Umutlarım her zaman gerçekleşmiyor, ama yine de her zaman umuyorum. -Ovid |
|
||||||||||
|
Genç bir kadın mesleğinden kendisine geçme alışkanlıklarından olsa gerek; çok ilgili denilebilecek bir bakışla: —Kuzum şu yakanızdaki kart nedir? Neyin nesidir? Diye bir soru yöneltti. Bu soru, otogar çıkışından yaklaşık kırk dakika sonra soruldu. Karanlık basanda yağmur serpmeye başlamıştı. Bu anda, Samsun otogarından, Çorum yönüne bir yolcu otobüsü olağan seferlerinden birini gerçekleştirmekteydi. —Başkaldırı, dedi kız. Bugünler, barışı çığlık çığlığa haykırmanın günleri, Amerika’nın sınır tanımaz operasyonlarına destek verenleri lanetliyoruz. Bu yaka kartı da bu lanetimizi afişe ediyor. Genç kız, gülümsedi. Kızın iki tür gülüşü vardı. Birinden gözlerinin parıltısına ruhunu resmeden içtenliği okunuyordu. Diğerinden, içinde taşıdığı korkuları, şüpheleri yansıtan ürkek havası seziliyordu. —Pekiyi ama barış renginin beyaz olması gerekmiyor mu? Genç kadının epeyce sohbet etmek istediği belliydi. —Belki de beyaz yalandan bir simge olur diye düşündüm. Biraz duraksadı, tam kadının gözlerinin içine süzülerekten: —Siz de beyaz takabilirdiniz, ben size neden beyaz diye soracak mıydım? Sonra gerisin geriye yasladı sırtını. Endişeyle karışık bir kızgınlık boşalması hissetti sinirlerinde. Araç farlarının aydınlattığı yolun görülebilir kesimlerini boş izlemeye koyuldu. Beş numaralı koridor tarafındaki koltukta oturan sarı, yirmili yaşlarda genç bir kızdı. Lozan caddesinde bir ara sokakta oturuyordu. Aynı evde yaşadığı diğer üç arkadaşıyla kıyaslandığında uzunca sayılabilecek bir boyu vardı. Fakat şu pek afralı fakülteli kızlara oranla etleç biriydi. Hatta kilolular kategorisine girdiği bile söylenebilirdi. Onlarla aralarında bir fark değil pek çok fark vardı. Pek çalımlılar, fazlalıklarını sorun olarak görmelerine karşın o, boyunun ve kilosunun insanlarla ilişkisini etkilemediği düşüncesindeydi. Daha da ileri giderek diğerlerinin yeni elbise, cep telefonu düşkünlüklerini zavallılık olarak bilirdi. Ona göre; eğitim sisteminde gelişmezliğin asıl nedeni kendisini toplumdan yalıtmış bu tiplerin çokluğuna bağlıydı. Bilim onlara göre zararlıydı. Bilgi, meslek sahibi olmak için öğrenilmeliydi. Hepsi günahlarını bilirdi, günü geldiğinde Tanrıdan af dileyeceklerini kafalarına koymuşlardı. Yine bu sarı kıza göre Tanrı bunları bağışlama konusunda taraflı davranırdı. Ya da amel melekleri bunların kötülüklerini yazma konusunda fazlaca cimriydiler. Ama ne tuhaftır ki fakültede en çok ilgiyi bunlar görür, doçentler, okutmanlar en iyi notları bunlara verirlerdi. Sarı kızın az önceki serzenişini, diğer kadın ya duymadı ya da duymazdan geldi. Pencere Hanım, tanımadığı kızın bu küçücük sırrı karşısında ağır başını salladı. Otobüsün tüm yolcuları film izlemekle meşguldüler. Muavin, arada sırada yolcuların uyarıları doğrultusunda “tamam efendim… Elbette… Özür dilerim beyefendi neskafemiz kalmadı… Efendim çocuk çişini biraz daha tutarsa yakında mola vereceğiz…”gibi kısa cümlelerle yolcuların sorunlarına çözüm olmaya çalışıyordu. Koridor Hanım, bu arada bir kez daha gülümsedi. Karşı şeritten gelen otomobil farlarının yaydığı ışık demetine karıştı “he… He…”mırıltıları. Bu kez küstahça gülmüştü. Pencere Hanım bakmak istediyse de vazgeçti. Rahatsız edici olur diye düşünmüş olmalıydı. Yine de bu kibarlığının altında sarı kızı kaba, bayağı bulan bir düşüncesi oluştu. Koridor hanım, yanındaki kadınla bir şekilde ilişki geliştirmek için sabırsızlanıyordu. Bir şeyler yapma niyetindeydi ama aklına pek bir şey de gelmiyordu. İçinden ”öf be anam! Sen nerelerde yaşarsın ki? Irak cehennemine çekileceğiz ve sen bundan habersizsin!”Bunlarla da yetinmedi. “Gazetede mi okumuyorsun? Ablam benim, güzel ablam, kocanı ya da kardeşini gönderecekler Irak’a! Sonra kime bakacaksın duru duru? Kimin için yanacak için? Dayağına bile özlem duyacaksın… Haydi, ablam benimle konuş ya! Bir şeyler sor ya! Ne aymaz ne beyinsiz birisin sen böyle” Sonra yandan süzdü Pencere hanımı. İlk gözüne ilişen derisi yasemin yumuşaklığındaki çanta oldu. Derinin üzeri yılan motifleriyle işlenmişti. Pahalı bir çanta olduğu belliydi. Kumaşı son derece iyi taşlanmış kot pantolonu görünce gözbebekleri büyüdü. Hem uzun bacaklarını çok asil gösteriyordu. Deri çantaya uyumlu botların parlak metal işlemeli derisine ne demeliydi? Gözlerini ovuşturdu şaşkınlıkla. Daha önce bu derece şık bir kadınla yolculuk etmemişti. Oysa pencere tarafındaki kadın, kendisine duyulan bu hayranlıktan habersiz, cama hücum eden yağmur damlalarından hoşnutluk duyuyormuşçasına pencerenin iç tarafında oluşan buğuyu sevecenlikle siliyordu. İşte bu ciddiyeti anlamlandırmakta zorlanıyordu koridor kızımız. Birkaç defa kendi kendine “neden beyaz olacakmış?” diye sorup-durdu. Yine aklından bu güzel yüzlü kadının suratını kurbağanınkine benzetmek geldi. Aslında ulu orta bağırmak istiyordu da terbiyesi buna el vermedi. Sadece ince dudaklarını kımıldatmakla yetindi:"kurbağa suratlı karıııı" böyle söylenince hoşluk duydu kendince. Tam o anda Pencere Hanım da içinden bu asi kıza küfürler savuruyordu. “Sürtük şey! Sana neden kırmızı dedim.”Buğusunu sildiği camdan suratına bir iki kaçamak bakış attı.”Sana ne Irak’tan! Seni mi gerdiler Amerikalılar?” diyen öfkesini usulca gizledi içine. Sarı kız, bir daha bakındı sağına ne görsün; pırlantayla süslenmiş; topuzlanmış saçlarına bambaşka bir zarafet veren, kiraz yaprağını andıran kulaklara asılı küpeler adeta gözlerinin ferini aldı. Kompleks yapmadı bunu ama içinden sökün edip gelen tüm nefret duyguları bir anda depreşti, sonra aldırmaz gibi görünüp bir sincap sessizliğiyle; “havanı sevsinler be ablam, bu asaleti, bu güzelliği kime verecen?” diye öfkeyle içini çekti. Şoförlerimiz de modaya uymuş olacaklar ki videodan, konusunu Amerika özgürlükçülüğünden alan ikinci sınıf bir Vietnam filmini izlettiriyorlar. Tüm yolcular pür dikkat ekrana kilitlenmişlerdi. Bu yolculuktaki herkes için hiçbir şey olan, hiçbir kimse olan, kırmızı rozetli, savaş karşıtı asi bir kızın varlığını hesaba katmadan yağmurlu, soğuk bir nisan akşamında Ankara yolundan bir otobüs ilerliyordu. Virajları dönüşünde izlenildiğinde kaza yapacakmış gibi bir hali vardı. Ansızın kız bir şey keşfediyormuşçasına bir tavşan heyecanıyla irkildi. “Yoksa” dedi etrafına bakınarak “yok bu fahişe olamaz! Ah ne kadar kötüyüm, böyle giyindi diye bir kadın fahişe olur mu? Ya öyleyse! Aman! Fahişe olsa ne olacak?”diye oflamalarla puflamalarla kendi içini bir kurt gibi kemirdi durdu. “Değilse neden sıradan bir otobüsle yolculuk ediyor? Of! Sorsa mı acaba?”Tam dudaklarını hafif kırpıştırdığı esnada bir şey sorar gibi oldu olmasına da, araç şoförü tedirgince bir bağırtıyla fren yaptı. Ortalık gürültüden geçilmiyordu. Bağrışan kadınlar, ağlaşan çocuklar, yolcuları sakinleştirmek isteyen ikinci kaptanın haykırmaları, yaşlıca birkaç kadının Tanrı’ya bitmek tükenmek bilmeyen yalvarışları: —Yüce Allah’ım! Bizi bağışla! Her yolun sonu varmış, bizi kendine iyi bir kul edin. Bir başkası ağlayaraktan: —Sen bağışlayıcı olansın! Sana sığındık Allah’ım! Ve Tanrı, tüm bu yalvarmaları dikkate aldı, otobüsün önüne sadece, ne olduğu karanlıkta anlaşılmayan bir hayvan çıkmıştı. Kaptan bu canlıya dokunmasın diye fren yapmıştı. İki bezgin kadın, şaşkınlıkla birbirlerine bakındılar, iki ürkek kedi gibi kucaklaştılar. Esmer olanı uzaklaşan ışıklara bakıyor sarı olanı okşuyordu dili tutulmaktan yeni çıkmıştı: —öf! Ne fena, diye mırıldandı. Birdenbire kendisine çok acıdığını fark etti. Eğer hayatını bacak arasından kazanmış olsaydı, kendisine bu tehlike anında fazla üzülmeyecekti. —Öf ne fena, diye tekrarladı. Bir dakika kadar suskunluk oldu. Sarı kız, esmer kadının kendisinden fazla korktuğunu anladı. Hatta o otobüsteki herkesten daha az korkularının olduğunu sezdi. Bundan gurur duydu. Beyninden bir türlü söküp atamadığı yan taraftaki kadını düşünmeye başladı yine. “Yorga, bir Hızır gibi yetiş imdadıma! Sence kocasının ne iş yaptığını sorsam mı?(Yorga, evet der gibi başını sallıyor)Belki yaşlı, göbekli, bıyıkları iki yana sarkmış çakal suratlı angudun birinin karısıdır. Bu göbeği fabrikalarına borçludur. Tabii ya! Elbette bu onlardan! Şişir boğazı! Savaşa gideceklere konserve satıyordur. Kim bilir çikolata stoku da yapıyorsundur, vay namussuz! İktidar, asker göndersin diye; tüm namazlarında Allah’ına ellerin duaya kalkıyordur. Bu sürtüğü de kim bilir nerelere göndereceksin… Kesin şu fahişe öğrenci kızlardan biriyle hafta sonunu geçirmenin hesabındasın.” Koridor hanım, son cümlelerine öfkesine de ortak etti. Hiddetten yüzü değişti, “köpek, namussuz! Neden K.Irak’a girmiyoruz diye atıp tutarsın! Seni Allahsız herif! Savaş, stoklarınız tükeninceye kadar anlamlıdır değil mi?” Bacaklarını koltuğunun altına çekti, Kavak’a varıncaya kadar sosyal sorunlar, vicdanını tırmalamaya devam etti. İçine meraktan neredeyse kramp düştü, avazı geldiğince Yorga’ya bağırası geliyordu. “Ah Yorgam! Sen olsaydın bunu bir çırpıda konuşturmuştun. Canım yoldaşım seni hemencecik de özledim. Sakın ha! Son eylemde tanıştığım şu çocuğa dokunayım deme parçalarım seni valla!” Kavak civarında, endişelenmeye başlamıştı. Hayalinde şu manzara canlanmıştı. Bir yürüyüş esnasında en önde slogan atıyor, polisler gözüne kestirmişler, polis aracına atmak için çekiştiriyorlar o,son sloganı atma telaşında, arkasında büyük burunlu çocuk ona tutunuyor, ama aynı zamanda kendisine göz kırpan arkadaşını, coplarla saldıran polisleri gözünün önüne getirmekten kendini alamıyordu. Kalbindeyse, sevinçle yan yana, ılık, hüzünlü bir duygu yer almıştı… Tam bu anda esmer olanı, yumuşak bir edayla: —Bayan, dedi. Şu halde Amerikalılar, yeni bir düzen kuracaklar, sanırım bu bizi ilgilendiriyor. Tanrı günahkâr kullarının kalplerine iyilik versin. Sarı saçlı kız: —Vay! Sevgili ablacığım, dedi yana eğilerek. Sert ve öfkeli yüzünü bir çeşit gülümseme bürüdü. Böyle kızlarda bu gülümseme, küçük, budala, beklenmeyen ama çok sevilen bir şey görüldüğü zaman belirir. Tatlı bir karşılık ile: —Ama Tanrı, bu savaşı başlatmadı ki… Hem bence yukarda ki biraz kurnazca davranıyor, şimdi bomba gürültüleri arasında çocuklarının ölüm çığlıklarına karışan annelerin feryatlarını dindirmek bir yana, onlara sabır verme çabasında. Güya, bu sorunları siz zavallı kullarım yarattınız, işim gücüm, siz ölümlülerin aşağılıkça eylemlerini, cezalandırmak ya da ödüllendirmek olmamalı demekte. İlgisizmiş gibi görünen yüzün arkasında, konuşmaya tutkulu izler oluştu. Az önce söylenen sözler, Pencere hanımı heyecanlandırmıştı. Gözlerinde az buğuluca parlaklık oluşuverdi: —Siz, dedi. Öğrenci olmalısınız. Ne diyeyim? Tanrıya karşı bile yüreğiniz avuçlarınızda. Sizi takdir ediyorum. Koridor hanım, Yorga’ya sinirlendi. Kızgınlıkla “pis şey! Bu aydın hanım için bu derece iğrenç düşünceleri kafama sen soktun. Dönüşte seninle hesaplaşacağım bak bir kez daha söylüyorum, Ulaş’ın çevresinde oynaşmayasın o,benim olacak.” dedi. Birinci tip gülüşüyle: —Ah efendim! Sizden özür dilemeliyim. Siz bayağı ilgiliymişsiniz, sizin ilişkilerinizle, ilişki tarzınızla... Sözünü bitiremeden: —Siz dedi. Benim ilişkilerim hakkında neler biliyorsunuz ki? Esmer kadının esasında bu öğrencilere pek aldırdığı yoktu. Kocası için endişe duyması da gerekmiyordu. Kocasının mesleki riskleriyle yaşamaya alışalı yıllar oldu. İlginç bir işi, iyi dostları,56’larda rahat bir dairesi vardı. Zaman zaman ilginç işinin dışına çıkmak istiyordu. Ama işi onun için meslekten öte zevkle yapılması gereken önem sahipti. Bindokuzyksandörtte Ankara’da psikoloji okuduğu sırada, psikoloji okuduğu sırada, Tunalı Hilmi’de sıradan bir akşam eğlencesi yaşarken Çerkez bir memurun referansı üzerine şimdiki ilginç işine alındığı biliniyordu. O Çerkez memur şimdilerde kocası oluyor. Çerkez, üniversiteli bu genç kızın o derece ilgisini çekmiş ki; trafik ışıklarını ihlal ettiğinde görevli polislere aldırış ettiği görülmemiş. Ceza yazdıklarında hep küçümseyen ifadelerle alırmış ceza makbuzlarını. Evlilik öncesi buluşmalarına hep farklı plakalı otomobillerle gelirmiş. Ne var ki bir keresinde esmer kız, ayrı plakaların aynı otomobilde olduğunu fark etmiş. Nedenini sormadıkça memurun çekim alanında kendisini oynar bulmuş. Çok iyi İngilizce bildiğini de sezmiş. Hep ince sorular sormuş arkadaşına ve her seferinde daha ince, ipince yanıtlarla atlatılmış. Evliliklerinin ilk dönemlerinde en romantik tartışmaları, bu durumda hangisinin daha zekice davrandığını tespit etmek olmuş. Ankara’daki bu buluşmalardan, bu binde bir karşılaşılabilecek yaşam öykülerinden Samsun-Çorum yolunun bilmem kaçıncı kilometresindeki komşu yolculuk sohbetleriyle devam ediyoruz. Sıkıldıysanız zaman kaybetmeden kendinizce eğlenmeye bakınız. Asıl bundan sonrası eğlendirici değil. İnsanın içini burkan, midesinde kargaşa yaratan dostluk mu? Düşmanlık mı? Pek sisli bir vadiye giriyoruz. Bu karayolu öyle yılan kıvrımına benzetilecek cinsten bir öykü roman yolu değil. Karanlıkla kirlenmiş gri sisin çökmesi yağmurun bitmiş olduğunu kanıtlıyor. Hem tiyatro ve roman metinlerinde bu yol söyleşileri, ya melodramdır; şu halde hiç bitmeyecekmiş gibi uzayıp giden kıvrımlar, sevgililer ve dostlar için başlangıcı ifade eden akış sürecini çağrıştırır. Yarıladığınızda hala başında olduğunuzu sanırsınız. Bitirdiğinizde ise; vardığınız yerin olağanüstü olmadığını ilk bakışta görürsünüz. Karşı yönden gelen araçların farlarında, size saldıran bir yan olduğunu duyumsarsınız. Yüzünüzü yalayıp geçen ışık demetleri, hep karamsar şeyler bırakırlar ruhunuza. Az sonra olabilecek bir kazanın habercileri de sayılabilirler. Şu anda Koridor Hanım ve Pencere Hanım bu olasılıklar dışında yolculuklarını sürdürüyorlar. Sıradan sebeplerle bir arada bulunmaktadırlar.(Yazarınıza kalsa; Aj(l)an hanıma duyduğu nefretten dolayı-kendileri koridor tarafında otururlar-Amasya-Çorum yol ayrımında, Ladik’ten öte bir yerlerde kaza sonucu sakat bırakabilir ama yufka yüreğim buna izin vermedi. Zaten Ajlan, yolculuk süresince en masum ve en fedakâr yanlarıyla çıkıyor karşıma. Bu sebeple sapasağlam yaşatmaya karar verdim.) Pencere hanım, pek zarif yüzüne yaydığı ciddi bir havayla: —Kuzum, siz benim ilişkilerim hakkında neler biliyorsunuz ki? Diye uyarısını tekrarladı. Şu metrelerce yüksekliğine kadar yüklenmiş tırların, kamyonların trafik geçişi olmazsa Ajlan, daha bir rahatlıkla konuşacak ama ne hikmetse yüreği avucunda kızımız, karanlığın orta yerini tüm hırsıyla yarıp geçen canavarlardan korkmaya başlamıştı. Sanki bir gerçeği gizleyen suçlununkine benzer haller okunuyordu yeşil gözlerinden. Ürkek bakışlarının yarısı yolun öbür yönündeydi, yarısı esmer kadındaydı: —Yani, dedi. Giyiminizle, şu korunmuş yüzünüzle, şu rahatlığınızla, ilişkilerinizin toplumsal boyutunu analiz etmeye çalışıyorum. Bunları aymazlıkla gevelemişti. Pencere hanımın alındığı söylenemez Hatta sevinir gibi oldu. Biraz hınzırca sevindi. Ajlan, devam etti: —Birinci sınıf mağazadan alındığı örgüsünden anlaşılan kazağınız, rujunuz… Vs… vs… Hem yüzünüz gümüş bir tabağınki gibi parıldıyor. Sonra yanaklarını elledi. Bakınız! Benimkine bakınız! Ne kadar da donuk! Ellerim hiç krem görmemiş gibi. —Ama gözleriniz tarih kadınlarından ödünç alınmış soylulukta. Yeşili savaş çıkartacak cinsten bir renk. Ah kuzum! Şu Osmanlı padişahları diyorum böyle gözlere vuruldular. —Bence sizdeki gibi kalçaya tav oldular. Bu kısa diyalogdan hemen sonra gülüştüler. Ardından ikisi de uyuklamaya başladılar. Bu garip yolculukta sarı kızımız, yanında oturan esmer, zarif, kibar ve son derece şık giyimli bir hanımın davranışlarından nerdeyse memleketimizin geçmişi ve geleceği üzerine çözümlemeler yapıyordu Sözcüklerin anlatmakta zayıf kaldığı bir inançla tüm yaşamını, sınıfsal kurtuluş üzerine reçeteler yazmaya ve sunmaya adamıştı. (Bu öyküyü Dostoyevski yazmış olsaydı olasıdır ki; yol boyunca görünen tüm araçların yaydıkları ışıklardan, eskiliğinin derecesini ve onları sürenlerin ruh hallerinden memleket analizine giderdi. Gogol’a kalsa Rusların “burun “saçmalığından edebiyat ve siyaset, Çorumlu bir kızın “göz” öyküsünden ortaya çıkan yeni çağrışımsal alanlar sayesinde kurtularak, insanlığı bir nebze olsun aydınlatırdı, zevk verirdi.) 2 Araba, Çorum’a yaklaştıkça Ajlan’ın sabırsızlığı artıyordu. Durmadan kımıldanıyor, yerinden fırlıyor, şoförün arkasından başını yana uzatıp ileriye bakıyordu. Nihayet otobüs, parlak ışıkların aydınlattığı garaja girdi. Yağmurlu bir gece yarısı için pek normal karşılanmayacak sessizliğe bürünmüştü şehrin bu yakası. Garajdan o bildik çığırtkanların bağırtılarının duyulmayışı bir bakıma zamanın ilerleyişine bağlanabilirdi. Her iki kadın da ürkek gözlerle birilerini arar oldular. Az ilerde, çıkışa yakın bir yerde bir kadın silueti göründü. Esmer kadın, bir anda sevinçten boğazının düğümlendiğini hissetti. Etli dudağını ısırarak, kendisine hâkim olmaya çalışsa da; kötürüm bir yolculuk sonrası için, meslektaşıyla karşılaşması, içine ılıman hava tadında bir serinlik, verdi. Pardüsösünü üstüne geçirerek derin bir soluk aldı. Akciğerlerine yeter derecede temiz havayı aldıktan sonra içindekini de aynı yeterlilikte dışarı verdi: —Siz, dedi. Şey, isminizi sormayı akıl edemedim —Ajlan, efendim. —Ah! Ne güzel isminiz var, tıpkı gözleriniz gibi. İsterseniz sizi evinize bırakalım… Genç kız çaresizlik içinde bu teklifi kabul etti. Yolculuktaki o asi, tez canlı kız yitmiş yerine; başı önünde, bir şeye ihtiyaç duymuş kedininkine benzer bir gözlerle vaktinden önce bir yerlere gelmişliğin telaşını yüklenmiş bir kız çıkmıştı. 3 Fakülte minibüsünden inip yürümeye başladılar. Mavi gökyüzüyle masmavi denizi buradan izlemek mümkündü. Fakülte binalarını arkalarına almışlardı. Yirmi metre kadar ötede deniz hafif dalgalarıyla kumsala hınzır gülücükler gönderiyordu. Güneş, Atakum’un arkasındaki sırtlarda neşeli yüzünü bir gösteriyor, bir beyaz sislerin arkasından, dağlara yayılmış yemyeşil ormanlarla dans edercesine kayboluyordu. Genç kızın yüzüne baktıktan sonra tatlı tatlı güldü: —Bu kadar güzel bir havada az sonra ayrılıp gitmenize içim razı olmuyor. Biliyor musunuz, otuz yıldan beri yeryüzündeyim kendimi bildim bileli hep serüvenlerin içindeyim. Burada, bu açık havada karşı konulmaz duygularımın ruhumda yarattığı karmaşayı daha büyük bir serüven olarak nitelendiriyorum. Buna canım sıkılıyor doğrusu. —Ama neden böylesiniz ki? —Bilmem, bütün ömrüm boyunca şu gönül işlerine de çok bulaştım, ama böylesini duyumsamadım. Size söylemiştim, önceleri başka tür kaygılarımı daha ön planda tutmam sanki bana Tanrı’dan emrolunmuştu. Yaşıtlarımın, eski arkadaşlarımın bir aileye karıştıklarını ne zaman duysam mermiyle vurulmuşa dönüyorum. — Pek geç kalmış sayılmazsınız. Bu aralar kafam karışık, bu yüzden sizinle açık konuşamayacağım. İlk tanıştığımız günlerde sizden fazla heyecanlıydım. İnanın sizinle tanışmak için can atıyordum. Şimdilerde ise… —Evet, şimdilerde sanırım… —Lütfen yanlış anlamayın, sadece bana sürekli bazı dayatmalarınız oluyor. Bunlar canımı sıkıyor. Ben özgür yaşama arzusunda olan biriyim. Beni diğerleriyle karıştırıyorsunuz galiba! 4 Ajlan (sarı kız, koridor hanım), Samsun’ dönüşünde, derslerinin yanı sıra, bir grubun toplantılarına katılıyor, siyasi bir partiye sürekli girip çıkıyor, diğer üç arkadaşıyla her eyleme katılıyordu. Bu arada gönül işleri, sosyal-siyasal işlerine göre ters gitmeye başlamıştı. Beraber yolculuk yaptığı esmer kadınla da (pencere hanım) hafta sonları ya bir yemekte ya da eğitim gönüllüleri etkinliklerinde buluşuyordu. Yemek paralarını genelde esmer kadın verirdi. Kadına, eylemlerinden söz ediyor, son günlerde sık sık birlikte göründükleri uzun burunlu çocuğu anlatıyordu. Ulaş’ın yeni bir grup oluşturduğunu aktardıkça, esmer kadından övgüler alırdı. Esmer kadın, yeni bir büroya taşınacağını, avukatlık işlerinin daha da yoluna gireceğinden sıkça bahseder olmuştu. İsminin Derya olduğunu ilk Samsun buluşmalarında söylemişti. Hatırlı dostları olduğunu, mezun olma halinde Ajlan’a yardımcı olacağına dair sözler veriyordu. En son, birkaç gün önce bir balık lokantasında, Kürtler üzerine ateşli bir tartışma yapmışlardı. Samsun’da bir derneğin açılış gecesinde Ajlan’ın da çokça dinlediği bir müzik grubunun konseri vardı. Fuar Alanındaki bir düğün salonu o gün, eşine az rastlanacak türden bir kalabalığa sahipti. Yüzlerce kişi, birbirini tanıyormuşçasına selamlaşıyor, birkaç dakika sonra başlayacak müzik şöleni için sabırsızlanıyorlardı. Üniversiteli gençlerin yaş, huy, tip; boy, görünüş farklılıkları olmakla beraber, Ajlan, yine de hepsini birbirine benzeten ortak bir yan buluyordu. Onlara göre; bu memleketin geçmişi pek kötü, geleceği oldukça güzel olacaktı. Hepsi gelecekten coşkun coşkun konuşuyorlardı. Ajlan arkadaşlarına yanında bir dakika bile ayırmadığı uzun burunlu arkadaşını tanıştırıyor, onlarla kaynaşmasını sağlamak istiyordu. Kapılar açılıp da kalabalık, içeri doluşmaya başlayınca kolundaki arkadaşını şaşılacak bir endişeyle bırakıverdi. Etraf, sanki ölü sessizliğine bürünmüştü. Az önceki gürültüler, bir anda akşam karanlığına gömülüp gitmişti. İki eliyle gözlerini kapatıp tekrar karşıdaki beyaz arabanın içine bakındı. Gözlerinin kendisini yanıltmadığına inanmak için bu hareketi onlarca kez tekrarladı. Salonun tam karşısındaki park yerinde bir araba, duruyordu. İçinde en son görmek isteyeceği birini, çevresinde ciddiyetleriyle oturmuş iki erkeğin arasında sigara yudumlarken gördü. “Bu, bir düş olmalı” dedi, isteksizce. Evet, bu yolculuk esnasında tanıdığı kadından başkası olamazdı. Sigarayı tuttuğu sol elinin parmaklarıyla birilerini işaret ediyordu. “Evet, başkası değil bu, o… Ama nasıl olur? Yarın için bana bürosunda randevu vermişti. Avukat olmalıydı. Hayır… Hayır… Belki rastlantı sonucu ordadır. Hım… Tamam, aslında bir fahişeymiş. Polis şefinin konser alanında bir fahişeyle…” İçerde müzik sesleri yükseliyorken kızcağız ağlamaklı gözleriyle burnunu çeke çeke arabaya atladığı gibi soluğu evinde aldı. O gece, konserden dönen arkadaşlarına, aniden rahatsızlandığını, bu yüzden salona girmediğini söyledi. Fazla konuşmadan uyudu. Uykusunda sayıklamalar bir birini izledi… Kırmızı bir otomobilin içinde önde daha önce karşılaşmadığı biri oturuyor. Onun yanında Ulaş, keyifle sigarasını tüttürüyor. Çantasından çıkardığı telefonla birini aradı. Sadece başıyla söyleneni onaylıyor, öfkesini kontrol etmeye çabalıyordu. Kendisinden beklenmeyen bir çabuklukla, çantasına davrandığı an, Ulaş’ın tam ensesine 7,65’lik bir namlu dayandı. Ulaş kayıtsızca: —Sen zaten beni öldürdün, dedi. Tetiği çeksen ne fayda, demesine fırsat kalmadan Ajlan kızımız, tiz bir çığlıkla uyandı. Başucu arkadaşları da ordaydılar. Yine ağlamaklı biçimde: —Ulaş, dedi. Bu kentten hemen gitmelisin… Hakkında her şey artık biliniyor.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © CENGİZ MAÇOĞLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |