Ölümden sonra yeni birşeylerin olduğu konusunda umutluyum. -Platon |
|
||||||||||
|
Ve bu gün, Mehmet Bey için de sıradan bir gündü. Mehmet Bey, emekli, tek başına yaşayan bir adamdı. Dedikoduyu ve başkalarının işiyle ilgilenmeyi çok sevdiği için ona Meraklı Mehmet Bey diyorlardı. Kimin kızı nerelerde geziyormuş, kimin oğlu alkolik olmuş, hangi evlerde kavga var, hep ondan sorulurdu. Her şey, küçük bir tıkırtı ile başladı. Arka arkaya gelen sesler, Mehmet Bey’de doğal olarak bir merak uyandırıyordu. Ama merakının nedeni yalnızca tıkırtılar değildi. O mahalledeki pek çok ev gibi, o apartmanın yerinin de bir zamanlar mezarlık olduğu ve mezar taşlarının çıkartılıp yerine bina yapıldığı rivayet ediliyordu. Çoğu kimse bu söylentilere pek itibar etmese de, Mehmet Bey’in dedikodudan sonra en sevdiği uğraşı ruhlar, cinler olduğundan, art arda gelen bu tuhaf sesler onun ilgisini çekmişti. Ve zemin katta oturuyor oluşu, tahminlerini güçlendiriyordu. Tık, tık, tık. Günden güne devam eden bu sesler, bir zaman sonra Mehmet Bey’in tek meşguliyeti oldu. Gece gündüz – ki özellikle geceleri daha belirgin duyuluyordu sesler – bu tıkırtıları dinleyip kendince bir anlam çıkartmaya çalıştı. Ona göre, binanın altında yatan ölüler, üzerlerine çöken büyük ağırlığa dayanamıyor, isyan ediyorlardı. Artık Mehmet Bey bu düşünceyle yaşamaya başladı, çevresiyle olan bağlantısı büyük ölçüde koptu. Etrafındakiler de bunu görüyorlardı, ama emeklilik bunalımıdır deyip geçiyor, pek de aldırış etmiyorlardı. Nasıl olsa, üç güne kalmaz mahallede gene dedikodu toplamaya girişirdi. Ne yazık ki öyle olmadı. Mehmet Bey, artık bu sesleri dinlemekle kalmıyor, uygun sayıda tıkırtılar çıkararak bu ‘mesajlara’ cevap veriyordu. Bu iş onun en büyük vazifesi olmuştu, ölülerle iletişim kurulacak, sır dünyasının kapıları aralanacaktı. Günler geçtikçe bu tıkırtılara hafif, iniltiye benzer, rüzgarın uğultusuyla da karışıp gelen tuhaf sesler eklendi. Bu iş artık iyice heyecan verici hale gelmişti. Mehmet Bey, adeta bir ses tutsağıydı artık. Rüyalarına bile giren bu sesler, ona gizli bir dünyanın müjdesini veriyordu; kendini öbür dünyanın sırrına erişmiş bir ulu insan, bir ermiş gibi görebilirdi. Az şey değil, belki de bu yolla çok çok ünlü olacaktı. İçinde saklı cevher, sonunda ortaya çıkmıştı.Öyle bir hal aldı ki vaziyet, artık ne komşunun kötü yola düştüğünden şüphelenilen kızı, ne de apartman yöneticisinin evden çıkıp bir daha da dönmeyen küçük oğlu ilgilendiriyordu onu. Bu durum, sadece bir gün daha sürdü. En sonunda dayanamayan Mehmet Bey, yeri kazarak bu sesin kaynağını bulmaya karar verdi. Bu iş için de, işe yaramaz eşyaların konulduğu merdiven altını seçti. Nasıl olsa oraya eşya koymak dışında pek uğrayan olmazdı, kazdığını fark eden olmayacaktı. Bu sırrı kendisine saklamaya kararlıydı ne de olsa. Merdiven altına yaklaştıkça, seslerin arttığını duyuyor, karanlıkla beraber içine tuhaf ama hoş bir ürperti yayılıyordu. Tam bu düşünceler içinde dalgın dalgın yürürken, ayağına takılan uzunca bir şey, onu sendeletip, düşmesine ve karşı duvara yuvarlanmasına sebep oldu. Mehmet Bey, düşerken duvara vuran kafasının acısıyla, “Tüh!” dedi kızgınlıkla. “Nereden çıktı ki bu şimdi?” Toparlanıp doğrulduğunda, duyduğu ses karşısında, bu sesin yerde yatan, az önce takıldığı ve düşmesine sebep olan canlı şeyden kaynaklandığını fark etti. Heyecanla ışığın düğmesine bastığında, gördüğü manzara, onun önce şaşkınlıktan, sonra da utançtan elini ayağına dolaştırdı. Çünkü yerde yatan, yöneticinin beş gün önce oynamak için evden çıkan ve kendisinden bir daha haber alınamayan küçük oğluydu. Belli ki, merdiven boşluğuna düşmüş ve karanlıkta kimse onu fark edememiş, hep onu dışarıda aramışlardı. Çocuğu hastaneye götürdüklerinde, ayağının kırılmış ve günlerdir yardım edilemediği için çok kötü bir hale gelmiş olduğunu söyledi doktorlar. Öyle ki çocuk acıdan kıvranıyordu. Çocuğun babası, Mehmet Bey’e “Bu çocuk mutlaka bir yardım çağrısı yapmıştır. Nasıl oldu, siz zemin kattasınız, inilti, bir hareket falan da mı duymadınız?” diye sorduğunda Mehmet Bey, gözlerini kaçırarak başını iki yana sallıyor ve sadece parmaklarıyla oynuyordu. (Gökçe Öztürk)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ali Osman Öztürk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |