Yalnızca sevgiyi öğret, çünkü sen osun. -Anonim |
|
||||||||||
|
O saatte ve o havada, ada ile hiçbir ilişkisi olmadığı halde adaya giden yalnız bir yolcu vardı. “Gene geç kaldım.” dedi Kenan kendi kendine. Nedendir bilinmez, Kenan’ın her yere her zaman geç kalmak gibi bir huyu vardı. Bir işi vaktinde bitirmeyi istediği halde bir türlü beceremezdi. Halbuki adada yaşayan bir yazarla günler öncesinden randevulaşmıştı. “Hep böyle iki ayağım bir pabuçta mı yaşayacağım? Ne olurdu sanki yola biraz erken çıksaydım? Randevulara hep böyle kılı kılına mı yetişeceğim? Ada vapuru sürat motoru değil ki iki dakikada adaya ulaşsın...” diye kendi kendine kızdı içinden. Havanın da pek iyi olmadığı göz önüne alınırsa daha en az yarım saatlik bir yolları vardı. Adaya bir yazarla görüşmeye gidiyordu. Başkaları için olmasa da kendisi için çok önemli olan bir işin peşindeydi. Görüşeceği yazarın kitabında yazdığı bir şeye kafası takılmış, sonra uzun çabalar sonunda, biraz da şansının yardım etmesiyle yazarın adresini bulabilmiş ve ondan bir randevu koparabilmişti. Kafasının takıldığı konu hakkında yazarın kitabında yazdığından daha çok bilgi edinmek istiyordu. Türkiye’de insanlar genellikle nereden geldiklerini, dedelerinden önceki atalarının kim olduğunu hem bilmezler hem merak da etmezler. Bu acaba bir vurdumduymazlık mıdır yoksa içgüdüsel olarak bir kendini savunma mekanizması mıdır? Ya da uygar olmamak mıdır? Bir dedenizin kim olduğunu bilirsiniz. Zaten büyük bir olasılıkla, dedeniz biraz uzun yaşadıysa onunla tanışmışsınızdır. Geri kalanını da merak etmezsiniz. Nasıl olsa 1071 yılında Alpaslan’la birlikte Orta Asya’dan gelmişlerdir. Gelmemiş olsalar bile öyle kabul edersiniz, olur biter. Kendinizi boşu boşuna strese sokmazsınız. Birçok kimse böyle düşünür. Birçokları da öyle olmadığını bilmelerine, kendi durumlarının farkında olmalarına rağmen sanki başka bir yerden gelmiş olmak ayıpmış gibi kendilerini saklamaya çalışırlar. Sanki göçmen oldukları veya Türk asıllı olmadıkları anlaşılınca büyük topluluk onların kıçına bir tekme vurup toplum dışına atacakmış gibi bir panik havası içindedirler. Bu stresi yaşamamak için bu konuları hiç açmazlar. Adaya giden yolcu, bu kadar rahat ya da rahatsız düşünen biri değildi. Yazarın kitabını okumadan önce zaten kendisi hakkında bir geçmiş araştırmasına başlamıştı. Birkaç küçük şey öğrenmiş ancak pek tatmin olmamıştı. Görüşmeye gittiği yazarın kitabında da onu ilgilendirecek bir-iki satır yazı geçiyordu. Kitap oldukça iyi bir tiraj yapmıştı ancak kendisinin ilgilendiği konu kitapta ikincil bir konu olarak bulunmaktaydı. “Suriye’nin köklü ailelerinden Hattatzadelerin esmer, pek de güzel olmayan kızı Sıdıka Hanım, Kabaağaçlı Miralay Mustafa Asım ile evlendi.” Tarih 1800 küsur. Bu konu üzerine iki başka yazar daha kendi kitaplarında söz etmişlerdi. Ada yolcusu Antakyalı idi. Memleketinde Hattatzade olarak bilinirdi. Sıdıka Hanım’ın zamanında Antakya Suriye’nin bir kenti idi. Aslında kitapta geçen, kafasına takılan konu çok eski bir zamanda olmuştu ancak “Yazar bunu kitabına aldıysa Sıdıka Hanım hakkında bir şeyler biliyor olması gerekir” diye düşünüyordu. Yolcunun asıl ilgilendiği nokta işte buydu. Hava bulutlu ve rüzgarlı olduğu için vapurda iç salona oturmuştu. Çırpıntılı deniz vapuru hafif hafif sallıyordu. Bazen sarsıntıdan vapurun ahşap çerçeveli camları zangırdıyordu. Vapur adaya vardığında saat beşe geliyordu ancak hava henüz kararmamıştı. Büyükada vapuru pek sıkıntı çekmeden iskeleye yanaştı. Az sayıda yolcu ses çıkarmadan ve çevreleri ile pek ilgilenmeden vapuru boşalttı. Yolcular, Adayla Bostancı arasında her gün gidip gelmekten ve Adalı olmalarından ötürü çevrelerini kanıksamışlar, ezberlemişlerdi. Adaya geldikten sonra gözleri bağlı bile olsa yollarını bulabilirlerdi. Adaya özgü olan faytonlar, balık lokantaları da hiç mi hiç ilgilerini çekmiyordu. Vapurdan inen orta yaşlı adam her türlü aracın girmesinin yasak olduğu yaya bölgesini geçip yolun başladığı yerde müşteri bekleyen sıraya girmiş faytonlara doğru yürüdü. Faytonunun üzerinde oturmuş sigara içmekte ve sabırla müşteri beklemekte olan bir faytoncunun yanına gitti. Uzaktan göründüğü kadarıyla elinde tuttuğu bir kağıdı ona gösterip bir şeyler sordu. Faytoncunun anladığını belirten hareketlerinden sonra faytona bindi. Sigara içmekten beyaz bıyıklarının ortası sararmış faytoncu, çok alışkın hareketlerle atını harekete geçirdi. Araba kullanmanın yasak olduğu adada ulaşım faytonlarla sağlanmaktaydı. Üzerinde küçük siyah benekleri olan beyaz renkli yaşlı hayvan, belki ancak yaşamasına yetecek kadar samanla beslendiği için hiç acele etmeden ağır adımlarla ve sessizce fayton kabinini çekiyordu. Fayton gıcırtılar çıkararak yeşil bahçelerin arasında yol alıyordu. Adam çoktandır adaya gelmemiş, çoktandır böyle nostaljik bir yolculuk yapmamıştı. Halbuki küçüklüğünde eğlence olsun diye değil, zorunlu olarak birkaç kez fayton yolculuğu yapmıştı. Hatta bir keresinde faytoncu yokken, sırf merakından iki at koşulu faytonun dizginlerini çekmiş, atlar huysuzlanmışlar, bunu gören faytoncu koşa koşa gelmiş, bir de ona kızmıştı. Bu yüzden şimdi gördüğü hiçbir detayı kaçırmamaya çalışıyordu. Atın ayaklarına asfaltta kaymasın diye nal yerine araba lastiğine benzer – büyük olasılıkla oradan kesilmiş – kauçuk parçaları çakılmıştı ve at neredeyse hiç ses çıkarmadan ilerliyordu. Atın her adımında yalnızca tok bir ses çıkıyordu. “Nal sesleri de tarih oldu.” Dedi içinden. Fayton bir süre yokuş yukarı yol aldıktan sonra bahçeli bir köşkün kapısında durdu. Orta yaşlı adam her olasılığa karşı faytonu göndermeden önce kapıyı çaldı. Kapıyı hizmetçi olduğu anlaşılan bir kadın açtı. Adam kendini tanıttı. “Merhaba, ben Kenan Gürel. Nermidil Hanımın evi değil mi?” Diye sordu. “Evet” yanıtını alınca devam etti. “Hanımefendi ile bugün randevum vardı. Kendisiyle telefonda konuşmuştum.” “Bir dakika bekleyin.” Dedi hizmetçi kadın. İçeriye gitti ve hemen geri geldi. “Buyurun.” Dedi. “Sizi bekliyor.” Köşkün iç girişinde yaşlı fakat dinç bir hanım göründü. Adam gülümseyerek yaklaştı. “Merhaba. Nermidil Hanım, Sizinle telefonda konuşmuştuk; Kenan Gürel ben...” “Ah, evet, buyurun... Buyurun içeriye geçelim.” Gençliğinde oldukça güzel olan hanım yaşlanmış olmasına karşın bu izlenimi hala yüzünde taşıyordu. Kenan onun hiç Osmanlı devleti zamanında yaşamadığını bildiği halde onun için ‘bir Osmanlı’ yakıştırması yaptı. İçeride bir odaya geçtiler. Nermidil Hanım devam etti. “Hoş geldiniz ama biraz geç kaldınız.” “Bunun için özür dilerim. Daha erken gelmem gerekirdi. Ama fazla vaktinizi almayacağım.” “Hayır çok önemli değil. Ne içersiniz?” “Mümkünse bir çay rica edeyim... Aslında biliyorsunuz, biraz telefonda anlattım ama hemen konuya girmek, isteğimi söylemek istiyorum size. Benim öğrenmek istediğim şey şu: Kitabınızda Hattatzadelerin kızı Sıdıka Hanımdan söz ediyorsunuz. Sıdıka Hanım bildiğiniz gibi Suriyeli idi. Hakkında ne kadar bilginiz var? Onun ailesi hakkında ne biliyorsunuz?” Hanım hafifçe gülümsedi. “Çok geçmişte kalmış bir şey soruyorsunuz. Nasıl desem... Bakayım...” diyerek kafasından bir hesap yaptı ve devam etti. “Hemen hemen 150 yıllık bir şey sorduğunuz soru. Bunu bilmem mümkün değil. Sıdıka Hanım dedemin annesi olur ancak takdir edersiniz ki onu görmem mümkün değildi. Onu hiç görmedim. Evet, yalnızca Suriyeli olduğunu ve veremden öldüğünü biliyorum. Ailesi yani Hattatzadeler hakkında ise bir bilgim yok. Annem Suriye’ye gitmişti. Belki onun ailesini, akrabalarını görmüştür ama şimdi o da yaşamıyor. Ne yazık ki benim size bundan daha fazla söyleyebileceğim bir şey yok. Bu konuda da en az bir kuşak geç kaldınız.” “Anlaşılan sizden pek bir şey öğrenemeyeceğim. Peki... Biliyorsunuz, Antakya Osmanlı döneminde Suriye valiliğine bağlı idi. Kardeşiniz büyük bir rastlantı sonucu yine bir Antakyalı ile evlenmiş. Sizi de öyle bulabildim zaten.... Ben düşündüm de, yaş olarak bakınca Sıdıka Hanım büyük büyük dedem Kara Hattat Muhammed’in kızı imiş gibi görünüyor. Zaman olarak çok iyi uyuyor.” “Olabilir ama ben bilmiyorum. Dedi Nermidil Hanım.” Bu sırada çaylar geldi. Hizmetçi çay servisi yaparken Kenan konuşmaya devam etti. “Bu savım doğruysa sizin dedeniz Mehmet Şakir Paşa’nın Kara Hattat’ın torunu olması gerekir. Zaten bir adını Mehmet koymuşlar. Yani Şakir Paşa Dedesinin adını almış olabilir. Ağabeyi Cevat Paşa babasının babasının adını almış. Şakir Paşa da aynı düşünce ile annesinin babasının adını almış olabilir. Ama Osmanlı Devletinin en karışık zamanlarında, sizin kitabınızda yazdığınız gibi Sıdıka Hanımlar Suriye’den Bursa’ya göç ettikten sonra ve orada ölünce aradaki bağlar kopmuş. Şimdi o zamanı düşünürken büyük bir hata yapıyoruz. O zamanı bugünün şartları ile düşünüyoruz. Örneğin bugün otobüsle Antakya-İstanbul arası yoldaki hız kısıtlamaları ile birlikte 15 saat sürer. Hatta uçakla Adana’ya gider oradan otobüse binerseniz yolculuk toplam 5 saati geçmez. Ama o zaman öyle miydi? Tam 300 saat. Evet, Antakya’dan İstanbul’a yolculuk yapmak yaklaşık 13 gün sürermiş. Yani değişim için neredeyse saat başına bir gün düşüyor. Böyle bir durumda Anadolu’da kent değiştiren kişi çıktığı yerden kopmuş oluyor. Ama daha sonra büyük amcanız Ahmet Cevat Paşa II. Abdülhamit’in başbakanı iken İstanbul’dan kovulunca Suriye’ye gitmiş; yani annesinin memleketine. Kitabınızda Suriye işi sedef kakmalı, bizde çekmece tabir edilen, içine dikiş malzemesi konan küçük bir sandukadan söz ediyorsunuz. Anneniz Ayşe Hanım Suriye’ye gittiğinde amcasından hediye olarak istemiş. Onun aynısından bizde de var. Çok değerlidir bu gerçek sedef kakma çekmeceler. Bizdeki çekmecenin aynısının Topkapı Müzesinde sergilendiğini söylemişlerdi...” Kenan soluklandı ve ümitle Nermidil Hanıma baktı. Nermidil hanım bir şey hatırlamış gibi görünmüyordu. “Bu da olabilir ama sizin başka kaynaklara bakmanız gerekecek. Diğer iki yazarı biliyorsunuz. Onları bulun. Belki size yardımcı olurlar.” “Pekala...” dedi Kenan, üzgün bir ifade ile. “Ben sizi daha fazla meşgul etmeyeyim. “ Sonra Kenan ayağa kalktı. Kapıda Hanımla vedalaştı. “Benle ilgilendiğiniz için teşekkür ederim. İyi akşamlar dilerim.” Nermidil Hanım üzüntüsünü dile getirdi. “Keşke elimden gelen bir şey olsaydı... Size yardım etmeyi çok isterdim. İyi akşamlar.” Kenan köşkten ayrıldı. Hiçbir şey öğrenememişti. Hava kararmak üzereydi. İskeleye kadar yürümesi gerekecekti. Suyun akışını takip eder gibi yokuş aşağı yürümeye başladı. Geldiği yönü biliyordu. Bu şekilde nasıl olsa iskeleye ulaşırdı. Yolda kimsecikler yoktu; ne bir fayton, ne bir bisikletli geçiyordu. Görüntüde yalnızca ağaçlar, bahçeler ve bahçe içinde evler vardı. Kuşların bile çoğu yuvalarına çekilmişti. Yalnız kırlangıçlar ağaçların üzerinden son sürat çığlık atarak geçiyorlardı. Akşam serinliğinde esen rüzgarı içine çekti. O an İstanbul’a çok yakın fakat çok uzakta bir yerde olduğunu düşündü. Kendisini zaman tünelinden geçip yüz yıl öncesine gitmiş gibi hissetti. Bu hisse kapılmak için pek acele ettiğini biraz sonra anlayacaktı. Bir süre yürüdükten sonra gözüne bir sokak tabelası ilişti: Şakir Paşa Sokağı. Sokağın girişinde sağda, çok fazla katlı olmayan, birbirine benzer iki apartman yükseliyordu. Biraz dikkatli bakınca apartmanların isimlerini okuyabildi. Şakir Paşa Apartmanı A Blok ve B Blok. Apartmanlar onu yeniden yaşadığı güne getirdi. Kenan apartmanlara baktı, üzüntüyle başını salladı. Bir zamanlar bu apartmanların yerinde bulunan köşkü düşündü. Osmanlı Devletinin son zamanlarında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında oldukça debdebeli ve fırtınalı bir yaşam sürülmüştü burada. Şakir Paşa sonradan çok tanınmış bir yazar aynı zamanda ressam olan oğlu Cevat Şakir tarafından öldürülmüştü. “Ne acı kader...” dedi Kenan. Şakir Paşanın çocuklarından, torunlarından birçok sanatçı, ressam ve heykeltıraş çıkmıştı. Ağabeyi Cevat Paşa da Osmanlı Devletinde Başbakanlığa kadar yükselmesine rağmen hat ustalığını hiç elden bırakmamıştı. Demek bir sanat düşkünlüğü ve belki de aileden gelen bir yeteneği vardı. Bu sırada köşkün dış kapısı açıldı. İçinden koşarak çok şık giyinmiş, başında yana yatırılmış güzel bir şapka olan bir kadın ve takım elbiseli, saçları briyantinli orta yaşlı bir erkek çıktı. Kenan’ın yanından koşarak geçtiler. Kadın ayağındaki uzun eteğe rağmen erkekten daha hızlı ve önde koşuyordu. Adam koşarken “Aliye... Aliye... yavaş...” diye arkasından seslendi. Biraz ileride gözden kayboldular. Kenan irkildi. “Köşk mü? Ne köşkü?” Dönüp çiftin geldiği yöne bir daha baktı... Hayır, apartmanlar yerlerinde duruyorlardı. Normal.olması gereken bu durum Kenan’a çok garip göründü. Bir an, apartmanların yerinde sanki fotoğraflarını gördüğü Şakir Paşa köşkü varmış gibi bir yanılgıya kapılmıştı. Gözünü apartmanlardan ayırmadan geriye doğru birkaç adım atıp her şeyin yerli yerinde olduğuna ikna olduktan sonra döndü; yokuş aşağı yürüyüşüne devam etti. Şakir Paşanın ve eşinin ölümünden sonra mirasçıları köşkü pay edebilmek için yıktırıp yerine apartman katları yaptırmışlardı. Böylece ancak içinde yaşamış olanların değerlendirebileceği bir tarih silinmiş, yerini birbirini tanımayan ailelerin doldurduğu iki apartman bloğuna bırakmıştı. “Bundan şu sonuç çıkıyor.” Diye düşündü Kenan. “Türkiye’de tarihi bir köşk 3-4 katlı iki apartman dairesi kadar bile bir değer taşımıyor. Hele onu yok etmek için de bir emek harcandığını düşünecek olursak... Türkiye’de tarihin de sanatın da değeri yok. Sanki millet geçmişle bağları koparmak için birbiriyle yarışıyor. Sanki geçmişimizden kurtulunca rahata kavuşacağız. Halbuki kültür birikimdir. İnsanın insan olmasını sağlayan şeydir. Doğru ya da yanlış kültürü nasıl yok sayarız? Bu köşkü yıktıranlar köşkten nefret mi ediyorlardı? Hiç sanmıyorum. Şimdi herhalde onlar da üzülüyorlar ve görüyorlar ki o köşk ayakta olsaydı bugün müze gibi gezilecek bir yer olurdu. Ama içimdeki şeytan rahat durmuyor, soruyor: o müze kaç paraya gezilirdi? Biz de aynı şeyi yaptık; farkında olmadan...” Kenan çocukken sözünü ettiği sedef kakmalı çekmecede saklı duran Arap harfleri ile yazılmış bir avuç dolusu mührü anımsamıştı. İçlerinde, pirinçten yapılmış olanları da vardı, parmakla rahatça basılsın diye bir yana yatırılan, sapı işlemeli gümüşten yapılmış olanları da. Bu mühürleri sağ iken kim bilir kimler kullanmıştı. Hepsi de Arap alfabesiyle yazılmış olduğuna göre en azından 70 yıllık olmalıydılar. Çok daha eski olduğundan hiç şüphesi yoktu. Şimdi onların nerede olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Mühürler ortadan yok olmuştu. Kenan hem yürüyor hem de düşünüyordu. “Yapılan bir araştırmaya göre tepedeki manastır dışında adada bir tane bile ahşap yapı kalmamış. Onun da eli kulağında.” Dedi kendi kendine. “Bu değer bilmezlik acaba insanın yapısından mı kaynaklanıyor? Yoksa yalnız bize ait bir şey mi? Tarih boyunca kurulan uygarlıklar birikimlerini korumaya çalışmışlar. Uygarlığı kuranlar ve kültürler ancak onlara yabancı olanlar tarafından yok edilmişler. Ne oluyor burada böyle? Kendi elimizle kendi kültürümüzü yok ediyoruz.” Canı biraz sıkılmıştı. Üstelik hiçbir şey de öğrenememişti. Keyfinin yeniden yerine gelmesi için biraz yürümesi gerekti. Kentte her zaman duyulan araç seslerinin olmayışı, temiz hava, her ne kadar Şakir Paşa Köşkü yıkılmış olsa da ayakta kalan bahçeli evler, Büyükada’yı başka yerlerden farklı kılıyordu. Önceki gelişlerinden daha yukarılarda ve adanın diğer tarafında ormanlık alanların olduğunu biliyordu. “Buraya daha iyi bir zamanda, gezmek için gelmeli.” Diye düşündü. Kenan iskeleye vardığında hava yalnız kararmakla kalmamış, aynı zamanda iyice bozulmuştu. Rüzgar hızını artırmış, deniz coşmuştu. 1-1.5 metre boyunda dalgalar kıyıdan aşıp yukarıya, lokantaların içine kadar giriyordu. İskelede bir kalabalık toplanmıştı. Kalabalığa yaklaştı, tanımadığı birine ne olduğunu sordu. “Ne oldu? Nedir bu kalabalık?” “Şu bey...” dedi adam, üzeri gazete kağıtlarıyla örtülü cesedi gösterdi; “Şu ağlayan bayanla koşarak vapura yetişmeye çalışıyormuş. Kalp krizi geçirmiş, ölmüş...” Baktı, yol kenarına yatırılmış cesedin başucunda bir kadın yere oturmuş ağlıyordu. Kadın biraz önce Kenan’ın önünden koşarak geçen kadına benziyordu. Ölen adam herhalde onun kocası olmalı idi. Çok üzüldü ama yapacağı bir şey yoktu. “İşte bu kadar.” Dedi içinden. “Hepimizin başına gelecek şey bu...” İskele binasına girdi, salonda beklemeye başladı. Onun gibi gelecek son vapura binmek isteyen az sayıda yolcu vardı. Eğer hava daha da bozarsa sefer yapılmaz, adada kalırlardı. Yağmur yağmadığı için şanslıydılar; çünkü o durumda şartlar daha kötü olabilirdi. Tedirgin bir bekleyiş başladı. Deniz işletmelerinden bir görevli, salonda bekleyenlere seferin yapılamayabileceğini bildirdi. Yolculardan biri “Yarın da işim vardı.” diye söylendi. İkide birde dışarıya bakıyorlar, vapurun yolunu gözlüyorlardı. Çalkantılı denizle alacakaranlık gökyüzünün arasında, gündüzün çiğliklerinden arınmış karşı kıyının ışıkları, upuzun bir inci kolye gibi parıldıyordu. Sonunda belli belirsiz ışıkları ve siluetiyle son vapur göründü. Biraz sarsılıyordu ama güvensiz görünmüyordu. Kaptanın usta bir manevrasıyla çok zorluk çekmeden iskeleye yanaştı, az sayıdaki yolcularını indirdi, getirdiğinden çok daha az sayıda yolcuyu alarak adadan ayrıldı. Yarı yolu geçmişlerdi ki rüzgarın artan hızıyla birlikte deniz biraz daha hırçınlaştı. Vapur bir aşağı bir yukarı inip çıkarak yol alıyordu. Camlar neredeyse kırılacak gibi sarsılıyordu. Bir ara vapur dalgayı yan tarafından aldı ve beşik gibi sallanmaya başladı. Yolcular yerlere devrilmemek için bir yerlere tutunmak zorunda kaldılar. “Şu Marmara’nın ne yapacağı hiç belli olmuyor” dedi içinden. “Bir bakarsın göl gibi, bir bakarsın fırtınalı bir okyanus gibi. Şimdi coşma zamanı galiba.” Kenan’ın aklına eski deniz kazaları geldi. Öğrencileri taşıyan Üsküdar vapuru da böyle batmamış mıydı? Yoksa sıra onlarda mıydı? Neyse ki korktuğu başına gelmeden, daha fazla kötü bir olay olmadan sağ ve sağlam olarak Bostancı’ya ulaşabildiler. Vapur zar zor iskeleye yanaştı ve yolcular karaya ayak bastılar. Kenan arkasına bakmadan yürürken “Oh, atlattık.” Dedi sessizce. “Adada kalmayalım derken az kalsın canımızdan oluyorduk.” Ada ve ada macerası geride kalmış, ayrıca kısa bir süre ortaya çıkar gibi yapan geçmişi, yeniden geldiği yere, karanlığa gömülmüştü. Üzerine yine koyu renkli kalın örtüler örtülmüştü. Ocak 2001 Not: Şakir Paşa Ailesi ile ilgili benim bildiğim dört kitap yazıldı. Birincisi Ayşe Kulin’in Füreya adlı romanı, ikincisi Nermidil Erner Binark’ın ‘Şakir Paşa Köşkü’ adlı anıları, Üçüncüsü Şirin Devrim’in ‘Şakir Paşa Ailesi’ adlı anıları. Bu üç kitapta aynı olaylar anlatılmakla birlikte herkesin kendi yaşam deneyimleri de yer almaktadır. Ayrıca Cevat Şakir Kabaağaçlı yani Halikarnas Balıkçısı’nın babasını öldürmesine dair Sadi Durak’ın yazdığı bir kitap, Bilgi Yayınevinden ‘Halikarnas Balıkçısı ve Bir Duruşmanın Öyküsü’ adı altında çıkmıştır. İlk üç kitapta ailenin soy ağacı yer almaktadır. Bilgi için, Füreya, Nermidil Erner ve Şirin Devrim birbirleriyle kuzendir. Cevat Şakir Kabaağaçlı onların dayısı olur. Üçünün teyzesi, Cevat Şakir’in kardeşi Aliye, kocasıyla İstanbul vapuruna yetişmek için koşarlarken kocası kalp krizi geçirerek yaşamını yitirmiştir.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |