"Hemen yüzüne gül suyu seperek Leyla'yı ayılttılar." -Fuzuli, Leyla ile Mecnun |
|
||||||||||
|
Bu Yangınlar Hiç Bitmeyecek mi? Seval Deniz Karahaliloğlu Türkiye alev alev yanıyor. Yakılan ormanlarıyla, ağaçlarıyla, yüzlerce yıllık emeğin oluşturduğu muhteşem bir coğrafya birilerinin kundaklamasıyla cayır cayır yanıyor. Bıçak kemiğe dayandı dedikleri bu olmalı. Dışa bağımlı siyasetiyle, ekonomisiyle, kültürüyle, sanatıyla içten içe yıktıkları Türkiye Cumhuriyetine son darbeyi, bu muhteşem coğrafyayı yakarak vurmak istiyorlar. Her yıl çeşitli sebeplerle çıktığı ya da “çıkartıldığı” söylenen orman yangınları, bu yıl öyle bir noktaya geldi ki “artık bu kadarı da olmaz” dedirten bir “aymazlığa” ulaştı. Türkiye’nin bu gün geldiği noktayı “Aymazoğlu ve Kundakçılar” oyunundan başka hangi oyun bu kadar iyi tanımlayabilir? Kör gözün parmağına yanan orman yangınları akla “Aymazoğlunu” getiriyor. Hani onlarla iyi geçinirsem, evimi yakmazlar mantığı ile bile bile “kundakçıları” evine alan “Aymazoğlu”. Bu bir türlü anlamayan, anlamak istemeyen, anlama güçlüğü çeken Aymazoğlu, “kundakçılara” karşı ne zaman uyanacak? diye bekliyorsunuz, bekliyorsunuz, bekliyorsunuz, sabrınızın sınırlarını zorlayarak bekliyorsunuz ki Aymazoğlu “uyansın” ama gelin görün ki Aymazoğlunda “tık” yok. Peki burada Aymazoğlu kim? Ben, sen, siz, onlar, hepimiz, “susarak” dolaylı yollardan Türkiye’nin bugün geldiği noktada payı olan “herkes”. “Gemisini kurtaran kaptan” misali başını kuma gömen bütün Aymazoğulları. Kundakçılara, haksızlığa, adaletsizliğe, hortumculara, köşe dönücülere, soygunculara, “özelleştirme” adı altında ülkeyi parselleyip parselleyip “satanlara”, “laik hukuk devletinin” altını sinsi sinsi oyanlara, Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerini bir bir ortadan kaldıranlara, anayasayı delik deşik edenlere, dincilere, şeriatçılara, tarikatçılara, kapitalist sömürüye, batılı emperyalist güçlerin ülkeyi adım adım ele geçirişine, AKM ve Muhsin Ertuğrul Sahnesi gibi Laik Cumhuriyetin Simgelerinin yıkımına karşı “seyirci kalan herkes”. Bu ülkenin akciğerleri cayır cayır yanarken, ormanlarımızı, ülkemizi yakanlardan hesap sormayan, “suçlulardan birini dahi yakalama başarısı gösteremeyen” yetkililer. Sonra, yaktıkları orman arazilerini parselleyip parselleyip satan kundakçılarla iş birliğine giren ve bu satıştan nemalanan bürokratlar. İşte bu sırada, televizyon ekranlarına çıkarak gazetecilere “yanan orman arazisine imar izni veren kararı iptal ettim” diye açıklama yapan Orman Bakanı Osman Pepe. İşte, aymazlığın zinciri böyle uzayıp gidiyor. İsveçli yazar Max Frisch kaleme aldığı “Biedermann und die Brandstifter”, Türkçe’ye Genco Erkal tarafından “Aymazoğlu ve Kundakçılar” olarak uyarlanmış. Oyunu yeniden büyük bir başarıyla dilimize uyarlayan Genco Erkal, aynı zamanda oyunu yönetiyor ve başrolünü Şeref Aymazoğlu’nu oynuyor. Orijinal metinde zengin iş adamı Biederman’ın özgün halini bozmadan onu Şeref Aymazoğlu’na dönüştürüyor. Fabrikatör Şeref Aymazoğlu, iktidara bilerek ya da bilmeyerek destek veren içimizdeki oligarşinin temsilcilerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Güç elindeyken tehdit eden ama kendinden güçlü olanlarla belki anlaşırım umuduyla “uzlaşmaya çalışan”, korkak, ürkek, aslında edilgen bir karakter. Sözde adaletli, her lafın başında haktan adaletten dem vuran Şeref Bey, kendisinden hak talep eden Mazlum Irgat’a karşı alabildiğine acımasızdır. Kendinden güçsüzleri ezebildiği kadar ezer. Hatta “ne yapalım gitsin havagazı musluğunun altına yatsın, ya da bir avukat tutsun, buyursun.” diyecek kadar zalim, adalet kavramıyla dalga geçecek kadar duyarsızdır. Oyunun ilk sahnesinde tanışırız Şeref Aymazoğlu ile elinde tuttuğu şarap kadehi, gazetesi ve sarf ettiği ilk cümleyle “sallandıracaksın bunları, hem de sorgusuz sualsiz..” Bu kadar yüksekten atan Şeref Bey, acaba kundakçılara karşı da aynı “kararlı tavrı” sürdürebilecek midir? Üstelik bir yandan atıp tutarken, “bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın” halini sürdürmeye devam eder. Kendi korunaklı dünyasına ve evine dokunmasınlar da ne olursa olsun mantığıyla, sadece “korktuğu” için kundakçılarla “dost” olmaya çalışır. “Hem dost olursam belki bana dokunmazlar” diye düşünür. “korkudan bitkin, görmezden gelir tehlikeyi” Korkaklığı, çıkarcılığına karışırken ikiyüzlü yanını da açığa vurur. Tek derdi kurulu düzeninin bozulmamasıdır, “ah, bir de içini kemiren o felaket duygusu” olmasa. Felaketinden ölesiye korkarken, korktuğu felaketine aynı şiddetle koşan ateş böcekleri gibi kundakçılara sarılır. “Sizle mi uğraşacağım? Ateşin fitilini beraber ölçtük. Yakında bunlar benden kibrit de isterler” der. Öylesine büyük bir iştahla felaketine koşar ki, kendisinden kibrit isteyen kundakçılara evini yakması için gerekli olan “ateşi” kendi elleriyle verir. Hatta bununla da kalmaz. Son yemekte anlattığı Aziz Nesin’in “kurt-eşek” hikayesi ile felaketini adeta kundakçılara kendisi “sipariş eder”. Eh, “aymazlığın” da ancak bu kadarı olur. Aymazoğlu başına gelecekleri adeta “hak eder”. “felaketten daha çok değişiklikten korkarsa insan, ne gelir başına, yine felaketten başka?” Oyunun aralarında gördüğümüz itfaiyeciler korosu, oyunun olmazsa olmazlarından. Antik Yunan Koroları gibi oyunun aralarında uyarılar yapar. Gelecekten haber verir. Kör gözün parmağına doludizgin kendi felaketine koşan Şeref Aymazoğlu’nun kimliğinde, kendi felaketlerine koşan bütün toplumlara seslenir. “göze neler gözükür ortada bir şey yokken korku duydu mu insan, kendi gölgesi bile korkutur onu artık, savaşa hazır bulur onu her dedikodu. ayağı tökezlenir, korku dolu yaşar gider, sonunda aynı şeyler kendi başına gelir.” Oyun ilerledikçe itfaiyecileri kundakçılara, kundakçılar itfaiyecilere dönüşmeye başlar, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra. Her şey zaten öyle gelişmiyor mu? Yavaş yavaş, alıştır alıştıra. Biz bu “alıştırmalara ”, zaten “alışkın” değil miyiz? Öyle bir nokta gelir ki, insan sormadan edemez. Yangını çıkaranlarla, yangını söndürenler aynı kişiler değil mi? Bu bir “kader” olabilir mi? Akıl ve mantık süzgecinden geçmeyen bir yaşam “hak edilebilir” mi? Oyunun can alıcı noktası da burada karşımıza çıkar, insanı yüreğinden, aklından, vicdanından kavrayıverir. “herkes uzağı görür de bilmem kaç gün önceden, yine başa gelen sonunda aptallık, hani kader dedikleri, o hiç eksilmeyen.” Orijinal metinde, eski profesyonel güreşçi olarak tanıdığımız “kundakçı” Schmitz’in yerini bu sefer Tosun Tunçbilek alıyor. Biz bu Tosun’u bir yerlerden tanıyoruz. Sürekli gördüğümüzden olsa gerek, artık “kanıksadığımız” (bu kanıksama hali bile bizi, giderek bir “kabullenişe” götürmüyor mu? Hayata seyirci kalanları, dünden kabullenmeye hazır olan bizleri, Aymazoğlu’nun ta kendisi yapmıyor mu?) dini bütün, sakallı, takkeli, tespihli, poturlu artık görmeye “pek alıştığımız” Tosun olarak karşımıza çıkarıyor. Çember sakalı, elinden düşürmediği tespihiyle tipik bir yobazdır. Üstelik bir sahtekar. Hem dini bütün biri gibi davranır hem de son akşam yemeğinde şarabı “istemem yan cebime koy” tavrıyla, “lütfen” kabul eder. Göbekli, tespihli Tosun sürekli bir homurtu halinde “söylenir”. Belirli nakaratları sürekli tekrarlar “Her şey olacağına varır. Allah’ın dediği olur. Allah’ın sopası yok ki” Ustalıkla duygu sömürüsü yapar. “İnsanlar, birbirine inanmayacaksa bunun sonu neye varır? Her tarafta kuşku, güvensizlik. Bu kentte, bana kundakçı gibi davranmayan bir tek siz varsınız” Bir homurtu bulutu içinde ağzından hep aynı sözcükler dökülür. “İnsanlık, vicdan, Allah, kader…”. Tosun’un hapisten yeni çıkan arkadaşı Eisenring ise oyunda eski şef garson Demir Çelik ile hayat bulur. Sorulan sorulara kaçamak cevaplar veren Demir Çelik’in ağzından kaçırdığı bilgi kırıntılarından Madımak Otelinde şef garsonluk yaptığını da öğreniriz. “Aziz Nesin’i tanıyor musun?” sorusunun yanıtı çok kısa ama düşündürücüdür. “Elimizden kaçırdık.” Yani, Demir açıkça Madımak Oteli’ni yakan “yobazlardan” biri olduğunu, “kundakçı” olduğu net bir biçimde itiraf etmektedir. Soruyu soran ama yanıtını dinleme zahmetine bile katlanmayan Aymazoğlu’nda ne gam? Sözcükler bir kulağından girer öbüründen çıkarken, o felaketine doludizgin koşmakla meşguldür. Demir Çelik, tepeden tırnağa “dürüstlük” timsali olarak (Allah için yaptığı ve yapacağı işi hiç saklamaz), baştan aşağı “sağır” Aymazoğlu’na sorar “Burada hiç fünye gördünüz mü?” ve sohbete kaldığı yerden devam eder. “İnsanları kandırmanın üç yolu vardır. Bir, insanlara çıplak gerçeği olduğu gibi söylemek. İnsanlar buna kesinlikle inanmak istemiyorlar. ( Bu arada, sakin sakin benzin bidonlarına fitil bağlamakla meşguldür) İki, duygu sömürüsü yapmak. Üç, işi şakaya vurmak”. (Ateşleme ve fünye arasındaki bağlantı işini de Aymazoğlu’nun gözü önünde tamamlamıştır, gülümser) “Şakadan anlasanız da anlamasanız da iş o aşamaya geldiğinde bummm. Her şey yanıp tutuşana kadar itfaiyeci göremeyecek gerçeği”. “çıplak ayaklı itfaiyeciler biz dışarıdan bakıyoruz bildiği halde tehlikenin boyutlarını alışmış bir kere kötü kokulara korkmuş ve huzursuz asıl başına gelecek felaketten değil değişimden korkar” İtfaiyeci sorar “Bidonların içinde ne var?” Demir Çelik pişkin, cevap verir. “Benzin. Beyefendi, biz de bu nedenle sigara içmiyoruz.” Eh, doğru söze ne denir? Aymazoğlu, oyunun bir yerinde şöyle der. “Kundakçı olmadığına yemin eder misin?” dedim.“Yemin ederim, değilim” diyor. İnsanlarda acıma duygusu kalmamış. Gönül fukarası olmuş. Dünya kötüye doğru gidiyor”. Kundakçılara yardım eden üniversiteli akademisyenin kimliğinde, toplumun “aydın” kesimini görürüz. İlk önce kundakçılara yardım eden “aydın” olayın ciddiyetini kavrayınca, tek kelimeyle “toz olur”. Sorumluluk alması gerektiği zaman “sırra kadem basan” aydın tiplemesiyle, bütün zamanların “tatlı su aydınlarına” gönderme yapar. “her zaman halk içinde halkla beraber maaşlarımızı siz ödüyorsunuz kader diye düşünmek yok eder aklı düşünmeyi asıl neden ahmaklıktır birçok şey söylenebilir aklı selimle” “Aymazoğlu ve Kundakçılar” oyununda başrollerini, Şeref Aymazoğlu : Genco Erkal, Hanımefendi : Meral Çetinkaya, Tosun Tunçbilek : Erdem Akakçe, Demir Çelik : Metin Coşkun, Hizmetçi : Tilbe Salim, Öğretim Görevlisi ve Polis rollerinde : Beyti Engin paylaşıyorlar. İtfaiyeciler korosunda da aynı ekibi Metin Çoşkun, Erdem Akakçe ve Beyti Engin’i görüyoruz. Günümüzde Aymazoğulları (sayıları o kadar çok ki), kundakçılar, aydınlar ve itfaiyeciler kimdir? Bir bilene soralım dedik. Bütün bir hayatını tiyatroya adamış, çok büyük ustalardan biri olan Genco Erkal’a soralım istedik. Zaten Aymazoğlu gibi bıçak sırtı bir oyunu alıp götürecek kaç usta kaldı günümüzde? Oyunu dilimize uyarlayan, sahneye koyan, yöneten, baş rolünü oynayan, kısacası oyunun beyni Genco Erkal’a sorduk SDK – Neden “Aymazoğlu ve Kundakçılar” oyununu seçtiniz? Genco Erkal – Bu oyunu uzun zamandan beri oynamayı düşünüyordum. Oyun yazılalı 50 yıldan fazla bir zaman oldu. “Aymazoğlu ve Kundakçılar”, orijinal adıyla (Biedermann und die Brandstifter) çağdaş tiyatronun köşe taşlarından ve en çok sevilen oyunlarından biri. Çağımızın en önemli yazarlarından biri olan İsveçli yazar Max Frisch tarafından kaleme alınmış bir oyun. Yazıldığından bu yana, dünyanın hemen hemen bütün dillerine çevrildi ve bütün ülkelerinde defalarca oynandı. Çok yoruma açık bir oyun. Zaten oyunun kendisi bir kıssa. Yani bir şeyi anlatıyoruz, izleyiciler de oradan bir kıssadan hisse çıkarıyor, izleyicinin de aktif olarak yoruma katıldığı bir tiyatrodur. Ben uzun zamandır bu oyunu sahnelemek istiyordum ama baya uzun bir zamandır. Fakat bir türlü nasıl ele alacağımı, nasıl yorumlayacağımı, oyunu nereye oturtacağımı bilemiyordum. Bir de teknik sorunlar vardı. Günümüzde özel tiyatroların ekonomik koşulları belli, aslında 15-17 kişiyle oynanabilecek bir oyun. Bunu nasıl küçültebiliriz, nasıl daha az kişiyle halledebiliriz gibi teknik sorunlarım da vardı ama en önemlisi bu oyunu ülkemizde bugün sahnelerken nereye oturtmamız gerekir? Bugün bizim toplumumuzda, oyunun ne söylemesi gerekir? Nereden yola çıkması gerekir? Sıçrama noktasının ne olacağını bulmak önemliydi ve uzun yıllardır da kafamda bunu tartışıyordum. Değişik değişik dönemlerde, Aymazoğlu kim? Kundakçılar kim? meselesine geliyordu bütün iş. Bunu istediğiniz gibi yorumlayabiliyorsunuz. SDK – “Aymazoğlu ve Kundakçıları” neden bu kadar önemli bir oyun? Genco Erkal - Oyunun yazılışındaki temel amaç, savaş sonrası edebiyatına giriyor. İkinci Dünya Savaşını hazırlayan nedenler nelerdir? Böyle bir felaket göz göre göre nasıl yaşanabildi? İnsanlar, buna felaketin yaşanmasına nasıl engel olamadılar? “Aymazoğlu ve Kundakçılar” bunu anlatıyor. Burada, yaşanan olaylara sıradan insanın, ortalama vatandaşın “aymazlığının” neden olduğunu görüyoruz. Gelen tehlikeye karşı, yaklaşan o tehlikeye karşı, o tehlikeyi “görmezden” gelen, “kendini kandıran”, “çevresini kandıran”, “böyle bir şey yoktur” diye düşünen bir aymazı anlatıyor. İşte ancak böyle bir ortamda, Hitler ve onun peşindeki Nazi Partisi ve Naziler iktidara gelebildiler. Oyunun sonunda gördüğümüz yangın aslında İkinci Dünya Savaşıdır. Olayları hazırlayan bütün bu etkenler karşısında sıradan bir yurttaşın olaylara “müdahale etmemesi”, “dur dememesi”, “yaklaşan tehlikeyi “görmezden gelmesinin” sebep olduğu bir felakettir. Bütün buradaki kundakçılar da Nazileri simgeliyor. Ama Max Frisch öyle bir biçimde yazmış ki bunu, herhangi bir çağda, her hangi bir ülkede geçebilecek bir oyun olarak kurgulamış. Zamanlar değişiyor, ülkeler değişiyor ama bu temelde olan “aymazlık” değişmiyor. Nitekim son yorumlarda, mesela Berliner Ensemble’da sahnelenen dört yıl önceki yorumda, “kundakçılar” dazlaklar yani neo-Naziler olarak ele almışlar. Yine, üç yıl önceki Köln’de yapılan başka bir yorumda, çok daha ileriye giderek Aymazoğlu’nu Bush, “kundakçıları” da Usame bin Ladin yapmışlar. Dediğim gibi çok değişik biçimlerde yorumlanabilecek bir oyun. SDK – “Aymazoğlu ve Kundakçılar” oyununu bu kadar “güncel” yapan nedir? Neden özellikle, şimdi, bugün oyun “daha bir güncellik” kazanıyor? Genco Erkal - Ben de daha önceki yıllarda, bundan on yıl kadar önce, oyunu bizdeki ülkücü hareket dediğimiz harekete oturtmaya düşündüm ama çok da oturmuyordu. Fakat son yıllarda, ülkemizde gelişen “dinci” tehlike, “şeriat” tehlikesi ve şöyle ya da böyle bu düşüncenin bir uzantısı olan bir partinin bugün ülkemizde iktidarda olması, artık bu oyunu kesinlikle oynamanın zamanı gelmiştir ve “kundakçıların” kim olduğu da bellidir düşüncesini oluşturdu. Sonunda, işte böyle “dincileri” ortaya koyarak bir kurgu yaptık, biraz daha ileriye gittik, burada bir “itfaiyeciler korosu” var. “İtfaiyeciler korosu”, aslında bir anlamda genel olarak, güvenlik güçlerini simgeliyor. Oyunun bir yerinde, “yangını çıkaranlarla, yangını söndürmesi gerekenler aynı kişiler mi oluyor?” diye bir soru soruluyor. “bir dakika, yangını söndürecek olanlarla yangını çıkaranlar aynı kişiler mi oluyor yani? bırak şimdi ortalığı karıştırma birlik ve beraberlik içinde kederde ve kıvançta halkla beraber halk için, halkla el ele...” Orada da olayın bir başka boyutu gösteriliyor. Maalesef, ülkemizde buna benzer birçok olay oluyor. Güvenliği sağlaması gereken insanlar, aslında güvenliği alttan bombalıyorlar. Oyunun içine katmak istediğimiz böyle bir boyut var. Bu bize aynı zamanda, “kundakçılar” ile “itfaiyecilerin” aynı kişiler tarafından oynanmasını sağlayarak bize ekonomik açıdan da bir katkı sağladı ve kadroyu küçültmüş oldu. ( Bu noktada gülmekten kendimizi alamıyoruz.) Böyle bir yorum çıktı ortaya. SDK – Oyunu uyarlarken mizah anlayışı bakımından bir sıkıntı yaşandı mı? Genco Erkal - Benzer yazarlarda olduğu gibi, Max Fisch’in çok kendine özgü bir Orta - Avrupa mizahı var. Onların mizah anlayışı ile bizim mizah anlayışımız her zaman pek birbiriyle örtüşmüyor. Oyunu okuduğunuz ve metni çevirdiğiniz vakit, bize biraz yabancı kalan bir mizah anlayışı var. Seyircimize daha yakın olması için oyunun dilini ve espri anlayışını daha bize yaklaştırdık. Öyle bir uyarlama da oldu. SDK – Oyun ile ilgili olarak, sizin oyun üzerinde yaptığınız, metne eklediğiniz belirgin, vurucu olarak niteleyeceğimiz sözcükler var mı? Genco Erkal - Bu oyunda, koro yerine bütün oyuncuların teker teker söyledikleri sözcüklerin hepsini yazar Max Fisch orijinal metinde yazmış. Bizim oralarda hiçbir müdahalemiz yok. Bir tek benim oyunun sonunda koyduğum “İyi uykular” sözcüğü izleyicileri “kışkırtmak” amacını güdüyor. Siz de böyle uyumaya devam ederseniz siz de ilerde olacakları “hak etmiş” oluyorsunuz anlamına geliyor. SDK – Neden oyunun ana karakteri, sıradan sokaktaki bir insandan ziyade bir fabrikatör olarak tanımlanmış? Genco Erkal – Max Fisch oyunun ana karakterini Biedermann yazarken Biedermann’ın fabrika sahibi olmasını, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da Hitler iktidara gelirken “en büyük aymazlığı” büyük çelik fabrikatörlerinin, büyük sermayenin “desteklemesine” bağlıyor. Tabii sadece onlar değil. Hem büyük sermaye “destekliyor” hem de genel olarak iktidara karşı bir “sessiz kalma” var. Biz de oyundaki bu genel fotoğrafı değiştirmedik. Gene adam fabrika sahibi, o fotoğraf var ama herkesi kapsayan bir Aymazoğlu olsun istedik. O zaman öyle olur ki, bütün bu aymazlığı içeren sanayicilerdir, onlar kabahatlidir, geri kalan hiç kabahatli değilmiş gibi olur. Halbuki, biz salonda bulunan herkesin kendini Aymazoğlu’nun yerine koymasını, “kendisiyle hesaplaşmasını” istedik. Bu gelişen olaylar karşısında, “Ben ne yapıyorum? Ben ne yapmalıyım? Nerede yanlış yaptım” diye düşünmesini istedik. SDK- Peki, burada aydının nasıl bir tavrı var? Genco Erkal – Oyunda, şöyle bir şey var. Aydınların bu tür hareketlere, bir takım politik eylemlere başından çok fazla nereye gideceğini görmeden heyecana kapılıp ya da kendilerince onlara ideolojik kılıflar geçirerek destekledikleri fakat tehlikeyi gördüklerinde son anda geri çekildiklerine tanık oluyoruz. Fakat geri çekildikleri zaman da bir şeyi değiştirmiş olmuyor. Çünkü olayın gidişini “engellememiş” oluyor. Sadece aydının kendisi son anda paçayı kurtarmaya çalışıyor ama artık yangın oluyor. Aydının burada bir “kaypaklığı” söz konusu, “kararsızlığı” söz konusu, “işin sonuna kadar gitmemesi” söz konusudur. Ayrıca, aydının katıldığı eylemin nereye varacağını tam olarak kestiremeyip sonradan uyanınca hemen kendini kurtarmak için “geri çekildiğini” görüyoruz. Oyunda bunları gündeme getiriyoruz. SDK – Oyunun sonundaki tablodan biraz bahsedebilir miyiz? Genco Erkal – Oyun bir yangınla ve itfaiyeciler korosunun söylediği son sözle kapanır ama biz onu öyle yapmadık. Bütün oyuncuların son söz söylediği bir kapanış düşündük. Bu Brechtyen bir son aslında. Hep bir son deyiş vardır ya. Hani, kuralla kural dışı bir şey diyerek bağlanır ve oyunun son noktası konur. Ben böyle kapanışları seviyorum. SDK- Aymazoğlu’nu oyun kişisi olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Genco Erkal – Ben, bu Aymazoğlu’nu biraz Moliere’in tipleri gibi görüyorum. Oyunun politik tarzı bir yana, Moliere’in oyunlarındaki karakterler gibi ön plana çıkıyor. Mesela, Cimri, Tartuffe, Hastalık Hastası gibi “Aymazoğlu” da başlı başına bir karakter. Böyle bakıldığında, “Aymazoğlu” dünyadaki bütün aymazların özelliklerinin bir bileşkesi olarak ortaya çıkıyor. SDK – Oyundaki Aymazoğlu karakteri insanı çileden çıkartacak kadar “aymaz” değil mi? Genco Erkal – Oyunda, Aymazoğlu karakteri özellikle “öyle” yazılmış. Tıpkı Moliere’in karakterleri gibi. “Hakikaten, bu kadarı da olur mu?” dedirtecek bir aymazlık var. Öyle olmalı ki, insanların “gözüne batsın”, insanları rahatsız etsin. Orada, “kör gözün parmağına” misali bir “aymazlık” var. SDK – Toplumdaki bu “aymazlığın” önüne nasıl geçebiliriz? Genco Erkal – Bu, sözü edilen toplumda “muhalefetin” olması ya da olmaması ile ilgilidir. Ama daha önemlisi “yeterli bir muhalefet” olması ya da bu “muhalefetin bir arada” olmasıdır. Toplumda, durumdan hiç memnun olmayan, söylenen ve rahatsız olan çok sayıda insan var ama bir araya gelip bir “birlik” oluşturamıyorlar. Ağırlıklarını ortaya koyamıyorlar. Galiba burada önemli olan, bu insanların bir araya gelmesi ve bir “birlik” oluşturmaları olacaktır. Demokrasilerde en büyük eksiklik, insanların “el ele tutuşarak”, birbirine “destek olarak”, ortaklaşa bir iş yapılamaması değil mi? Beraber bir “iş yapmayı” öğrenmek, beraberce “karşı durmak”, “dayanışmak” ve beraber iş yapmaktan zevk almanın getirdiği “ortak başarının” doyumunu hissetmek çok önemlidir. Aymazoğlu ve arkadaşlarının söyledikleri son sözler oyuna son noktayı koyar. “herkesin beklediği gerçeğe dönüştü. aymazlık eh, size de iyi uykular...”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |