Ben bir dünya yurttaşıyım. -Sokrates |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Beyaz bir perdede akan siyah beyaz görüntüler. İnsan cesetleri. Zayıflıktan kadidi çıkmış çıplak cesetler. Sayılamayacak kadar çok ceset. Korkunç. Hayır! Bunlar artık ceset bile değil. Bunlar çıplak iskeletler. Ayıp. İskeletler çıplak oldukları için değil. Ben sözde insan olduğum için ayıp! Karşı çıkmadığım için ayıp! Neler yaşandığını bildiğim halde, görmezden gelip seyirci kaldığım için ayıp! Sustuğum için ayıp! Onlara ayıp değil. Çünkü onlar artık insan bile değil. Bir şey. Adını koyamadığımız bir şey. Korkunç bir şey ! İnsanlığın habis yüzü. Mide bulantısı. Tiksinti. İğrenme. Tanrım kusacağım! Kusacağım! Artık bakamıyorum. Bir zamanlar insan olduğunu bildiğimiz bu cesetler, cesetler, cesetler. Kaçmak istiyorum. Bakamayacağım. Açık, dişsiz ağızlar. İnce bir deri tabakasıyla kaplı kemik yığınları. Yerde sürüklenen bir zamanlar kadın olduğunu sandığımız bir şey. Ne kadar gür siyah saçları var. Upuzun siyah saçlar. Senin benim gibi yaşarken saçlarını nasıl toplardı acaba? Şimdi sırası mı? O bir insan değil. Yerde hoyratça sürüklenen siyah saçlı kadın çukur dolu cesede atılır. Cesetlere karşı duyulan sınırsız öfke. Şiddet. Alaycı bir şiddet. İnsan bu cesetlerden neden bu kadar çok nefret eder? Buldozerin kepçesi ceset yığınlarını molozlar gibi ezerek, öğüterek, parçalayarak, un ufak ederek, sürükler ve geriye kalan parçaları gelişi güzel çukura atar. Yeteeer! Artık yeter! Biraz daha devam ederse, oyunu izlemeden salonu terk edip gideceğim. Midem ağzımda, kusma noktasında, görüntü kararır. Nihayet! Salon aydınlanır. Bir sınıftayız. Sakin görünümlü bir adam. Bir öğretmen. Sanki kurbağaların evrimini anlatırmışçasına doğal bir ses tonuyla ders veriyor. “Bu görüntüler, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da toplama kamplarında çekilmiştir ve milyonlarca insanın nasıl yok edildiklerini anlatır”. Nokta. İşte, bu kadar basit. İşi bir cümleyle bitirdik! “Hadi canım sende! Bunlar olacak da koca toplum susup kalacak ha. İmkansız!” Bağıran ayağa fırlamış bir yeni yetme. Boyu uzun, aklı kısa diyeceğimiz türden bir hamburger çağı çocuğu. Hayata duruşu basketbol, geyik yapmak, sululuk ve gereksiz şakalar olarak özetlenebilecek bir zibidi. O bile isyan etti. Yer, Amerika’da bir okul. Sakinliği ile bizi sinir eden adam da ilerleyen dakikalarda adını çok sık duyacağımız Ben Ross. Tarih öğretmeni. (Levent Ülgen) Namı diğer Mr. Ross. Bu adı o kadar çok sık ve şiddette işiteceksiniz ki bir süre sonra sizi afakanlar basacak. Dalga, gerçek hayatta yaşanmış bir öyküyü anlatıyor. Amerika’da bir kolejde, tarih öğretmeni Ron Jones’un yaşadığı bir deneyden yola çıkılarak yazılmış bir oyun. Alman yazar Reinhold Tritt tarafından kaleme alınan gerçek yaşam öyküsü, başlangıçta masum bir disiplin deneyinin nasıl çığırından çıkarak örgütlü bir olaya, örgütlü bir “kabusa” dönüştüğünü anlatıyor. İnsanların nasıl yavaş yavaş değiştiğini, küçük bir hareket diye başlayan oyunun bir süre sonra kontrolden çıkarak koca bir okulu nasıl etkisi altına aldığını görüyoruz. Don Kişot Tiyatro’nun “ her insanın içinde bir zorbalık vardır” fikrinden yola çıkarak sahnelediği Dalga’yı, Şakir Gürzamar yönetiyor. Naki Öner’in dilimize kazandırdığı oyunun yapımcısı ise Tarık Güvenç. Tarık Güvenç’in “özellikle neden Dalga oyunu?” sorusuna yanıtı çok basit. “Risk almak!”. Dalga, risk alan bir oyundur! Akşam yemeğinde bile ne yiyeceğine kendi başına karar veremeyen bireylere dönüşen bir toplumda risk almak gerekiyor! Tarık Güvenç, risk alarak izleyiciye şu soruyu sordurtuyor. “Biz bu hale nasıl geldik?” Risk alıp, sorular sormak, sorular sordurtmak, düşünmek, düşündürtmek, soruların yanıtlarının peşine düşmek, ısrarla yanıtları bulmaya çalışmak, bunun için diretmek. Biz yine sınıfa, olayın başlangıç noktasına geri dönelim. Tarih öğretmeni Mr. Ross devam eder. “Maalesef, bu görüntüler gerçek. İnanılması güç ama bu olaylar yaşanırken Alman toplumu bunların yaşanmasını engelleyemedi. Muhaliflerin sesleri cılız kaldı. Azınlık, çoğunluğa hükmederek toplumun sesini kıstı.” Sınıf bir anda birbirine girer. Artık öğrencilerin hepsi bir ağızdan konuşuyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Herkes de bir itiraz. Hani, Nazileri ellerine geçirseler bir temiz pataklayacaklar. “Ne yani. Mr. Ross. Hiç kimsenin sesi çıkmadı mı? Kimse bu olanlara itiraz etmedi mi? Hiç kimse beni susturamaz. Ben olsam, neye mal olursa olsun karşı çıkar, o adamların ağızlarının payını bir güzel verirdim.” İşte bu kadar! Aferin kız. Konuşan Amy. (Ekin Türkmen) Sözlerini heyecanla, çığlık çığlığa bitirdikten sonra bir zafer narası atarak arkadaşlarına döner. Bir “çak corc” hareketiyle ellerini birbirine çarptıktan sonra yerine oturur. Bütün sınıf Amy’i destekler. Laurie (Ece Özdikici), Brain (Serdar Yeğin), Andrea (Ayşegül Akpak), David (Serhan Süsler), Alex (Fatih Sönmez), Andy (Serhat Teoman), Janet (Duygu Eren) ve Brad (Çetin Güner). Benzer sözler edilir. Sınıftaki hiçbir öğrenci bu olaylar yaşanırken milyonlarca Alman’ın buna seyirci kalmasına, susmasına, karşı çıkmamasına inanmaz. İnanmak istemez. İnanamaz! Mr. Ross o dönemde toplumun içinde bulunduğu koşulları açıklayarak durumu anlatmaya çalışır. “O dönemde, Almanya’da enflasyon ve işsizlik oranı çok yüksekti. İşsizlik ve yoksulluk toplumda giderek artıyordu. Naziler bunu fırsat bildi. İşsizliği, yoksulluğu ortadan kaldıracağız ve çürümüş bu toplumu düzelteceğiz diyerek ortaya çıktılar. Alman Toplumu “eşitlik” adı altında kendilerine sunulan iş karşılığında, “özgürlüklerinden” ve “kişiliklerinden” vazgeçtiler. Seçme şansları vardı. Ama onlara karınlarının doyurulması yetiyordu. Komşularına ne olduğu, onlar için o kadar da önemli değildi.” Sınıfta öğrenciler söylenmeye devam eder. “Ne kadar aptalca! Olur mu canım. Yani başınızda milyonlarca insana işkence edilecek, insanlar her gün fırınlarda yakılacak ve senin de bundan haberin olmayacak. Hadi canım sende.” Mr. Ross sizde yaaani. Çok abarttınız? Problemli Robert haricinde herkes görüş bildirir. Sınıfın dışlanmış, problemli, silik çocuğu Robert (Onur Dikmen) ölüm sessizliğine gömülmüş oturuyor. Hatta iskemlesine kaykılmış uyuyor. İnsanlık ayıbı film akıp giderken uyuyan tek öğrenci o. Heeey Robert, orada birileri var mı? Haaa. Tak, tak kafaya iki darbe. Boş olup olmadığını kontrol etmece. Mr. Ross’a seçenek bırakmazlar. Olayın gerçekliğini kanıtlamak için tek yol vardır. Olayı bir oyuna dönüştürmek. Bir deneye. Hımmm bir deney. Bir “disiplin deneyi”. Hem sınıf bir parça hizaya girmiş olur. Fena mı? Evet, deneyin adı “Dalga Hareketi” olsun. Dalga Hareketi! Bir sınıf dolusu şamatacıya bir oyun. Eğlencelik. Ufak ufak başlamalı. Mr. Ross haylazlar takımına en çok istediği şeyi verir. Dersi oyun bahanesiyle kaynatma fırsatı. “Evet, şimdi bir oyun oynayacağız. Herkes yerlerine otursun. Dik durun. Evet, iskemlenizde sırtınızı dikleştirerek oturun.” Kıkırdamalar, gülüşler, sulu şakalar gırla gidiyor. Oyun ha? Sınıf bu işe bayıldı. Öğrenciler hem gülüyor hem de söylenenleri yapıyorlar. “Aferin Robert. Bakın sırt dik, omuzlar geriye, göğsünüz ileri. İçinizde en iyi Robert başardı. Onu örnek alın” Emin misiniz? Robert? Robert’i örnek almak? Varlığıyla yokluğu bir, ağzını açmaya üşenen Robert. Şu bizim bildiğimiz sümsük Robert başardı? Neler oluyor? “Oyuna biraz hareket katalım. Mesela herkes sınıfın içinde yürüsün ben oturun dediğimde herkes son hız yerine oturacak.” Bir koşuşturmaca, bir kahkaha, bir kıyamet kopuyor. Tempo artıyor. Hareketler hızlandı. Şimdi nefesler daha hızlı alınıp veriliyor. Ritim artıyor. Öğrencilerin tüm dikkati oyunda. O da ne? Herkesten önce sandalyesine ulaşmayı başaran şu bizim mıymıntı Robert değil mi? Hani kendi adını söylemek için bile bir saat düşünen, sessiz, uyumsuz, pısırık, korkak Robert hayata döndü. Bu “disiplin oyunu” ona iyi geldi. Sonuçta, masum bir oyun. Öyle değil mi? Bir sınıf dolusu azgın velet eğlenceye kendilerini kaptırırlar. Sadece onlar mı? Oyunun kurucusu masum (!) tarih öğretmenimiz Mr. Ross da öyle. Üstelik, aynı okulda müzik öğretmenliği yapan ve bütün oyun boyunca aklı selimini kaybetmeyen tek kişi olan eşi Christie’nin (Ayçe Abana) “dikkatli olması gerektiği yönündeki” bütün uyarılarını kulak ardı ederek. Her derste oyunun dozu ve şiddeti biraz daha artar. Her gün artan biraz merak, biraz heyecan duygusu yaşanan deneyi, arkası yarın tadındaki dizi keyfinden yavaş yavaş korku filmine dönüştürene dek. Bir an gelir sportmen giyimli, saçı başı dağınık, şirin ve çekici tarih öğretmenimiz derslere inek yalamış imajı veren yana yatmış saç modeli (ben bu saç modelini bir yerden hatırlayacağım ama?) ve ürkütücü koyu renk takım elbiselerle gelmeye başlar. Giyim kodundaki bu ani değişim sınıfa da yansır. O şirin, dağınık, özgür, pasaklı, kendine özgü giyim tarzlarını yaratan gençleri mumla arar hale geliriz. Siyah pantolon, beyaz gömlek ve siyah kravat. “Eh, bir Heil Hitler! demeniz eksik” dedirten bir görüntü. Tabii giyim koduna uygun dekore edilmesi gereken davranış kodları da buna paralel olarak değişmek zorunda. Eski tarih öğretmeni yeni komutanımız Mr. Ross cenapları buyurur. “Artık bir slogana ihtiyacımız var. Biz bir Dalga Hareketiyiz! Amacımız, topluma “özgürlük” getirmek! Toplumdaki bireyleri “özgürleştirmek”! “ (Ben bu bireyleri özgürleştirme kavramının kullanımını bir yerden anımsayacağım sanki? “Biz zulüm gören vatandaşlarımıza “özgürlük” getirmek istiyoruz. Türban yasasıyla, zulüm gören genç kızlarımız artık “özgürlüklerini” kazanacaklar.” diyen söylemle ne kadar da benzeşiyor değil mi? Hadi hayırlısı) Mr. Ross cenapları söze devam ediyor. “Amacımız, özgürleştireceğimiz bireyler arasında “birlik ve beraberlik kurmak” Güçlenmek! Şimdi sizden Dalga Hareketine uygun bir slogan, bir amblem ve bir selamlaşma işareti bulmanızı istiyorum!” Benim sevgili Mr. Rossçuğum sanki önerilerin biraz emir kipine dönüşmüyor mu? Sen eskiden sınıfla böyle komutan edasıyla konuşmazdın? Normal ses tonuna ne oldu? Heyecanla ayağa kalkıp bir şeyler söylemek için debelenen öğrencilerden biri Mr. Ross’a seslenince zılgıtı yer. “Sıranın yanında dur! İlk önce Mr. Ross diye selam ver! (Bu konuşmak için yüksek izinlerinizi istiyorum ulu efendim anlamına geliyor.) Sonra söyleyeceğini söyle!” Zılgıtı atan da bizim sümsük Robert. Mr. Ross’un gözde öğrencisi, sınıf başkanı pozisyonlarında. Sesi soluğu çıkmayan Robert’in sesi artık karga gibi her yerden duyuluyor. İnsanı sinir eden o karga sesiyle bulunduğu ortama tedirginlik titreşimleri yayıyor. Kraldan çok kralcı tavrıyla, aslında korkak, edilgen, kişiliksiz, kimliksiz, sindirilmiş bir tip olan Robert, Dalga Hareketinin içinde kendine bir yer açıyor, yeni bir “kimlik yaratıyor”. Silik bir insanken Dalga Hareketi ona bir pozisyon, bir statü, bir kimlik sağlıyor. Problemli, kesinlikle dışlanmış Robert, Dalga Hareketinin içinde var olduğu sürece “başarılı”. Başarılı olması Dalga Hareketine uyum sağlamasıyla doğru orantılı. Ne kadar çok bu hareketin bir “bendesi” olursa, o kadar çok “başarılı” olacak. Robert’in o kıt zekası bile bunu kavradı. Bütün bunları “disiplin” maskesinin ardına gizlenerek yapıyor. Robert ilk defa hayatında kendini “saygı gören” bir “insan” olarak hissediyor. Bunu “şiddet” uygulayarak yapıyor ama olsun. Bağırarak, döverek, işkence ederek sağlanan bir saygınlık. Ne zararı var? İşe yarıyor ya sen ona bak. Hem Robert şiddeti keyfinden değil toplumdaki bireyleri “özgürleştirmek” için uyguluyor. Yani, burada amaç “kutsal”. “Kutsal” bir şey için savaşılıyorsa her şey “mubahtır”. Savaş? Ne savaşı? Heeey savaştan kim bahsetti? Adaaam sen de. Her şeyi Robert düşünemez ki. Komutan, pardon tarih öğretmeni Mr. Ross ne güne duruyor? Robert’in görevi “düşünmek” değil. Onun görevi, söyleneni yapmak. Düşünmeyi de daha iyi bilen birilerine bırakmak. Mesela Mr. Ross’a. O her şeyi, herkesten daha iyi bilir. Hem Dalga Hareketini o yönetiyor. Ne deniyorsa yap, düşünmeyi komutana pardon sabık tarih öğretmeni Mr. Ross’a bırak. Biz yine sınıfa dönelim. Slogan arıyorduk değil mi? Birinin yumurtladığı veciz cümle pek sevilir. “Disiplinle daha güçlü, birlikte daha güçlü”. Uzay Yolu dizisindeki Klingonluların amblemine benzeyen amblem de pek beğenilir. İş kaldı selamlaşma şekline. Onu da Mr. Ross akıl eder. Akıllı adam! Yine Uzay Yolu dizisinden aşırdığını düşündüğümüz selamlaşma kodunu da ekleyince, Mr. Ross hakkındaki şüphelerimiz doruğa çıkıyor. Bir de kollara takılması zorunlu “kolluklar” vardır ve boyunlara asılması gereken “kimlikler”. Her Dalga Hareketi üyesi, bir birbirini gördüğünde ilk önce bu özel selamlaşmayı uygulayacak, ardından birbirlerinin kolluklarını ve kimliklerini kontrol ederek bir şeyin “unutulmamasını” sağlayacaklar. Unutmak mı? Böyle bir “kabus” nasıl unutulur? Sınıfta tedirginlik belirtileri. İlk itiraz Laurie’den (Ece Özdikici) gelir. “Amblem, kolluklar, kimlikler ve şimdi de şu selamlaşma. Bütün bunlara ne gerek var? Biz bir birimizi tanımıyor muyuz? Neden uzun zamandır tanıdığım bir arkadaşımı gördüğümde o garip selamı vermek zorundayım? Ve kollukları takmak? Kimlikler de neyin nesi? ” Laurie olayı fark etti! Farkındalık! Aferin Laurie. Bu kız da ışık var. Cevabı karga sesiyle Robert’ten alırız. ““Özgürlük ve eşitlik” için. Biz artık “eşitiz”. Bu amblemler, kolluklar, kimlikler ve selamlaşma dalga hareketinin bireylerinden biri olduğumuzun bir kanıtı. Herkes, hareket içinde eşittir. Bu eşitlik, bizi “özgürleştiriyor” ve dalga hareketini de “güçlendiriyor”. Böyle daha “güçlüyüz”. Daha “özgürüz”” (Benim bu hastalıklı özgürlük anlayışından midem bulanmaya başladı) Robert’in evlere şenlik mantığı karşısında, Laurie’nin nutku tutulur. Sadece onun değil, salondaki herkesin, izleyicilerin de. Okul gazetesinin yazarı sevimli Laurie artık huzursuz. Artık eskisi kadar eğlenmiyor. Keyifler kaçık. Ne oldu Laurie? Neden huzursuzsun? Oyundan çok hoşnuttun. Şimdi ne oldu? Yolunda gitmeyen ne? Eski sümsük yeni karga Robert’in akıllara durgunluk veren açıklamasını heyecanla onaylayan ve destekleyenlerden biri de Amy’dir (Ekin Türkmen). Sözde Laurie’nin en yakın arkadaşı, okul dergisinde beraber yazılar hazırladıkları, en özel sırlarını paylaştıkları Amy. Sende mi Brutus? Oyunun başında, Nazilerin ağzının payını bir çırpıda veren aynı Amy’den mi bahsediyoruz? Ne çabuk değiştin Amy? Hani, Nazileri pataklıyordun? Laurie “ama” diye ağzını açacak olur ve Amy’den cevabını alır. “Evet, Dalga Hareketini destekliyorum. Dalga Hareketinden önce sen hep göze batan, hep sözü dinlenen, daima hep sınıfın yıldızı olarak öne çıkan kişiydin ama artık değilsin. Çünkü Dalga Hareketinde hepimiz “eşitiz”. Ben artık senin gölgende kalmıyorum. Artık seni dinlemek zorunda kalmayacağız. Bu bize özgürlük getiriyor.” Bastırılmış kıskançlık? Sözde eşitlik? Gerçekten mi? Ne kadar eşitsiniz? Sen Amy söylenen herhangi bir şeye karşı gelebiliyor musun? Özgürlük? Mesela, Dalga Hareketinden “ayrılmak istersen” iddia ettiğin kadar “özgür” olabilecek misin? İşte, bu Laurie için gerçek darbe. Hem de en yakın arkadaşı zannettiği kişiden gelen bir darbe. Laurie şimdi kime güvenecek? Sırlarını kime açacak? Arkadaşlarını tek tek kaybediyor. Çevresinde kimse kalmıyor. Yalnızlık. Koyu bir yalnızlık duygusu. Yalnızlaştırma politikası. Çember daralıyor. Laurie çaresiz misin? Ama erkek arkadaşın var. David (Serhan Süsler). Sevimli, uçuk, kaçık David. Ama artık o eski David değil. O da değişti. Olsun. O yine de senin erkek arkadaşın. Yazmalı. Bu deliliği, bu çılgınlığı birileri durdurmalı. Diğerlerini uyarmalı. Olayın büyümesine engel olmalı. Bu ancak yazmakla olur. Laurie, diğerlerini uyarmak için okul dergisinde Dalga Hareketinin iç yüzünü anlatan zehir zemberek bir yazı yazar. Bütün şimşekleri üzerine çeker. Artık o sakıncalı biridir. (Gerçek hayatta da öyle değil mi? Bakınız son yıllarda basına, medyaya uygulanan akıl almaz baskılara ve sansüre. İşten atılan gazetecilere, mesela Emin Çölaşan. Susturulamazsa öldürülen onurlu gazeteciler, mesela Uğur Mumcu. Yaptığı bilimsel araştırmalar ve yazdığı yazılar nedeniyle öldürülen bilim adamları mesela, Ahmet Taner Kışlalı. En küçük eleştiride bile haklarında dava açılanlar, mesela Tuncay Özkan. Kapatılmak istenen televizyonlar, mesela Kanal Türk. Kedili masum bir karikatür çizdi diye hakkında dava açılan karikatüristler, mesela Musa Kart ve şu anda yazdığı yazılar nedeniyle ceza evinde olan 21 gazeteci. Öldürülen basın mensupları, işten atılmakla tehdit edilen sayısız gazeteci, yazdıkları yazı yüzünden yıllarca hapis yatan sayısız basın mensubu. Birden aklıma geliverenler bunlar. Lütfen isimlerini burada geçiremediklerin alınmasınlar. Liste o kadar uzun ki yazmaya kalkarsam oyunu yazmaktan vazgeçmem gerekecek.) Kızların nefeslerini kesen David. Amy’nin içten içe bayıldığı David. Laurie’ye olan düşkünlüğü ile bilinen ve aklında sadece basketbol olan, eğlenceli David. Ama o eskidendi. Artık David sadık bir Dalga Hareketi üyesi. İşin garibi Laurie’nin ne yapmaya çalıştığını bir türlü anlamıyor. “Neden söylenenlere karşı çıkıyorsun? Sana ne deniyorsa onu yap. Dalga Hareketinde sorun yaratma! Bak, bizler okulda çok “özeliz”. Dalga Hareketinin bir üyesi olduğumuz için çok “şanslıyız”. Diğer sınıflardaki öğrenciler, bizim gibi Dalga Hareketinin üyesi olmaya can atıyorlar. Sana ne oluyor Laurie? Seni bir türlü anlamıyorum.” “Ben de seni anlamıyorum David. Bu gereksiz kimlikler, bu garip kolluklar, acayip bir slogan, en saçma olanı da şu selamlaşma. Yıllardan beri tanıdığım arkadaşlarımı görünce neden o garip selamı vermek zorundayım? O selam olmadan onları tanıyamayacağımı mı sanıyorsun? Bunlar seni rahatsız etmiyor mu? Esas hiç birinizin bundan rahatsız olmaması korkunç. Ben bu Dalga Hareketinin bir üyesi olmayı artık istemiyorum. Dalga Hareketinden ayrılacağım!” David sinirlenir. “Yeter artık! Zırvalamayı kes!. Kendine gel. Artık seni diğerlerine karşı ne kadar koruyabilirim bilemiyorum Laurie dikkatli ol.” Hani sevgi her şeyden üstündü? Dalga hareketi öncelikle sevgiyi yutabiliyorsa, bu ne tür bir hareket? Özgürlük kelimesinin dalga dalga bayrak gibi sallandığı, sallandırıldığı Dalga Hareketinde muhalif seslere pek yer yok galiba. Sevgili Laurie, sesini kısıverdiler. Hem de sert bir tonda. Biraz daha ileri gitsen, diretsen hani neredeyse dayak yiyeceksin. Yani, sana kibarca “çizmeyi aşma, haddini bil, karşı çıkma” demiş olmaları seni rahatsız ediyor olmasın sakın. Bu garip özgürlük anlayışı, artık senin bireysel özgürlüğünü “tehdit eder” hale geldi. Yeni bir emir daha. “Artık düşüncelerimizi “eyleme” dönüştürme zamanı geldi. Herkes takım için çalışmalı. Dalga Hareketini “güçlendirmek” için “yeni üyeler” bulun. Dalga Hareketinin getirdiği disiplin bize hareketimiz için mücadele etme hakkı veriyor.” Mücadele? Neye karşı? Kime karşı mücadele? Amacı sadece eğitim almak olan çocuklara karşı neden bir mücadele yürütülsün ki? Siz delirdiniz mi? Ulu efendi Mr. Ross Dalga Hareketini güçlendirmeye karar verdi. Yayılmacı bir politikayla, herkesin ilk görevi dalga hareketine yeni üyeler kazandırmak. Bu kazandırma eylemi sırasında “ikna yöntemleri” kişiden kişiye biraz değişebilir ama olsun. Sonuçta, hareketin güçlenmesi için “her şey” yapılabilir. Şimdi tüm iş “kutsal” Dalga Hareketine katılmaları konusunda insanları “ikna etmek”. Tatlılıkla ya da değil. İkna edilme yöntemi kişiden kişiye değişir. Ya güzellikle hiç itiraz etmeden Dalga Hareketine katılırsın, ya da başına geleceklere katlanırsın. İkna etmek için adam da “dövülür”. Eğer ikna edilemiyorsa “öldürülür”. Bizden olmayan, Dalga Hareketine katılmayı ret eden herkes bizim “karşımızdadır”. “Karşımızda” olan herkes “düşmanımızdır”. En iyi düşman “ölü düşmandır”. Dalga Hareketine ya katılırsın ya da ölürsün! 11 Eylül olayı sonrasında oğul Bush’un TV’den yaptığı açıklamayı anımsayın. “Bizim tarafımızda olmayan herkes bizim düşmanımızdır ve biz düşmanlarımıza acımayacağız.” Mr. Ross’un Dalga Hareketiyle ne kadar da örtüşüyor. Öyle değil mi? Oğul Bush acaba bu tarihi açıklamayı TV’den yapmadan önce Dalga oyununu izledi mi? Yoksa yaratıcı zekasını kullanarak irticalen mi konuştu? Deney çığırından çıktı. Artık bu bir deney değil. Bu bir “kabus”. Okulda huzursuzluk had safhada. Okul Dalga Hareketine katılmak isteyen ve istemeyen çocuklar arasında ikiye bölünmüş durumda. Düşman bir kamplaşma var. (Tıpkı bizim üniversitelerimizde olduğu gibi. Ilımlı İslam politikasının siyasi simgesine dönüşmüş olan türban taraftarları ve türban takmayan Laik Cumhuriyetin ATATÜRK çocukları arasındaki kamplaşmaya benziyor) Dalga Hareketine katılmaya can atan çocuklar sayesinde hareket çığ gibi büyüyor, sayılar artıyor, kamplaşmanın çizgileri giderek keskinleşiyor. Havadaki dehşetin ve şiddetin kokusu genizleri yakıyor. Giderek artan bir gerginlik solunuyor. Patlamaya hazır bir bomba gibi. Dalga Hareketine katılmayı ret edenler ilk önce tenha yerlerde ve sonra giderek alenen açıkça meydanlarda dövülüyor. (Şimdilik Üniversitelerde, daha sonra devlet dairelerinde ve sokakta türban takmayı ret eden ATATÜRKÇÜ LAİK gençler, Türk Mahkemelerinde hakimlerin yüzlerine karşı “şeriat isteriz” diye çığlık atacak kadar fütursuzlaşmış şeriat yanlıları tarafından aynı şekilde dövülecekler mi?) Şikayetçi olan velilerin sayısı giderek artıyor. Şiddet arık, okul koridorlarında, okul bahçesinde, sokakta ve yankıları evlerde. Laurie son kez David’le konuşmayı dener. Ya şimdi, ya da hiç. Biri bu kabusu durdurmalı. Mr. Ross’a gidecek, gerekirse okul müdürüne gidecek. Ama önce David ile konuşmalı. Laurie ne olursa olsun onu hala seviyor. Kendini Dalgaya kaptırmış olan David kişiliğini Laurie kadar iyi koruyabildi mi? Şüpheli. Onu bir zamanlar, çok değil sadece Dalgadan önce sevdiğini anımsayabilecek mi? “David anlamıyor musun? Yeni üyeler kazandırma görevi bir çılgınlığa dönüştü. Tıpkı partilerde ve tarikatlarda olduğu gibi. Dalga Hareketine üye olmazsanız çok geç kalmış olacaksınız diye öğrencileri “tehdit ediyorlar”. Bu harekete katılmazsam ya da katılmak istemezsem neden geç kalmış olacağım? David anlamıyor musun? Herkes bu Dalga Hareketi denen çılgınlığın sarhoşluğu içinde. Dalganın ne olduğunu anlamıyorlar. Kimse neler olduğunun ya da olacağının “farkında değil”. En önemlisi herkes kendi kişiliğine ne olduğunun farkında değil? Bize ne oldu David? Herkesin dalgadan gidip gitmeme tercihi olmalı. Bütün öğrenciler dalga tarafından “yutulmuş” gibiler. Dalganın hangi yönde gelişeceğini tahmin edemezsin. Dalga kontrolden çıkar ve seni yutar. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Bu öğrencilerin hepsi değerlendirme yeteneği gelişmemiş çocuklar. Hiç kimsenin dışlanmadığı bir hareket olarak başlayan dalga artık çığırından çıktı. Bireylere “özgürlük” ve “bağımsızlık” sloganıyla yola çıkan dalga artık bizim özgürlüklerimizi “tehdit” ediyor. Dalgaya katılmak istemeyen öğrenciler bu yüzden dayak yiyorlar. Dalga içinde korkudan herkes birbirini “ihbar ediyor”. Kimse birbiri ile konuşamaz hale geldi. İzlediğimiz filmde yaşananlara benzedi. Hani hatırlıyor musun? İlk gün, “Almanya’da toplama kamplarında milyonlarca insan yakılırken, Alman Halkının neden hiç sesi çıkmamıştı?” diye sormuştuk. Çünkü Alman Toplumu bir “korku toplumuna” dönüşmüştü. Kimse kimseye “güvenmiyordu”. Herkes korkuyor, birbirini ihbar ediyordu. Birlik, beraberlik yoktu. Korkutulmuş, sindirilmiş, yalnızlaştırılmış bireylerden oluşan bir “korku toplumuna” dönüştükleri için karşı çıkamadılar. Karşı çıkan az sayıda insanın da sesleri hemen kesildi. Ben, işte bu yüzden bu Dalga Hareketinden “korkuyorum” ve ayrılmak istiyorum.”. “Yeter artık! Kes şunu! Kendine gel! Dalga Hareketinden ayrılmak mı? Sen delirmişsin Laurie!!!”. Laurie karşı çıkınca tansiyon yükselir. Gerginlik artar. Öfke. Kızgınlık, şiddete dönüşür. David, Laurie’nin üzerine yürür. İşte o an. Laurie’ye uygulanan şiddet. Anın donduğu nokta. David’de şimşeklerin çaktığı an. David uyandı. Sevgisi üstün geldi. Biz ne yapıyoruz? Nasıl bu noktaya geldik? Bize neler oluyor? Sadece onlara değil. Aynı Dalga tarafından farklı bir boyutta mesela “ılımlı İslam” tarafından yutulmaya çalışılan bizim ülkemize neler oluyor? Biz ülke olarak bu noktaya nasıl geldik? LAİK TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE, nasıl açıktan açığa ılımlı İslam devleti olma projeleri net olarak konuşulmaya başlandı? Dalga hareketi bu gücü nereden buluyor? Buna kimler izin veriyor? Laurie haklı. Ben de korkuyorum. Mesela, LAİK TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN göz göre göre din eksenli bir diktatörlüğe dönüşmesinden korkuyorum! ATATÜRK DEVRİMLERİNİN bilinçli olarak tek tek ortadan kaldırılmasından korkuyorum. Sürekli anayasanın değiştirilerek delik deşik edilmesinden ve “hukuk devletinin üstünlüğü” ilkesinin tamamen ortadan kaldırılmasından korkuyorum. Danıştay’a yapılan saldırının ve görevi başında şehit edilen DANIŞTAY HAKİMİ MUSTAFA YÜCEL ÖZBİLGİN’İN kasıtlı olarak “unutturulmaya” çalışılmasından korkuyorum. “Danıştay, Sayıştay ve Yargıtay’ın” tek bir elde toplanarak “Yargı, Yürütme ve Yasamanın” dini politikanın hizmetine sunularak “işlevsizleştirilmesinden” korkuyorum. Mesela bir Cumhuriyet kızı olarak, “özgürlük” ve “eşitlik” sloganları eşliğinde, kişisel “özgürlüğümü kaybetmekten” korkuyorum. Şiddetle tanışanlar sadece öğrenciler değil. Öğretmenler odasında, öğretmenler arasında da huzursuzluk hakim. Müzik öğretmeni Christie aklını kaçırdığını düşündüğü eşi tarih öğretmeni Ben Ross ile ne yapacağını bir türlü bilemiyor. Onu uyarmalı. Bu saçmalığa bir an önce son vermek için onunla konuşmalı. Christie’den önce okul müdürü Müdür Owens (dönüşümlü olarak Metin Coşkun veya Faruk Akgören) davranır ve eğer bu saçmalığa bir son vermezse, işine son verileceğini söylemek zorunda kalır. Gergin ortamdan sinirleri bozulan Christie, bir an önce kocasıyla konuşmak zorundadır. Tabii önce kendi evine girebilirse. Kendini Dalgaya fazlasıyla kaptırmış, “kraldan çok kralcı” kargamız Robert tarafından fiziksel olarak engelleniyor. Robert gemi azıya aldı. Kendini Mr. Ross’un özel koruması sanıyor. Koruma? Mr. Ross neden korunmaya ihtiyaç duysun ki? Niye karşı koruma? Kime karşı koruma? Düşman kim? Koruma görevine, kendi kendisini tayin eden Robert’ten bu cevapları almak imkansız. Çünkü cevabı kendisi de bilmiyor. Bildiği tek şey, Mr. Ross’u korunması gerektiği. İyi de kime karşı? Pahalı barlarda kapıda bekleyen ensesi kalın güvenlikten hiç farkı yok. Kendi evine girmeye çalışan Christie’yi bir güzel benzetiyor. Filmin koptuğu an. Christie kocasına resti çekiyor. “Ya şu kahrolası deneyi hemen bitirirsin, ya da ben bitirmesini bilirim”. Bunu okul olarak değil, bir ülke olarak düşünün. Mesela, bazı düşünceler çerçevesinde iki düşman kampa bölünmeye çalışılan bir ülke? Din gereği olduğu ileri sürülen bir bez parçasını yasalaştırmak isteyen azınlığın yönetici sınıfı ile sağ duyuyu elden bırakmamaya kararlı çoğunluğun yani LAİK ATATÜRK CUMHURİYETİNE ve DEVRİMLERİNE gönülden bağlı halkın karşı karşıya geldiğini düşünün. Mesela üniversitelerde, okullarda, resmi devlet dairelerinde, Devletinin Meclisinde, sokaklarda, fabrikalarda, tersanelerde, iş yerlerinde, kurtarılmış bölge ilan edilen ve radikal dini kesimin gettosu haline gelen mahallelerde “mahalle baskısı” adı altında estirilen terör dalgasını hayal edin. Bundan ala “Dalga Hareketi” mi olur? Artık şiddet telaffuz edilmiyor bizzat yaşanıyor. Gerekçesi inanılmaz. “Herkes takımın kazanması için çalışmalı. Dalga Hareketine katılınca, bireylerin düşünme dertleri de ortadan kalkacak. Sadece lidere itaat etmek yetecek. Tıpkı bir dini tarikata girmek gibi.” TIPKI DİNİ BİR TARİKATA GİRMEK GİBİ! Sen bir harikasın Ron Jones. Gerçek hayattaki tarih öğretmeninden bahsediyorum. Aklınla bin yaşa. Benzetmeyi iyi buldun. “Dini bir tarikata girmek gibi bir şey bu!”. Christie, güç bela girebildiği evinde kocasını silkelerken dışardan bir çığlık duyulur. MR. ROSSSS! Laurie’nin sesi. David’le birlikte gelmişler. Tek istekleri var. Dalga Hareketi denen bu saçmalığı durdurulması. MR.ROSSS LÜTFEN EFENDİM, ÇOK GEÇ OLMADAN BU SAÇMALIĞI DURDURUN! İŞ ÇIĞRINDAN ÇIKTI! BİR AN ÖNCE BU KORKUNÇ OYUNU DURDURMAZSANIZ ÇOK KÖTÜ ŞEYLER OLACAK. Çığlık çığlığa, dehşet içinde, gerçek bir dehşet. Korkudan ikisinin de kanı donmuş. Oyun olduğu halde benim bile kanım dondu. Ya ülkede, sokakta, gerçek hayatta yaşananlar? Gerçek hayattaki Dalga Hareketi daha korkunç değil mi? Üstelik bunu yaşarken farkında olmamak. Kan uykusuna yatmak. Yani, Dalga tarafından yutulmak. Farkındalığı olmamak. Tıpkı yavaş yavaş ısıtılan bir kabın içindeki kurbağanın haşlandığını “fark etmeden” haşlanmasına benziyor. Ya gerçek halk, onlar ne yapsın? Köylüler, işçiler, memurlar, esnaf, emekliler, öğrenciler, öğretmenler, doktorlar, hakimler, savcılar, akademisyenler, bilim adamları, sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, ülkenin aydın okumuş kesimi, sıradan insanlar. Bu ülkenin vatandaşları. Onlar nereye gitsin? Gidecek bir Mr. Ross yok. Gidecek bir Müdür Owens yok. Onlar ne yapsın? Sağ duyu neyi emrediyor? Sokaktaki halk. Yeni çıkarılan yasa tasarısına karşı çıktıkları ve yasal haklarını aramak istedikleri için dövülen memurlar, dondurucu soğukta iş yerlerinin yabancı sermayeye satılmasını protesto ettikleri için üzerlerine tazyikli su püskürtülen işçiler, elindeki TÜRK BAYRAĞINI son ana kadar tazyikli su atanlara karşı dimdik yukarda tutmayı başaran TÜRK İŞÇİSİ, “yan gelip yatma yerinde” teröre kurban verdikleri evlatlarının hesabını sormak için sokağa çıkan ve bu yüzden dayak yiyen şehit anne ve babaları, türbana alet edilen üniversite yasasını protesto ederken yerlerde sürüklenen ATATÜRK gençliği, halkın haber alma özgürlüğü için çalışan ve bu sırada etkili ve yetkililerden dayak yiyen, tehdit edilen, engellenen, kameraları kırılan basın mensupları. MR. ROSS NEREDESİNİZ? BU OYUNU DURDURUN! Laurie ve David şanslılar. Gidecekleri bir Mr. Ross vardı. Oyunu durdurması için yalvaracakları ve oyunu durdurabilecek bir Mr. Ross vardı. Ya ülkedekiler? Ya bizler? Ülkemizde sahnelenen Dalga Hareketini nasıl durduracağız? Artık düzenli aralıklarla Anıt Kabir’i ziyaret etmek maalesef yeterli değil. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN işaret ettiği yolda yürümek gerekecek. İşin en başına dönerek, SÖYLEV’i yeni baştan okumak ve sindirmek gerekecek. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN mirasını emanet ettiği gençliğe seslendiği, “GENÇLİĞE HİTABESİNİ” bir kez daha dikkatle tane tane okumak, yüreklere, ruhlara, beyinlere kazımak ve ona göre bir program yapmak gerekecek. Oyunun bu noktasında düğüm nasıl çözülür? Mr. Ross ne yapar? Evet ne yapar? Ya Laurie, David ve diğerleri. Olayın farkında olanlar ve olmayanlar. Dalga hepsini birden yutacak mı? Yoksa birileri olaya dur mu diyecek? Dalga Hareketi sahneden sokaklara taşıyor. Olay artık sadece Laurie ya da David’in sorunu değil. Bizim de sorunumuz. Çünkü Dalga Hareketi doğrudan bizi de etkiliyor. Peki, biz ne yapacağız? Koca bir toplum bu Dalga’ya izin verecek mi? İzin verecek miyiz? İşte bu noktada, bütün soruların yanıtları Dalga Oyununda gizli. Laurie, David ve diğerleri sorularının yanıtlarını alırken, kendi gerçeğiyle yüzleşme cesareti gösteren ve bunun için “risk alan” izleyici de kendi yanıtlarını buluyor. Dalga Oyunu, gerçek anlamda başarılı bir ekip çalışması. Sahnede oynayan oyuncular kadar sahne arkasını da alkışlamak gerekiyor. Oyunda emeği geçen işin mutfağındaki ekip için de birkaç kelime etmek lazım. Dalga, son derece sade bir dekorla sahneye konuyor. Ali Cem Köroğlu, dershane iskemleleri ve bir öğretmen masası ile başarılı bir sınıf kompozisyonu çizmiş. Tekerlekli iskemlelerin kullanımı, dekorun hızla değişerek sınıfın kısa bir sürede kütüphaneye dönüşmesini sağlıyor. Akıllı panolarla bir anda kendinizi Ross’ların oturma odasında, oradan kütüphanede ya da dışarıda açık alanda farklı bir mekanda bulabiliyorsunuz. Gündelik hayatı yansıtan kıyafetleri, oyunun temposuyla birlikte değişerek dönem kostümlerine geçiş yapan Nalan Türkoğlu başarılı. Şiddete, korkuya, oyunun dönüm noktalarına ve duygusal iniş çıkışlara vurgu yapma konusunda Kemal Yiğitcan ışık tasarımını iyi kullanılmış. Oyunda kullanılan müzikler ise Targan Türe imzasını taşıyor. Dalga Hareketi ve sonuçlarıyla ilgili bilmek istediğiniz her şeyi, Donkişot Tiyatro’nun, Kenter Sahnesi’nde sergilediği “Dalga Oyununda” bulacaksınız. 13 Aralık 2007 tarihinde Türkiye Prömiyerini yapan Dalga Oyunu, Mart ayı boyunca her Salı ve Çarşamba akşamı İstanbul Kenter Tiyatrosu’nda “risk almaktan korkmayan” izleyicilerle buluşmaya devam edecek. Donkişot Tiyatro Dalga Oyunuyla, Nisan ayından itibaren Anadolu turnesine çıkıyor. Sıcak suyun ısısına alışan kurbağalardan biri olmaktan sıkıldıysanız, mesela bir “risk alın” Dalga Oyununa gidin. Sıcak su kabında ısıtılarak kaynatılan ve akşam yemeğinde “beyaz efendilere” servis edilen zavallı kurbağa ile aynı kaderi paylaşmayın. Belki zıplayıp sizi haşlamaya çalışan o sıcak su kabından kurtulabilirsiniz. Hala böyle bir şansınız var. Mesela, Dalga Oyununa gidebilirsiniz. Gerçeklerinizle yüzleşip sizi şampanya eşliğinde gövdeye indirmeye çalışan “beyaz efendilere” sürpriz yaparak, birilerinin akşam yemeği olmayı “ret edebilirsiniz”. Risk alın, hayatınız renklensin, haşlanmış kurbağaya dönmeyin ve birilerinin akşam yemeği olmayın. Son söz, gerçek hayattaki tarih öğretmeni Ron Jones, bizim sabık tarih öğretmeni Ben Ross, Alman yazar Reinhold Tritt ve Donkişot Tiyatro oyuncularının. “Dünya, kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden bu haldedir.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |