Düşgücü güzelliği, adaleti, mutluluğu yaratır. -Pascal |
|
||||||||||
|
Ne yana baksam, usumda bir başka yere gidiyorum. İçimdekiler içime sığmıyor. Büyüttüklerim, korkularım beni yalınlaştırıp, giyindiklerimden soyunduruyor. Kendimle yenişemiyorum, içimdeki “ben” ile ben arasında savaş açmak istiyorum. Bu savaşı ancak böyle soyunarak kazanabileceğime inanıyorum. Bir yaprak gibi boşluğa düşüyorum. Hem boşluğa düşüp hem de aşağıda ayaklarım yere basmış kendi iz düşüşümü izliyorum. Uzun süre boşluğa düşmek ya da düşmeyi düşünmek bile zor geliyordu. Bedenim son demlerini yaşıyor. Onu çok zorladığımı biliyorum. Beni biraz daha böyle taşımasını istiyorum. Ama insan bu, bir yerinden çatlıyor işte! Soylu aileden gelmiyorum. Dedem; Tiflis’te tutsak olduğu sırada cezaevi yıkılmış ve orada ölmüş. Paşa çocuğu değilim.Özel ders alamadım,özel okullara gidemedim. Boş zamanlarımda Beyoğlu’nda Sarıyer’de aylak aylak dolanıp vitrinlere bakamadım. Parayı ancak, babama-tekelin ürettiği-tütün paketlerini satın alırken gördüm. Sarayburnu sefalarım olmadı. Paşa babam ve onun çevresinden ötürü, nüfuzlu olan birileriyle tanışma olanağım olmadı. Benim için özel oda düzenlenmedi. Hizmetçilerim olmadı. Düzenli olarak sağlık kontrolüne, özel psikaytırlara gidemedim. Kendi tinimi kendim terbiye etmeye çalıştım. Başka ırk, dil, dinden insanlarla tanışma olanağım olmadı. On yedi yaşımda ilk turisti gördüm. Onların duygularını ve nasıl yaşadıklarını kitapların dışında başka yerlerden, dostluk ve düşmanlıklardan öğrenmedim? Boş zamanım olamadı. Kelli, felli , etkili , yetkili dostlar edinemedim. Ortak dille konuştuğum dostlarım benim gibi, benim sınıfından insanlar. Gezilerimi, seyirlerimi Ardahan’ın dağları’nda koyun, kuzu güderken yaptım. Gençliğim, askeri cuntaların elinde geçti. Özgürlük kavramını; çocukluğumda kırlarda at koştururken duyumsamıştım. Başkaca da bilmem tadı nasıldır? Gazetelerde televizyonlarda fuhuş, cinayet, sokak infazları, aydınlara yapılan saldırılar, insanın içini kavuran kent manzaraları,, bu güzelim ülkede vurgun ve talanların haberlerini okumak, izlemek. Televizyon ve gazetelerinde bu olanları nasıl kendi ekonomik çıkarlarına dönüştürdüğünü duyumsamak, görmek istemediğimdendir. Kendimi mutlu saydığım anlar, karnımın yeterince doyduğu, gazete okumadığım, televizyon izlemediğim anlardır. At koşturmak istediğim alan da bu olamadıklarımın alanıdır. Bu bağa yeni geldim. Amacım bağcıyı kovmak değil. Bütün bu yoklukları, dövüşkenliği, mülayimliği, yalınlığı, karmaşıklığı, çirkinlikleri iyi bir seçkiyle yaşamımda varsıl hale dönüştürmeyi düşünüyorum. Size anlatacaklarım da; sizin yaşadıklarınızın bir başka anlatımıdır. Saraylardan, Paris’ten, Viyana’ da ki yazın dünyasından söz etmeyeceğim. Oraları, o dünyayı da bilmeyi çok isterdim -onlarında olacağını umuyorum- yoklarımın bir gün varlıklarım haline geleceğini düşünüyorum. Sakat bir çocuk gibi hiç büyümüyor içim. Ürün için çabalayan yorgun, güneş fukarası kırlar gibiyim. Her yanım boş -Bu boşluk her gün biraz daha korkusunu artırıyor içimde- İçimde demişken bu güne değin içimde büyüyenlerin sayısız olduğu kanısındayım. Bunların içinde biri var ki çocukluğumun geçtiği yerlerde, yetişkin olarak yaşamak. Yaşamak; neresinden ne kadar yakalayabildiysek o kadar işte. Rüzgarların önünde savrulup gidiyorum. Artık bir yerde kök salmak istiyorum. -Her kök salacağımı düşündüğüm yer öleceğim yer olacağı oturuyor içime- bu yüzden kalıcı mülk edinmek istemiyorum. Açılan yaralarımın kapandığını sanıyordum. Oysa her yara gördüğümde yeniden açıldıklarını duyumsuyorum. İlkokuldan başlayarak kırk üç yaşıma kadar beslemiştim onları. Kendi ellerimle boğdum düşlerimi. Artık kimseye diyecek bir şey kalmadı. Bu ülkede doğmamalıymışım, ya da bu kadar içten ve duygusal olmamalıymışım. İnsanları seviyorum. Onlara güvenmekten başka şey düşünemiyorum. Doğal olarak bu da beni sayısız yanılgılara uğrattı. Bunca üç kağıtçı, dolandırıcı, fırsatçı, iki yüzlü, batakçı, aldatıcı, kovcu, karacı gibilerinin yaşamayı becermesi içimi kavuruyor. Bunları görüp gözlerimi kapatmak yakıyor içimi. Şimdi, bir zamanlar insanlara ateş püskürtmüş olan Divlit Dağı üzerime oksijen döküyor. Alışık olmadığım temiz hava, sık sık yağan yağmurlarla içime dolup dolup boşalıyor. Boğduklarımı yeniden et kemiğe büründürmeyi düşünüyorum. Et kemik. Evet yaşamın tam da bittiği yerde yeniden ete kemiğe büründürmek geliyor, oturuyor içime. Bir yanım Antep’te kaldı bir yanım Koçhisar’da. Bir yanım Torosların soğuk pınarlarının kaynadığı tepelerinde ateşlenip kül oldu. Bir yanım Maraş’ta, Bir yanım Ardahan ovasında yanıp durur… Ankara! Ah Ankara bulvarları! Bir yanım Ankara’nın kaldırımlarında elimden sökülüp alındı. Şimdi bu parçaların başına oturmuş kaldığı yerlerden toplamaya çalışıyorum. Onları istiyorum. Yeniden bezeyeceğim alındığı yerlerine koyacağım. Mektuplar yazıp dostlarıma; buralarda kardelenlerin açtığını, bensiz boyun büktüklerini görüyorum diyeceğim. Yakında iğde ağaçlarının ilk yazın kokularının yatak odama getirişlerini şimdiden duyumsuyorum diyeceğim. O binlerce doğadan gelen kokulardan duygularımın da değiştiğini, kentlerde beton yığınları arasında araçların egzoz kokularından içime sinenlerin yerini karanfillerden, gülerden, hanımeli çiçeklerinden gelen kokularla aşkın aldığını anlatacağım.. Gözlerimi bağlayıp atsalar Antep’in içine, on beş yıl oldu geleli oralardan, bilirim Düllük Baba’dan gelen kebap kokularının başında yapılan dostların söyleşmelerini. Billur bir damla gibidir her söz, sohbetler sonunda içinizde kocaman bir ışık piramidi oluşur. Leziz Antep kebaplarından sonra o sofrada anlatılanlar sözcüklerin içinizde eriyip gittiği gibi damaklarınızda da tadı kalır, o içtenliklerin. Son yazda bağlasalar gözümü bıraksalar bağ bozumunda Koçhisar’a gurbetçilerin içindeki çığlıklardan, pazar yerlerinde pazarlık bozdururken, biçer döverlerin tarlada kaldırdığı toz duman arasında, Avrupa’dan izine gelmiş gurbetçilerin çığlıkları yirmi yıldır içime aslılı durur. Toros’ların tepelerinden Çukurova’da çeltik, pamuk toplayan işçilerin Çukurova’nın geceleri sıcağından bunalıp çıkardıkları ses hala kulaklarımda durur. Son yaz da elleri çeltik, pamuk kınası. Çocukların gözlerinde harman sonu ışık hala gözlerimin ferinde saklılar. Ve geride, gerilerde bıraktığım İstanbul! Harç koyup gençlik terlerimle suladığım gecekondular. Silahtarağa, Alibeyköy, Kağıthane, Eyüp ve Berec orada kaldı umutlarım. Gecekondular yıkılırken yetmişli yıllarda oralarda kaldı. Şimdi gençliğimi geride kalan uzun senelerimi, mahpusluklarmı geri topluyorum Divlit Dağı’nın üflediği oksijenle birlikte inatla… Buralarda hiç mevsim değişmiyor. Hep üşüyorum, yaz yok. Kar yağdı, toprak ilk yaza binlerce canla geldi gitti. BENSİZ! Divlit: Manisa da sönmüş bir yanardağın adı. Turgay DELİBALTA
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Turgay DELİBALTA, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |