına gitti. Buruk sevinci buğulu gözlerinde donmuştu, bakışları kimseleri görmüyordu ama, çok şeyler anlatıyordu. Yeni yaşamı içine sindiremediği, uyumun ikirciminde bocaladığı, yatağını yadırgadığı bu biçimsiz kanalda ağır aksak aktığı okunuyordu davranışlarından. Kendini bulmak üzere çıktığı yolculuk, istemi dışında, isteklerini dışlayarak süreceğe benziyordu. Hükmedemiyor, hüküm altından, kuşatılmışlıktan kurtulamayacağı yönünde oluşan kanısı günler geçtikçe gerçekleşiyor ve yolun başındaki hayallerini yıkarak, doğrulanıyordu. Beynindeki hesaplaşmanın ve atışmanın şiddeti omuzlarına çökmüş, yoğun bir mahcubiyetin derin sessizliği olarak yansıyordu dışına. Buldukları, umduklarının karşılığı değildi ve öyle hissediyordu ki; nice sınavlar diziliydi önünde, kimi haberli, kimi habersiz. Kalabalığın içinde nöbet tutan, ayakta dikilip durmaktan yorgun, birbirine yaslanan arkadaşlarının arasına girdi. Kendi aralarında konuşmakta olan üç arkadaşından, ötekilere bir şeyler anlatanın omzuna yaslandı, ağzına dikti gözlerini, dinler gibi yaptı. Gam yüküyle ağırlaşmış ve dolu dolu yağmur bulutları çöreklendi gözlerine, kaşlarına. Kaşlarını ve kirpiklerinin ucunu saran kara bulutların gölgesi iki yüzüne vurdu. Dokunsalar bardaktan boşanırcasına yağacak, Taksim Meydanı'nı sular seller basacaktı. Bir şeyler söyleyecek gibi birbirinden ayrıktı dudakları, öylece, dondurulmuş bir slayt resmi olarak kaldı. Belli ki sözcükler boğazında düğümlenmiş, dilinin ucuna ulaşamıyordu. Dakikalar ilerledikçe içi boşalıyor, kendisi ve çevresindeki her şey anlamını yitiriyordu. Uzunca boylu ve esmer, atletik yapılı olan durmadan iki eliyle üstünü başını düzeltiyor, ağzı bu tempoya uygunlukta yarışırcasına bir şeyler anlatıyordu. Gözleri arkadaşına doğrulmuştu ama, aklı çok uzaklarda geziniyordu. Sesleri, anlatılanları duymuyor, gözünün önünde belki de yanına taşınacağı arkadaşının sergilediği ısrarcı pantomimi görmüyor, sadece kendisini dinlemelerini bekliyor ve istiyordu. Ses olmak, gür bir ses olmak ve her şeye hükmetmek isteğiyle kavruluyordu. Her şey sözün büyüsünde düğümlenmişti. Herkes sussa, söz sırası kendisine gelse, içindekileri diline dökse ...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Murat M. UĞURLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |