"Ne elbiseler gördüm, içinde adam yok, ne adamlar gördüm sırtında elbise yok." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Hava soğuktu ve bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağıyordu. İnsanın günler sonra, havalandırma tellerinin engellemediği özgür bir yağmurun üzerine yağdığını hisset- mesi güzeldi. Elimde eski bavulum ve üzerimde, aynı koğuşta kaldığım adamlardan birinin özgürlük hediyesi olarak verdiği kötü bir ceketle cezaevinin kapısında dikilirken, yargıcın tok sesi hala kulağımdaydı: “Sanığın daha önce bir sabıka kaydı olmama- sı ve tutuklu olduğu zaman zarfındaki iyi hali de göz önünde bulundurularak... Beraatine karar verilmiştir.” Bu sefer şanslı sayılırdım. Bir buçuk yılla yargılanırken bir buçuk ay sonra dışarıdaydım. O sabah yedide bir gar- diyan tarafından uyandırılıp, bir başkasına zincirlenmiş ola- rak bindirildiğim cezaevi arabası mahkeme salonuna doğru yol alırken, akşama doğru aynı arabayla bu sefer ellerim zin-cirsiz, özgür bir adam olarak eşyalarımı toplamak için parmaklıklar arkasına doğru son bir yolculuk daha yapabilme ümidi, ihtimallerden sadece biriydi. Babam caddenin karşısında, arabasının içinde bekliyordu. Beni görünce gülümseyerek arabadan indi. Birkaç adım sonra yan yana gelince sarıldık. Uzun zaman olmuştu böyle sarılmayalı birbirimize. Yıllardan bahsediyorum. Hiçbir zaman onun istediği gibi biri olamamıştım, olmak- ta istememiştim. Çocukluğumda beni döverken hep, “Adam olacak adam!” diye bağırırdı evin içinde. Bense yediğim her dayaktan sonra eğer “Adam olmak senin gibi olmaksa as-la adam olmayacağım,” diye söz verirdim kendime. Fakat o an elimde kirli bir bavulla yeni bir yaşamın kıyısında bek- lerken, yine de babama karşı kendimi suçlu hissediyordum. Yıllarca bir uçurumun iki kıyısında, iki yabancı gibi yaşa- mıştık. Üzerinde onun ruhunu öldürdüğünü düşündüğüm bir polis üniformasıyla uçurumun öbür tarafından bana bakardı hep. Bir adım atsak, düşeceğimizden korkardık ikimiz de. Babama o üniformayı giydiren de, aramıza o uçurumu açan da yazgıydı. Hepimiz yazgılarımızın peşinden sürüklenen zavallılar değil miyiz aslında. Varlığımız tamamen bir yanılsama. Suç yok, suçlu yok. Sadece bunu düşünmek bile geceler boyu ağlamaya yeter. “Geçmiş olsun.” “Sağ ol baba.” “Nasılsın oğlum?” “İyiyim baba.” “İyi görünüyorsun... Özlettin kendini.” “Ben de sizi özledim.” “Neyse her şey artık geride kaldı. Hadi atla arabaya gidelim bir an önce. Annen bizi bekliyordur. Bavulumu bagaja attıktan sonra arabaya binip gazladık. Arabanın camından yolu izlerken yağmurun ne güzel yağdığını fark ettim. 2 Eve vardığımızda kapıda annem karşıladı bizi. Solgun görünüyordu. Beni görünce ağlamaya başladı. Bavulumu kapının önüne bıraktım. Sıkıca sarıldı bana. “Allah’a şükürler olsun oğlum sonunda kurtuldun.” Yeniden evde olmak güzeldi. Annem bavulumu içeri alırken ben de kapıdan ilk adımımı attım. “Acıkmışsındır, sevdiğin bütün yemekleri yaptım sana.” “Sağ ol anne şimdi aç değilim sonra yerim.” “Hanım çocuğu rahat bırak da bir soluklansın, kendine gelsin. Ee anlat bakalım oğlum nasıl geçti günlerin içeride?” “İyiydi baba... Hiçbir sorun çıkmadı. İyi anlaştım herkesle. Hatta çoğu zaman yardımcı bile oldular.” “Siyasi koğuşta kalmadığın iyi olmuş öyleyse.” “Anlaşamazdım onlarla zaten. Bir iki gün kalıp yerimi değiştirmek istediğimi söyledim cezaevi yönetimine.” Demir parmaklıklar ardına adımımı ilk attığım andan itibaren her ideolojiden, her örgütten -İslamcılar da dahil- koğuşlarında kalma teklifi aldım fakat hiçbiriyle düşünsel veya duygusal manada ortak bir paydada buluşmamız mümkün değildi. Siyaset, her zaman yaşamın tam ortasında bir yerdedir fakat hiçbir zaman hayatın gerçek amacına hizmet etmez. Politika insanları yan yana getirebilir belki ama asla birleştiremez. Çünkü fikirler değil, zihniyetlerdir insanları birleştiren. Asker kaçakları, firariler ve esrar satıcılarıyla aynı koğuşta kalmayı yeğledim. Ön yargıları yoktu o adamların. Bir siyasi fikirleri veya oy verdikleri bir siyasi partileri de yoktu. Yaşamın kendisi yeterince isyankar bir manifestoydu zaten onlar için. “Neyse boş verelim bunları şimdi. Konuşacak başka bir şey mi yok sanki. Haydi istersen bir şeyler ye. Bak annen bir sürü yemek yaptı senin için.” Mutfağa geçtim. Annem her zamanki gibi telaş içinde ma- sayı hazırlıyordu. “Nasıl gidiyor anne?” “Nasıl gitsin oğlum. Günlerdir senin için dualar ettik, dönmeni bekledik. Allah’a şükür yanımızdasın yine.” “Ben yokken ters bir şeyler oldu mu anne? Çevreden mahalleden...?” “Ufak tefek bir şeyler oldu ama boş ver biz hepsini unuttuk.” “Anlatsana anne neler oldu?” “Komşulardan bazıları bize cephe aldılar. Sağdan soldan seninle ilgili kötü konuştuklarını duyduk. Bir de ev sahibimiz en çok onun tavırları değişti.” “Babam ne düşünüyor?” “Baban herkese karşı sürekli seni savundu. Ev sahibine de rest çekti. Taşınmayı düşünüyoruz.” “Anladım...” İştahım kaçmıştı. Zorla bir şeyler atıştırıp odama geçtim. Bu odaya yıllar sonra döndüğümde, her taraf polisler tarafından darmadağın edilmişti. Yatağım, yorganım, duvardaki resimler, kitaplarım, yerlerinden çıkarılıp boşaltılmış çekmeceler, her şey ayaklar altında çiğnenmişti. Teslim olmadan önce birkaç gün eski sevgililerimden birinin evinde saklanmıştım. Bir sevgiliden çok bir çocuktu benim için o kız. Çocuğumdu... Onunla birbirimizi bulduğumuz ilk günü hatırlıyorum. Aylar, yıllar hep ardı ardına devrilir. Aylar ayları, yıllar yılları siler unutturur ama öyle günler vardır ki, silinmez bellekten. Bir ömrün bitişine, bir aşkın ilk dokunuşuna tanıktır. Günler vardır ki, unutulmaz ölmeden. Bir sonbahar ortasıdır; kırık dökük bir İstanbul beygiri... Bir 62 Playmouth. Arka koltukta bir sen, bir de o kız. Bir de ellerin, onun omzunda. Ellerin terli, sırılsıklam heyecandan. Ellerin utangaç çocuksu. Bir sonbahar ortasıdır; o sana ellerini sen ona yüreğini verirsin ve ekleyip birbirine adımları, voltalarsınız bir baştan bir başa İstanbul’u. Sararmış yapraklardan örtüsü, bir sokak arasına düşer yolunuz. Kararmışken göğün yüzü; yorgundur bitkindir artık rüzgar ve o an durdurup zamanı, usulca tutup çenesinden çekip öpersin dudaklarını. Dünyanın en beceriksiz ama en muhteşem öpüşünü verir sana. Ve gün gelir, yaşanan her şey gibi aşklarda biter. Zaman treni, üzerinden geçtiği her şeyi unutturur. Kimi zaman, zaman kendini bile unutturur ama sen ne o sonbahar akşamını, ne de o beceriksiz öpüşü unutamazsın. Babamı rehin aldıklarını öğrenince, dönüp teslim olmak zorunda kaldığım o sabah onun evinden ayrılırken, annesinin gün ışırken usulca başımı okşayıp beni uyandırışını ve önüme koyduğu; tüm mutfağın içini dingin, taze kokusuyla dolduran yeni demlenmiş bir bardak çayın tadını hiçbir zaman unutamam. Tüm dokunuşlar içinde; sana inanmış bir kadının, başını aşkla ve sevgiyle okşamasından daha güzel bir dokunuş var mıdır acaba? Yıllar sonra soğuk bir Mart sabahı, her kaldırımında, her sokağında, çocukluğumun ve ilk gençliğimin bütün başıboş günlerinin izlerinin saklı olduğu bu mahalleye bir kaçak, bir suçlu olarak döndüğümde, evimin önünde pusuya yatmış sivil bir polis arabası beni bekliyordu. Arabanın kırağılanmış, puslu camına tıklayıp, esneyerek uyanan polise geldiğimi haber vermiştim. Eve girdiğimde babam salonda iki polisle oturuyor ve bakışlarından, yirmi beş yıl çalışıp emekli olduktan sonra kandırıldığının farkına varmış fakat mağrurluğundan ve gururundan en ufak bir taviz vermemiş bir baş komiserin hüznü ve yorgunluğu okunuyordu. Bana bir çocukluk borcu vardı babamın ve o sabah darmadağın bir evden ellerim kelepçeli polisler arasında çıkarken vedalaşmak için kucaklaştığımızda, “Sen benim oğlumsun ve utanılacak hiçbir şey yapmadın,” dediği o an tüm hesaplar benim açımdan kapanmıştı. Odanın içi, buram buram çocukluğum, anılarım ve ilk gençliğin acı veren aşkları gibi kokuyordu. Bir çekmeceyi karıştırırken, çok önceden okuduğum bir kitabın arasından ansızın, esmer bir kız yüzü düştü yere. Eğilerek yerden alıp baktığımda, bir an yüzlerin eskimediğini, fotoğrafların sarardıkça güzelleştiğini düşündüm. Nerededir şimdi o kız? Herkes uyuduktan sonra, karşılıklı balkonlarda karanlığın içinde saatlerce birbirimizi izlediğimiz ılık yaz gecelerini, ilk öpüştüğümüz o apartman arasını anımsıyor mudur acaba? Fotoğraflar... Şimdi tek iklimli şehirlerde, top yekun acı hüküm sürerken ömrümüze, mevsimleri takvimlerin değil de, çocukların oyunlarının değiştirdiği günlere ait. Her oyun yeni bir mevsimin gelişinin habercisiydi o zamanlar. Çamurlu mahalle arsalarında çivileri toprağa sapladığımızda kışı yaşardık. İlkbahar geldi mi, bahçelere dalıp, talan ederdik daha tam olmamış güzelim erik ağaçlarını. Yazın uçurtmalar yarıştırılır mavi göğün kucağında, sonbahar gelince daha çok apartman aralarında, kuytu köşelerde dönen ve sermayesi gazoz kapağı ve futbolcu resimlerinin basılı olduğu kartlar olan bir kumar furyası başlardı. Bu kumar çarkında ayakta kalabilmek için sağlam bir de ortağınız olmalıydı ki, biriniz tüm sermayesini kaybettiğinde, diğerinin bir yerlere gömdüğü sağlam bir zulayla yola devam edebilmeliydiniz. Eğer günü karla kapattıysanız, herkes kendi payına düşen ganimeti torbasına doldurup, apartmanın kömürlüğünde veya bahçede bir yerlerdeki kasa dairesine sakladıktan sonra, huzur içinde evinin yolunu tutardı. “Bir albüm,” diye düşünüyor insan “Bu kadar hüznü bağrına basıp da nasıl da uyur böyle; sessiz, kıpırtısız, tozlu bir çekmecenin içinde yıllarca.” Üzeri jelatinle kaplı bir sayfanın sol üst köşesinden, 10/14 boyutlarında bir kartona basılı, bir zamanlar lise bahçesinin kuytu bir köşesinde elden ele geçirdiğimiz izmaritin yasak dumanını içimize çekerken, elini omzuma atmış bu genç adamın gülen yüzünün, Van’ın soğuk yaylalarından birinde, elinde G-3 piyade tüfeğiyle korkunun nöbetini beklerken, karanlığın içinden gelip alnının tam ortasına saplanan bir mermiyle paramparça olduğunu ve şimdi toprağın altında çoktan çürüdüğünü bilse, yaşadığımız bu lanetli çağın korkuyla ve kanla büyüyen cinnetini doğrularcasına, yine böyle umarsızca uyuyabilir miydi tozlu bir çekmecenin içinde? Bir sigara yakıp, yıllardır içine girip uyumadığım yatağımın üzerine uzanmıştım ki, babam odaya girdi. Doğrulup kalktım ve sigaramı söndürmek için yanı başımda duran sehpanın üzerindeki küllüğe uzandım. “Söndürme sigaranı. Fazla varsa ver bir tane de ben yakayım.” Normalde sigara içmezdi babam. Kırk yılın başı çok sevinçli olduğu, ya da efkarlı bir anında, en az benim kadar müzmin bir tiryaki olan annemin sigaralarından alır bir tane yakardı. Paketi uzatıp tuttum, sigarayı çıkarıp ağzına götürünce kibrit kutusundan bir çöp çıkarıp kutuya çaktım. Babam sigarasını yakarken, tutuşan baruttan keyifli bir koku yayıldı odaya. “Baba,” dedim. “Sana bir şey göstermek istiyorum.” “Ne göstereceksin oğlum?” Karşımızda duran çalışma masasının çekmecesinden, az önce karıştırdığım albümü çıkarıp yatağın üzerinde açtım. Babam da masanın önünde duran sandalyeyi yatağın kenarına çekip oturdu. “Bu çocuğu hatırlıyor musun baba?” “Şu elini senin omzuna atmış olanı mı?” “Evet onu.” “Vallahi yabancı gelmiyor. Liseden arkadaşın değil mi?” “Evet Baba. Lise 1. sınıfın ilk yarısında elimizde karnelerle bize gelmiştik. Benim dört zayıfım vardı... Geldiğimizde sen apartmanın alt katındaki kömürlükte bir şeylerle uğraşıyordun. Karnemi de sana ilk orada göstermiştim. Hatırladın mı?” “Evet galiba hatırlıyorum.” “Bu çocuk baba... Öldü. İki sene önce Van’da askerliğini yaparken nöbette vuruldu. Tek kuşunla alnından...” “Çok üzüldüm oğlum. Allah rahmet etsin.” “Bunu sana niye anlattım baba biliyor musun?” “...” “Ben o yıllarda sigaraya başlamıştım ve sana yakalanma- mak için sigara paketini hep şu çalışma masasının çekmecesini çıkarıp yuvasının içine koyar ve çekmeceyi tekrar yerine yerleştirdiğim de kimse bulamazdı. Sen o dönemlerde sigara içtiğimden şüphelenir ama bir türlü üzerimde paket yakalayamazdın. Bana sigarayı bu şekilde saklamayı, o gün bu çocuk öğretmişti. Sıra arkadaşıydık.” Sigarasından derince bir fırt çekip, gülümseyerek sırtımı sıvazladı. “Aferin size.” Sonra bir fırtta ben aldım. “Baba,” dedim. “Galiba ev sahibi ile sorun yaşamışsınız benim yüzümden. Annem taşınmayı düşündüğünüzü söyledi. Doğru mu?” “Evet doğru.” “Böyle olsun istemezdim baba.” “Kafana taktığın şeye bak be oğlum... Boş ver ev sahibini. Onun, bunun ne dediğini. Önemli olan senin kurtulmuş olman.” “Sağ ol baba.” Sonra, dibine geldiği sigaranın izmaritini kül tabağına basarak, odadan çıkmak için ayağa kalktı babam. Ben de kalktım onunla beraber. “İyi haydi sen keyfine bak bakalım, dinlen biraz.” Gülümseyerek sessizce onayladım. Babam da Oturduğu sandalyeyi tekrar aldığı yere, masanın önüne koydu. Odadan çıkarken, cezaevinin önünde olduğu gibi yeniden sarıldık birbirimize. O gün iki olmuştu bu. 3 Her ne olursa olsun dışarıda olmak gerekiyordu. İçeride olmak sadece, seni parmaklıkların arkasına yollayanların işine yarıyordu. Çok kısa bir zaman dilimi içinde, bunu onlarca, yüzlerce kez anladım. Seni o deliğe tıktıran; inanç, gurur, kadın, politika, namus, töre her ne Allah’ın belası saçmalıksa, seni yargılayanların ayakları altında çiğnenmeye mahkumdu. Günler acımasızdır. Aylar, yıllar... Zaman acımasızdır. Günler seni beklemez. Kadının seni beklemez. Dakikalar, saatler içerideki değil, dışarıdaki zaman dilimine göre akar. Çıldırmış gibi, beraberinde geride bıraktıklarını sürükleyip götüren bir bir sel gibi. Her şey başından beri bir komediydi. İlk önce üzerime “Atatürk düşmanı, meczup, anarşist ” diye bir elbise giydirip, sonra da üzerimde bu deli elbisesiyle mahkemelerde, yaptığım her şey için pişman olduğumu söylememi istediler. Ben de tabi ki bir güzel, onlara bütün yaptıklarımdan pişman olduğumu, beni affetmelerini söyledim. Alnımda ruhumu ve beynimi en ince ayrıntılarına kadar okuduklarına dair bir “GÖRÜLMÜŞTÜR” damgası, boynumun üzerinde sürekli sallanacak görünmez bir giyotinin varlığıyla ve “Beş yıl herhangi bir suç işlememem!” kaydıyla serbest bıraktılar. Aklı başında bir Allah’ın kulu da çıkıp, “Yahu bu herif çetesiyle beraber devletin üniversitesini işgal edip, yakıp yıkıp yağmaladı. Polisle çatıştı. Göz göre göre Atatürk’ün resmini yırtıp ondan sonra da pişmanım diye bir sürü palavra sıktı. Atın bu adamı içeri! Hem de bir buçuk değil, üç yıl yatsın.”, demedi. Yargıç ben olsaydım bunu yapardım. Zaten bu ülkede birçok adamın Atatürkçülüğü veya vatanseverliği beni hiçbir zaman şaşırtmamıştır.. Kim bilir, belki de beni sorgulayan polislerin dediği gibi: “Siktiriboktan bir manyak” ve “Neye inandığı bile tam belli olmayan itin teki” idim. Benden bir bok olmayacağını anlamışlardı. Aslında doğruyu söylemek gerekirse, o polisler gerçeğe en yakın tahmini yapmışlardı ama gerçek bu da değildi. Gerçek olan tek şey vardı ki; o da benim daha en başından beri gördüklerimde, inanılacak, kazanılacak veya kaybedilecek bir şeyler olduğuna hiçbir zaman kendimi inandıramamış olmamdı. Çocukluğumdan beri adlandıramadığım sebepsiz bir sıkıntı, bir rahatsızlık vardı içimde. Hiçbir şey için, başarmaya dair gerekli hırsı duymuyordum. Ana rahminde, yaşamam için gerekli organlara ait dokular bir bir örülürken, ruhum için geriye sadece ölü tohumlar kalmış olmalıydı. Olup biten her şeyi Diojen’inkine benzer bir fıçının içinden izlerken, her şeyin boşunalığına dair tanrının yolladığı canlı bir vahiy, bir delil gibiydim. Hiçliğin aynasıydım ben. Tüm idealleri, inançları yalanlayan ve bu dünyaya ait tüm planları anlamsız kılan... Sanırım bunu ilk anlayan babam olmuştu ve belki de bu yüzden, bütün çocukluğum boyunca nefret etmişti benden. Tüm akranlarım bir çocuğun ilgi duyabileceği en eğlenceli şeylerle vakit geçirirken, ben pencereden öylece onları seyrederdim. Bu yüzden benim deli olduğumu düşünür, benden nefret ederlerdi. Sanırım ben de onlardan nefret ediyordum. Daha doğrusu yaptıklarından, oynadıkları oyunlardan ve kayıtsızca sürüp giden varoluşlarından nefret ediyor olmalıydım. Diyorum ya yeterli hırsa sahip değildim. İki kulaç atıp yüzme öğrenecek mecalim bile yoktu. Kişiliğimin büyük bir kısmını mutsuzluğum oluşturuyordu. Geri kalanıysa, ruhun özünde var olan kaosun, içselleşme çabasından başka bir şey değildi. Olsa olsa bir kara kaygıydım ben. Yine de, ara sıra benden beklenemeyecek derecede öfkelenebiliyordum da. On iki yaşlarındaydım, oturduğumuz mahalleden Necdet isminde benle aynı yaşlarda bir çocuk vardı ve o civarın en güçlü çocuğuydu. Hepimizin en irisiydi ve yanlış hatırlamıyorsam üstüne bir de karate kursuna gidiyordu. İrileşen beden ve bunun getirisi fiziksel üstünlük ruhun inceliğini öldürür. Hayatım boyunca bedeni orantısında ruhsal olgunluğa erişmiş çok az adam tanıdım. Kısacası tüm çocuklar korkuyordu bu veletten ve yaptığı her pisliği herkes sineye çekmek zorunda kalıyordu. Ben de dahil. Ben de dahil diyorum çünkü bana da musallat olmuştu. Bisiklete bindiğim zamanlarda bir şekilde kokumu alır, yanımda biterek bisiklete birkaç tur binmek istediğini söyler- di ve her seferinde birkaç turluğuna alınan bisikletle ortadan kaybolup, saatler sonra ortaya çıkardı. Hiçbir zaman bir bok diyemedim ve bu can sıkıcı durum bir iki sene sürdü gitti. O günlerden birinde, o sıralar arkadaşlık yapmaya çalıştığım çocuğun biriyle ve yanımızda mahalleden iki kızla bizim evin arka tarafında kalan küçük korulukta kendi çapımızda bir haltlar karıştırmaya çalışırken, Necdet yine ansızın bir kabus gibi çıkıp gelmişti. Onu bana çeken güçlü bir metafizik bağ olmalıydı aramızda. Bu sefer ortada bisiklet yoktu ama daha beteri; kızlar vardı ya! Başımıza bela olmadan, bir huzursuzluk, rahatsızlık çıkarmadan gitmesine imkan yoktu. Öyle de olacaktı. Yanında bir tip daha vardı bize doğru yaklaşarak, gelip yakınımızda bir yere oturdular. Kısa bir süre sonrada sataşıp laf atmaya başladılar. Oralı olmamaya çalışıyorduk. Çünkü dediğim gibi ben de, yanımdaki sersem de korkuyorduk ondan. Bu da onların iştahını kabartıp, tasasızlıklarını beslerken bir yandan da pervasızlaştırıp, cesaretlendiriyordu. Necdet kızlarla ağız dalaşına başlamış, bir iki küfür bile etmişti. Korkarak da olsa yanına giderek, “Necdet bu yaptığın doğru değil. Neden kızlara küfür ediyorsun?” gibilerinden cesaretten yoksun, beş para etmez bir iki laf söyledim, belki ikna ederim diye fakat karşılık olarak, “Sen karışma lan! Canın dayak mı istiyor yoksa!” cevabını alınca, işin bir yere varmayacağını ve daha da kötüye gideceğini anlayıp, biz orayı terk etmeye karar verdik. Kesin ve net bir yenilgi olmasa da, düşmana taarruz fırsatı veren düpedüz bir geri çekilişti bu. Biz giderken arkamızdan sesleniyordu, “Ne oldu lan yoksa korktunuz mu!” diyerek. Cevap vermeyince gelip bu sefer de önümüzü kestiler. O an, karnıma bir ağrı saplandığını ve bütün vücudumun iğnelendiğini hissettim. Taze ve kanlı bir bifteği andıran çirkin, şişko suratıyla karşımda duruyor ve bana bakarak küstahça sırıtıyordu. Aslında her şey göründüğü kadar masum değildi. Çocukların da dünyasında korkunç bir mücadele vardı. Hem de büyüklerinkinden daha vahşi ve daha sert. İyiyle kötünün, aşağılık olanla erdemli olanın... O andan sonrasını hatırlamıyorum. Belleğimde kalan; Necdet’in, “Ulan Zeki niye ayırmıyorsun laan...! Lan niye yardım etmiyorsun oğlum...!” diyerek ortalığı inleten feryatlarıydı. Arkadaşı korkudan bir bok yiyememiş, gıkını bile çıkaramamıştı. Bizi ayırdıklarında daha doğrusu Necdet’i altımdan çıkardıklarında yüzü tanınmayacak haldeydi. Bu olaydan sonra bir daha yanıma yaklaşmadı. Bense kavga bittikten sonra hindi gibi kabarıp, böbürlenip kızlardan öpücük koparmak gibi bir şeyler deneyeceğim yerde, kızların ve berikinin şaşkın bakışları arasında evin yolunu tutmuştum. Yolda karnımdaki ağrı hala devam ediyor üstüne bir de midem bulanıyordu. Kimseye o herifi dövdüğümden bahsettiğimi de hatırlamıyorum ama olay civardaki bütün çocuklar arasında kısa zamanda duyulup, bir efsane gibi yayılmıştı. -Çocuklar birbirilerine efsane anlatmaya bayılırlar her zaman- Bu bir açıdan iyi olmuştu. Böylelikle, diğerlerinin bana duyduğu nefret artık korkuyla yer değiştirmişti. Bu da bana uzun bir süre nefes aldırmıştı. Şimdi rahatlıkla söyleyebilirim ki; bütün hayatım boyunca bundan daha büyük bir zafer elde etmedim. Çünkü hiçbir zaman kazanmaya oynamadım ben. Sadece arada bir yenilgiyi hazmedemiyordum galiba. 4 Gelelim şu anarşizm meselesine; bir insanı sevebilme yeteneğine sahip olsam da genel olarak insanları sevmem. İnsanlık için hiçbir zaman eşit ve adil bir dünya düzeni özlemi duymadım ben. Beş para etmez bir sürü adam var sokaklarda ve ne yazık ki bu, insanlığın çok büyük bir kısmını oluşturuyor. Ve, yeterince acı çekmediği sürece insanlığın ortak bir noktada buluşabileceğine inanmıyorum. Bir sabah büyük bir gürültüyle, koridorların ve koğuşların duvarlarından yankılanarak oradan beynimize çarpan postal ve marş sesleriyle uyanmıştık. Herkesi bağrışlar çağrışlar, aşağılamalar ve hakaretler yağmuru altında ranzalarından indirip, neler olduğunu anlayamadan havaladırmada toplayıp duvarın dibine dizdiler. Büyük bir karmaşanın ve telaşın tam ortasındaydık. Tüm gözlerde korku, bilinmezlik ve öfke okunuyordu. Bir grup asker namlularını bize doğru doğrultmuşken, diğerleri de koğuşlarda arama yapıyordu. Gittiklerinde her yer tanrı tarafından cezalandırılmış, gazap yüklü bir kasırganın yerle bir ettiği günahkar bir şehrin yıkık sokaklarına dönmüştü. Yataklar, yorganlar, koğuşun içerisinde ne varsa her şeyin altını üstüne getirmişlerdi. Tüm mahkumlar, bu uğursuz tufandan geriye kalanı kurtarmak istercesine, koğuşun içerisinde oraya buraya çaresizce koştururken, ben de anılarımın peşine düşmüştüm. Aradığımsa, ranzamda döşeğimin altına sakladığım ve bir zamanlar aşık olduğum bir kızın yüzüne ait eski bir fotoğraftı. Altımdaki ranzada yatan adamla beraber küçük hücremizi umutsuzca arşınlarken, ikimiz de aradığımızı aynı anda buluvermiştik. Ben, bana aşkla gülümseyen kızın yüzündeki postal izini silerken, o da gözlerinden yoksulluk ve çaresizlik okunan bir kadının fotoğrafını sessizce cüzdanına koyuvermişti. Ben kimseye istatistiksel olarak varsıl ve barışın hüküm sürdüğü bir dünya vaat etmiyorum. Vaat edenlere de inanmıyorum. Azizlere veya dervişlere de inanmıyorum. Bir kahramanım yok benim. “Beş bin yıllık tarihinin hesabını yapamayan adam, adam değildir,” der Goethe. Gelin hep beraber açalım tarihin tozlu sayfalarını. İnsanlık tarihi savaşlar ve kahramanlıklar tarihidir ve binlerce yalancı ve küstah azizin, kahramanın izine rastlarsınız orada. Bir toplum için, açlığa mahkum ederek gebertemediği yoksulları cephelere gitmeye ikna edip, orada toptan yok etmenin en kolay yolu; onlar için, inanacakları azizler ve kahramanlar yaratmaktır. Ben insan ruhunun hala, hapishanelerden, köprü altların- dan ışıdığına ve tek umudunun da oralarda bir yerlerde olduğuna inanıyorum. Fazlaca bir şey değil benim istediğim. Kredi kartlarım ve kabarık bir banka cüzdanım yok. Her zaman onların destesinin hileli olduğunu bile bile “İyi oynayan kazansın,” dedim. Her insanın olduğu gibi benim de ruhumun yüzde doksanı liberal ve bencildir fakat hayatın, televizyonun ekranının altından geçen hisse senetleri bandının içinden aktığını sanan bir zavallının, tecavüze uğramış ruhundan bahsetmiyorum. Kirasını ödediğin sürece oda senindir fakat komünal veya ona benzer bir yaşamda, pis ama sana ait olan bir odaya bile sahip olamazsın. Bir kitap alırsın, sonra on tane, yüz tane... Onları koyabileceğin bir rafa ihtiyaç duyarsın. Rafı çakacağın bir oda; dört duvar lazım, eğer sevgilin varsa ona da bir oda. İleride çocuk düşünürseniz daha büyük bir ev ve masrafları karşılamak için iyi kötü bir iş... Kısacası kitaptan rafa, raftan aşka doğru giden bir mülkiyet zinciri var ortada ve bu paradoksu çözmek için iki seçenek çıkıyor karşımıza; ya erkekler iğdiş edilecek ve büyük kütüphaneler açılacak, ya da yine büyük kütüphaneler tasarlanacak fakat kadınlar ve erkekler ayrı yatakhanelerde kalacaklar, çocuklar da kreşlerde... Bu; cep telefonu ve kredi kartı sıçanlarının dünyasından daha rezil bir dünya bence ve hiç de adil değil. Evet dediğim gibi benden anarşist, komünist, Atatürk düşmanı, meczup veya tüm bunlara benzer bir şey olmamı istediler, ben de kabul ettim. Sonrada mahkemelerde pişman olup özür dilediğimi duymak istediler, ben de özür diledim. Ben bir numara çektim onlar da yediler. 5 Bir iş bulana kadar, bir süre bizimkilerin yanında idare etmek zorundaydım. Sabah erkenden yollara düşüp akşamı edene kadar iş ilanlarının izini sürüyor, bir yandan da kalacak ucuz bir yer arıyordum. Fakat iş ilanları gerçekten işe ihtiyacı olan bir adam için yeterince düzmeceydi ve harcı insanların alın teri ve gözyaşlarıyla karılarak, vaatler ve yalanlar üzerine kurulmuş, çok uluslu şirket düzenbazlarının yüreği kadar alçakçaydı ve burnuma hiç de hoş kokular gelmiyordu. “Gözünüz yükseklerde mi? Kariyer yapmak ve ayda üç bin yedi yüz dolar kazanmak ister misiniz?” yahut, “Bünyemizde yetiştirilmek üzere takım arkadaşlığına inanan, başarının sırrının disiplinden ve özveriden geçtiğini bilen, on iki avanak aranıyor” türü, onlarca ilan arasından doğru dürüst bir iş bulmak o kadar kolay olmayacak gibi görünüyordu. Bir kere, kariyer yapmak veya yükselmek istemiyordum. Ayrıca takım arkadaşlığına da inanmıyordum ve üstüne üstlük sabıkalıydım. Gittiğim her iş ilanından ret cevabı almayı artık kanıksamıştım. Randevu aldığım ikinci, üçüncü, hatta dördüncü sınıf işlerden bile geri çevriliyordum. Bir defasında bir temizlik işine kadar düşmüştüm. İlanda, mesai saatlerinden sonra banka ve şirketlerin gece temizliğini yapacak elemanlar arandığı yazıyordu. Dolgun ücret, SSK, yemek, yol... İşin bana göre olduğuna karar verdikten sonra bir güzel tıraş olup ilandaki adrese doğru yollandım. Geldiğim yer Mecidiyeköy meydanının aşağı tarafındaki ara sokakların birindeydi. Ofise girer girmez masada oturan sekreter elime bir başvuru formu tutuşturup, doldurduktan sonra sıramı beklememi söyledi. Formu alıp tam karşısına, benimle beraber bekleşenlerin arasında bir sandalye bulup oturdum. Formu doldurup verdikten sonra mülakatı hemen oracıkta sekreter yapıyordu. Bekleşen diğer tipler benden daha bitik ve kaybetmiş görünüyorlardı. Bir çoğu için bu iş son şans demekti. Bense daha devam edebilir görünüyordum. Üstü başı dökülen, ilkokul mezunu, gariban kadın ve erkekler topluluğu arasında, daha genç ve eğitimli görünmek sanıldığı gibi avantaj değildir. Dezavantajdır. Hatta bir zaman sonra, iş görüşmelerinde sırtında taşıdığın bir kambur, alnına yapıştırılmış bir utanca dönüşür. Birçok kere, böyleleriyle bekleşirken onlardan daha çok şeyim varmış gibi görünmekten utanmışımdır. Sekreter, hepimizden iğrendiğini açıkça belli eden bıkkın ve aceleci tavırlarla mülakatları yapmaya devam ediyordu. Klasik başvuru formlarından biriydi bu da. İsim, soyadı, doğum yeri, eğitim ve sabıka durumu... Bir de referans. En dramatiği de buydu. Kendi kendine bile yeterince referans olamayan bir adama kim referans olurdu ki? Eğitime lise mezunu yazdım. Üniversiteyle ilgili herhangi bir şey yazdığında, o iş için yeterince yenik ve kabullenmiş olmadığını düşünüyorlardı. İşe gerçekten ihtiyacım vardı ve sabıka konusunda kararsızdım; bir sabıka kaydım olduğunu yazmalı mı, yazmamalı mıydım? Yazmadım. Sıra bana geldiğinde sekreterin karşısına sandalyeye otur- dum. Başvuru formuna dikkatlice göz attıktan sonra konuşmaya başladı. “İşimiz gece işi biliyorsunuz?” “Evet.” “Mesai saatlerinden sonra, genellikle bankalar olmak üzere işyerlerinin temizliğini yapacak elemanlara ihtiyacımız var. Daha önce böyle bir işte çalıştınız mı?” “Hayır.” “Çalışmadınız. Hımm... Lise mezunusunuz. Ücret bölümüne ne kadar düşündüğünüzü yazmamışsınız.” “Siz makul ücreti belirlerseniz benim için sorun olmaz.” “Peki Ferit bey, başlamanız için herhangi bir sorun görünmüyor. Sabıkanız olmadığını yazmışsınız, bununla ilgili gerekli araştırmayı yaptıktan sonra biz sizi bir iki gün içinde arayacağız.” O an yapılacak iki şey vardı, ya “Araştırırsanız araştırın, sizi gidi kan emici şirket sıçanları!” diyerek basıp gitmek, ya da doğruyu söylemek. Biraz duraksadıktan sonra, “Bakın hanımefendi,” diye söze girdim. “Benim aslında bir sabıka kaydım var fakat bunun yapacağım işle pek ilgisi olmadığını, yani sizin uygulamaya çalıştığınız güvenlik prensipleri açısından bir sakınca teşkil etmeyeceğini düşünmüştüm.” Bunları yavaş ve müşfik bir ses tonuyla söylememe rağmen, durumda bir terslik olduğunu sezen diğerleri pür dikkat kulak kesilmişlerdi ve sabıkalı olduğumu anlamışlardı. Hepsi birer büyükbaş hayvan gibi bana bakıyordu. “Nasıl yani...?” Yine o müşfik ses tonunu takındım. “Şöyle ki; sabıka kaydım adli veya yüz kızartıcı bir suçtan dolayı değil, siyasi veya fikir suçu diyebiliriz belki.” İnanmamıştı. Kafayı üşütmüşüm gibi aval aval bakıyordu yüzüme. Haksız da sayılmazdı. Fikir suçlusu deyince benim de aklıma, boğaz manzaralı dairesinde oturup, kadınları heyecanlandırmak için yazılar yazan ve arada bir politik maskaralıklar yaptığında, yazdıkları yüzünden aldığı cezayı daha fazlasını kazandırmak üzere gazetenin patronuna ödeten sakallı bir zampara, yahut da bir Avrupa başkentinde hesabına her ay tıkır tıkır maaşı yatarken, dağlarda birbirine vurdurulan fakir çocuklarına dair çifte standartlı ölüm ağıtları yakan bir taşeron kalemşor geliyordu. “Anlıyorum beyefendi fakat elemanlarımızı daha önce sabıka kaydı olmayan adaylar arasından seçiyoruz. Bu en önemli şirket prensiplerimizden biridir. Maalesef yapabileceğim bir şey yok, üzgünüm.” Akıp gidenin dışında kalmayı istemek, ömür boyu her sabah tıraş olmayı reddetmek veya çalışmanın erdem olduğuna inanmamak kendi tercihinle ilgili bir şey değildi. Çalışmayı reddedersen aç kalırdın. Yıllarca çalışıp emekli olsan bile yine aç kalma ihtimalin yüksektir. Asgari ücret kirayı bile ödemezken; üniversite mezunu, askerliği yapmış olmak gibi kriterlere sahip olmadan, maaşı sadece kiraya, tuvalet kağıdına ve bir çift ayakkabı almaya yeten ikinci sınıf bir işe bile talip olamıyordun. Sanayi devrimi tezgahından geçememiş üçüncü dünya trajedileri de tam bu noktada başlıyordu. Çalışmayı reddedersen aç kalırsın. Askerliğin peygamber ocağı olduğu bu ülkede on beş aydan kaçarken, daha fazlasını hapiste geçirebilirdin fakat babadan kalma biraz paran varsa, merkezi bir semtte ufak bir büfe açarak köşeyi dönebilirdin. Bana sorarsanız, her zaman “Favori işim şirket kapıcılığıdır.” derim. Bütün gün yapacağın tek iş, sana tahsis edilen küçük kulübeden kafayı uzatıp gelene gidene, “Buyur birader nereyi aramıştınız?” , ”...tamam üçüncü kat ikinci daire,” gibi diyaloglar kurmak ve arada bir genel müdürün arabasını yıkamaktır. Bütün klasikleri rahatlıkla okuyabileceğin tek iş şirket kapıcılığıdır. Kapıcılar evrenin şanslı adamlarıdır bence. Neyse tüm bunları bir kenara bırakıp şu bizim sekretere gelelim. “Çirkin prensipler prensesi, senden bankanın kasa dairesinde bir iş istemiş veya cari hesaplar müdürlüğüne talip olmamıştım ki. Sadece siktiğimin bankasının b-ok-lu h-e-la sını temizleyecektim. O gün orada bekleşen tüm sabıkasız temizlik elemanı adaylarınınkiler ve benimkisi, sana ve şirketin tüm üst düzey kadrolarının kıçına girsin.” 6 Sonunda kürkçü dükkanına dönmeye karar verdim. Daha önce çalıştığın bir yere, üstelikte yapmaktan nefret ettiğin bir işe geri dönmek kadar, insanda çılgınlık boyutunda bir iç sıkıntısı yaratan çok az duygu vardır herhalde ama başka bir seçenek kalmamıştı önümde. Çaresiz, eski çalıştığım bara gidip iş isteyecektim. Öğlene doğruydu, bar eskiden de bu saatlerde açıldığından içeride henüz kimsecikler yoktu. Tanımadığım bir iki eleman masaları silip, yerlere paspas çekiyordu. Barın sahibini sordum. “Orhan abi burada mı?” “Dışarı çıktı gelir birazdan. Niçin sormuştunuz ?” “Kendisiyle görüşmem lazım , bir işim var.” “Siz oturun isterseniz.” “Çok oldu mu çıkalı?” “Beş on dakikalığına çıkıyorum demişti yarım saat oldu. Neredeyse gelmek üzeredir.” Beş on dakika sonra geldi Orhan. Beni gördüğüne şaşır- mıştı. “Oo, Ferit... Hangi rüzgar attı seni buraya kaçak?” “İçerden yeni çıktım Orhan abi, olanları duymuşsundur herhalde?” “Duymaz olur muyum... Sen neymişsin be oğlum öyle.” “Nasıl ama hiç çaktırmadım değil mi terörist olduğumu?” “Ben anlamıştım oğlum sende bir tuhaflık olduğunu.” “Bok anlamıştın,” diye geçirdim içimden. “Vay be demek siyasi mevzulardan içeri girip çıktın ha. Şimdi ne yapıyorsun okuldan atıldın mı?” “Atılmadım istifa ettim... İş arıyorum Orhan abi.” “Burada mı çalışmak istiyorsun?” “Elemana ihtiyacın var mı?” “ Var, yarın gel başla.” 7 Ertesi gün başladım. Eski dönemdeki personelden kimse kalmamıştı. Tabi ki böylesi daha iyiydi. Yeni bir başlangıç yapmıştım. Nefes almadan çalışıp bir yandan da kalacak bir yerler bakıyordum Beyoğlu’ndan. Bildiğim yerdi Beyoğlu, yıllarımı vermiştim gündüz düşleri gördüğüm sokaklarına. O sokaklar ki, belden aşağı bir şarkının İstanbul versiyonudur. Gündüzleri aşıklar geceleri orospular mesken tutar Beyoğlu’nu. Birkaç hafta sonra barın birinde İbo’yla karşılaştım. Esrar satıcısıydı ve eskiden kaldığım evin sokağı mekanıydı. Çok mal almışlığım vardı İbo’dan. Arada bir piyasadan kaybolur, sonra kafası gözü yarılmış olarak çıkardı ortaya. Ondan her mal alışımda aslında satıcı olmadığını, kendisine de sağdan soldan geldiğini söylerdi. Klasik esrar satıcısı tipsizliğinde bir adam değildi. Eli yüzü düzgündü. Kadınlarla da arası fena sayılmazdı. Tam anlamıyla bir serseriydi. Barın kapısından girer girmez gözüme çarptı, arkası dönük tezgahta oturuyordu. Yanına vardığımda viski ve yanında puro içtiğini gördüm. “İbo n’aber ya?” “Vay Ferit sen miydin...Yaşıyor musun sen hala oğlum?” “Gördüğün gibi hala tek parçayım dostum.” “İçerdeymişsin?” “Hı hı...Yeni çıktım.” Üzerinde gayet şık, Don Johnson tarzı buz mavisi spor bir takım vardı. “İbo bugün çok şıksın.” “Thanks.” “İbo, oğlum ev arıyorum, bana göre ucuz bir yer biliyor musun? Şöyle tek göz bir yer...” “Yalnız kalacaksın değil mi?” “Tekim, tek.” “Eskiden kaldığım bir çatı katı vardı... Rezil bir yerdi ama beni bayağı idare etmişti. Sahibini tanıyorum istersen senin için konuşurum.” “Evin nasıl olduğu hiç önemli değil dostum, kalınacak gibi olsun yeter. Yeri nerede, hangi sokakta?” Tarif ettiği sokağı biliyordum. Eski evimin yakınlarında bir yerlerdeydi. “Tamam o zaman İbo... Sen adamla muhakkak konuş. Ben seni önümüzdeki hafta burada bulurum.” “Birkaç gün içinde bul beni.” 8 Ev, altında bar olan eski bir binanın çatı katıydı ve İbo’nun anlattığı kadar kötü görünmüyordu. Ev sahibiyle telefonda konuştuğumuz gibi binanın önünde beni bekliyordu. Orta boylu, zayıf yüzlü, kır saçlıydı ve makul birine benziyordu. Beraberce binanın arka tarafına doğru yürüdük. Giriş kapısı binanın arka cephesindeydi. Kapı bir kepenkti fakat bakkal dükkanlarında bulunan, indirildiğinde bütün mahalleyi ayağa kaldırabilecek kadar gürültü çıkaran, alüminyum kepenklerden değildi. Bu daha çok, kapı boyutunda kocaman bir pencere demirine benziyordu. Kepengi kaldırdı ve ilk önce ben geçtim. Merdivenlerden beraberce yukarı çıkıyorduk, tırabzan denen şey yoktu. Sarhoşken dikkat etmek gerekliydi, aşağı yuvarlanmamam için hiçbir sebep yoktu. “İşte burası” dedi, dairenin önüne geldiğimizde. İçeri girerken ilk dikkatimi çeken şey, tuvaletin dışarıda giriş kapısının yanında olduğuydu. “Biraz uğraşırsan adam edersin.” “Fena değil... Her evde olur böyle şeyler.” Girişteki iki adımlık holün solundan odaya giriliyordu. Duvarlar oyuklar içindeydi ve boyası dökülüyordu. Üzerinde eski kiracılardan kalma yırtılmış birkaç çıplak kadın posteri, köşede eski bir yatak, bir kanepe, bir masa ve bir de sandalye vardı ve bundan iyisi can sağlığıydı. “Eşyalara zarar vermeden kullanabilirsin.” “Teşekkürler ihtiyacım da vardı.” Anahtarları uzatırken, “Umarım kirayı aksatmazsın,” dedi. “Arada sırada ufak tefek gecikmeler olsa bile, başka sorun çıkarmam merak etmeyin,” diye karşılık verdim. Ardından, önceden konuştuğumuz gibi bir aylık kirayı peşin olarak ödedim. El sıkıştık ve gitti. Depozit istememişti. Beş on dakika odayı inceledikten sonra aşağı inip, karşıdaki bakkaldan bir şişe kırmızı şarap ve birazda sarı leblebi alıp odama geri döndüm. Ayakkabılarımı çıkarıp, kirli kanepeye öylece uzandım. Pek dişe tırnağa değer bir şeyler düşünmeden şaraba asıldım. Uyumuşum. Uyandığım da hava kararmıştı. Saatten haberim yok, bakabileceğim bir saatim de yoktu. Pencereden dışarı baktım, bir hayli insan vardı ortalıkta. Fazla geç olmamalı diye düşündüm ve sonra tuvaletimin geldiğini hissetim. Dışarıdaki tuvaleti hatırlayarak oraya yöneldim. Tuvaletteki manzara pek iç açıcı değildi. Musluğu yokladım, su da akmıyordu. Zaten içinden su akabilecek yetkinlikte bir musluğa benzemiyordu. Dışarı çıkıp bir tuvalet bulmayı düşündüm fakat bir ton merdiveni inip o mendebur kepengi kaldırayım derken, altıma sıçma ihtimalim yüksek görünüyordu. Birkaç parça gazete kağıdı bulup ilk siftahı yaptım. Sıçtıktan sonra dışarı çıkıp belamı aramaya karar verdim. 9 Sokaklarda biraz turladıktan sonra barın birinde karar kıldım ve gece yarısını geçene dek içtim. Caddeye çıkmış eve doğru yollanırken, birilerinin arkamdan seslendiğini duydum. Dönüp baktığım da, yabancı olma ihtimali yüksek üç adam bana doğru yaklaşıyordu. Yanıma geldiklerinde yanılmadığımı anladım. Yabancıydılar. İngilizce’m yoka yakın olduğundan ne istediklerini anlamak benim için çok zor olacaktı. Böyle bir durumda herkesin ilk olarak aklına gelebileceği gibi, benim de ilk olarak aklıma gelen düşünce bir adresi arıyorlar olma ihtimaliydi fakat el kol hareketleriy- le de desteklenen bir diyaloğun ardından heriflerin bambaşka bir şeyin peşinde olduklarını anlamam fazla uzun sürmedi çünkü istedikleri şeyin ne olduğunu çok iyi biliyordum: Esrar... Doğrusunu söylemek gerekirse ilk önce biraz bozulmadım da değil. Demek ki dışarıdan bakınca bir satıcı gibi görünüyordum. “Tipim kaymış olmalı,” diye düşündüm. Heriflere basın gidin demek geçiyordu aklımdan ama hallerine bakıp vazgeçtim. Malsızlık başlarına vurmuş olabilirdi. Fazla düşünmeden, kendinden gayet emin tavırlarla, “Okey hallederiz, beni takip edin. Come on, come on,” diyerek taktım herifleri peşime. İlk aklıma gelen kişi tabi ki İbo sersemiydi. Onu bulmak için heriflerle beraber barlara girip çıkmaya başladık. Kendimi bir turist rehberi gibi lanse etmeye çalışıyordum çevreye. Nihayet barın birinde pineklerken buldum İbo’yu. Geçen ki şıklığından eser yoktu. Rengarenk, iğrenç bir gömlek vardı üzerinde. Dudağının sol tarafı patlamış, suratında ufak tefek çizikler vardı. Pek parlak bir hafta geçirmişe benzemiyordu. Tiplere “Siz oturun ben geliyorum” diyerek, -tabi ki işaretlerle- İbo’nun yanına gittim. “N’aber İbo’cuğum gömleğin çok güzel, yine çok şıksın.” “Siktir lan...” “Geçen gün thanks filan diyordun.... Bak sana thankslik arkadaşlar getirdim.” “Kim onlar...? Turiste benziyorlar.” “Yabancılar.” “Eee...?” “Adamlar mal istiyor moruk.” “Ne malı oğlum... Benim normalde satmadığımı biliyorsun.” “Tabi ki dostum satmadığını biliyorum ama bu tipler beni yoldan çevirdi. Benimde aklıma ilk sen geldin. Var mı yanında?” “Manyak mısın sen, ne sikime taktın oğlum bunları peşine! Polis molis olmasınlar?” “Yok yok... Ben de aynı şeyi düşündüm de... Konuşmalarından belli yabancı bunlar.” “Hıı... İyi öyleyse. Ne kadar istiyorlarmış söylediler mi?” “Yok, sormadım ama sen üçüne yetecek kadar orta boy bir plaka ayarlarsın işte.” “Basılı yok toz var.” “Bunların basabileceğini zannetmiyorum, turistler lan işte anla.” “Tamam hallederiz. Ben otuz milyon alırım sen ne kadar koparacaksın?” Doğru ya ben ne kadar koparacaktım? Hem heriflere kuryelik yap hem de komisyon alma. Ne kadar budala olabiliyordum bazen. “Ben bir beşlik alırım diye düşünmüştüm.” “Tamam o zaman otuz beş dersin onlara. Senin evin arkasındaki sokağı biliyorsun...?” “Hıı... Evet.” “Sokaktaki okulu da biliyorsun?” “Evet.” “Şu an okulun duvarının önüne park etmiş dört beş tane araba var tamam mı? Aralarında bir de kırmızı Renault Brodway var, mal onun sol ön tekerleğinin üstünde olacak. Bir saat sonra oradayım anlaştık mı?” “Ne diyorsun sen İbo? Ne arabası, ne sokağı oğlum, üzerinde mal yok mu? Başımızı belaya mı sokacaksın?” “Çekiniyorsan yolla gitsin lavukları başka türlü olmaz.” Düşündüm taşındım, beş teklik ağır bastı. “Tamam. Konuştuğumuz gibi bir saat sonra oradayım.” “Güzel... Git şimdi heriflerden parayı al dışarıda verirsin.” İbo çıkınca ben de heriflerden parayı alıp arkasından çıktım. “Al bakalım tam tamına otuz milyon.” Parayı sayıp cebine indirdikten sonra piç piç sırıttı. “Thanks.” İçeri dönüp, heriflerden bir iki bira içtim. Vakit gelince ben önde, onlar arkamda düştük yola. Sersemin teki olduğumu düşünüyordum. Şartlı tahliyemden dolayı kıçımda patlamayı bekleyen bir buçuk yıllık cezam bulunuyordu ve buna ilaveten uyuşturucu satışına aracılıktan alacağım cezayı ekleyince, bir dahaki belediye seçimlerine kadar yatabilirdim içeride. Yolda yürürken, korkudan İbo’nun aslında bir polis olması da dahil bir sürü saçmalık geçti aklımdan. Sokağa vardığımızda, şansa bir Allah’ın kulu yoktu ortalıkta. Etrafı iyice kolaçan ettikten sonra, söylediği kırmızı arabaya yöneldim. Karanlıkta fark edemediğim bir kedinin kuyruğuna bastım. Ciyak ciyak bağırdı, neredeyse bütün sokağı ayağa kaldıracaktı sevimsiz yaratık. Ödüm bokuma karışmıştı. Arabanın sol ön tekerleğini yokladım dediği gibi mal aynen oradaydı. Bir parça gazete kağıdına sarılmış şekilde. Malı oradan çabucak alıp bizim misafir keşlere verdikten sonra hemen tüymelerini söyledim. Teşekkür edip sırıtarak gittiler. Evimin önüne geldiğimde sarhoşun biri kepengin dibinde sızmış yatıyordu. Uyanıp yolu açması için dürttüm. Uyandı, göz göze geldik. “Paran var mı birader?” Cebimi yoklayıp, biraz bozukluk verdikten sonra odama çıktım. Isınmış bir şişe bira buldum. Oturup bir süre içtikten sonra bitiremeden uyudum. 10 Barda işler tüm rutinliğiyle yürüyordu. Mümkün olduğu kadar göze batmadan işimi yapmaya çalışıyordum ve yeniden bir şeyler karalamaya başlamıştım. Eve yakın bir sokakta bir kütüphane keşfetmiştim. Vakit buldukça uğruyordum oraya. Çok cüzi bir aidat karşılığında istediğin kitabı ödünç alabiliyordun. Sonra gide gele sahibiyle ahbap olmuş, bir gün herife yazdıklarımdan bahsetmiştim. İşlerine yarayacak bir şeyler olduğuna kanaat getirirlerse, kütüphanenin dergisinde yayınlayabileceklerini söyledi. Bir öykümü yayınlandılar ve iyi tepki aldığımı ve istersem devam edebileceğimi söylediler. Devam ettim ardından bir öyküm daha yayımlandı ama daha sonrası için bir fikrim yoktu yazmaya devam etmekten başka. Bir öğleden sonra işler nasıl gidiyor diye uğradığımda, kütüphanenin yanmış olduğunu gördüm. Yanmıştı veya bir sebepten dolayı kundaklanmıştı. Uzun bir süre, sahibinin izini sürdüm fakat bulamadım. Kütüphanenin başına neler geldiğini de hiçbir zaman öğrenemedim. Cengiz diye yeni bir eleman başlamıştı işe, pek fazla ortak yanımız olduğu söylenemese de iyi geçiniyorduk. Ayağını kaydırmaya çalışan patron yalakası tiplerden değildi, bu da benim açımdan işyeri arkadaşlığı için yeterli bir kıstastır. Çalışırken garip espriler yaparak ara sıra beni güldürdüğü de oluyordu. Tarlabaşı’nda kendi gibi doğudan gelmiş arkadaşlarıyla, bir bekar evinde kaldığını söylüyordu. Sürekli, “Bir gece bana gidelim,” der dururdu fakat bu tür arkadaşlıklara açık biri olmadığım için, “Tamam, tamam” der oyalardım. Bir gece boş bulundum ve ertesi gün gideceğime dair kesin olarak söz verip yakayı kaptırdım. Ertesi gün ikimiz de izinliydik. “Sana bir sürprizim var bu gece deyip duruyordu,” akşam evine doğru yürürken. “Ne sürpriziymiş söylesene arkadaş şunu.” “Bu gece bizim çocuklarla eve karı çağırdık.” Sırıtıyordu bir yandan, ince uzun bir yüzü vardı ve uzun süre bakınca insanı yoruyordu. “Ne kadını, fahişe mi?” “Hı hı... Paran var mı?” “Ne parası oğlum, bende fahişeye verecek para yok.” “Çok değil be baba...Yabancı değil bunlar bizim sürekli yattığımız kızlar, bazen para bile bile almazlar. Hem ben sana bir kıyak yaptırırım.” “Hastalık, mastalık kapmayalım?” “Yahu ne hastalığı... Diyorum ya iki yıldır sürekli takıldığımız kızlar bunlar.” Ev, köhne bir apartmanın giriş katıydı. “İşte bizim köşk,” diyerek pencereye tıkladı. Perdeyi aralayıp bizi gören biri kapıyı açtı. Kapı açılır açılmaz bütün yoksul bekar evlerine sinen o acı berbat koku geldi burnuma. Kapıyı açan elemanla tokalaştık girişte. Adının Mesut olduğunu söyledi. Yüzü Küçük Emrah’ın küçüklüğüne benziyordu. Oturma odasına geçtik içeride üçü kadın olmak üzere biz- den başka beş kişi daha vardı. “Arkadaşlar bu Ferit işyerinden arkadaşım.” Okey oynuyorlar, bir yandan da yerdeki tepsinin içindeki kocaman kızarmış tavuğu didikleyerek tıkınıyorlardı. Hepsiyle tanışmak zorunda kaldım. Kızlardan ikisi Türk, diğeri Romen’di fakat Romen olan Türkçe biliyordu. Diğer kızlardan biri rahatlıkla yüz kilonun üzerindeydi. Tabi ki en çok o didikliyordu tavuğu. Adı Nermin’di. Diğer Türk kızının adı Serpil, Romen olanınki Elena’ydı. Bağrışmalar, çağrışmalar ve kahkahalar arasında bayağı eğleniyormuş gibi görünüyorlardı. Kısa bir tereddütten sonra, Elena’nın Serpil’den daha güzel olduğuna karar verdim. “Keyifler nasıl ortamı beğendin mi?” “Demek her gece böyle alemdesin.” “Dostum sana boşuna mı, “Bir gece bana gel, bana gel” diye, başının etini yiyorum günlerdir.” “Yakınlarda içki alabileceğim bir yer var mı?” “Köşede bir bakkal var ama ne alacaksan parça parça al, evde buzdolabı yok çünkü. Isınmasın...” Tarif ettiği yerden beş şişe Efes Pilsen alıp, bir de otuz beşlik bir şişe cinin parasını ödeyip, cini soğuması için buzdolabına koydurtup geri geldim. Kapıda Cengiz karşıladı beni. Heyecan içindeydi. “Dostum Elena’ya senden bahsettim. İster misin?” “Bilmem ki ... Çoktandır el arabasına takılıyorum ben.” “Eee...?” “....” “Bak... Elli milyona olur dedi.” “En fazla otuz milyon verebilirim.” “Otuz milyonu hayatta kabul etmez.” “Başka para yok ben de eleman.” “Peki tamam... Bir şeyler yapmaya çalışırım.” Millet eğlenmeye devam ederken; ben sessiz, bir köşeye çekilmiş içiyordum. Arada sırada sorulan sorulara cevap veriyor, yapılan esprilere sırıtıyordum. Daha çok Elena’yla bakışmaya çalışıyordum. Göz göze geldiğimiz anlarda, onu istediğimi belirten çapkın bir ifadeyle gülümsüyordum. İki saat kadar sonra biralar bitmişti. Dolaba koydurttuğum cinin soğumuş olduğunu düşünerek, tekrar köşedeki bakkala gitmek için odadan çıktım. Kapıya yönelmişken, bir an tuvaletimin geldiğini hissettim. Fena sıkıştırıyordu meret. Bakkala kadar tutamazdım. Hemen tuvalete benzer bir yer bulmak için sağıma soluma bakındım. Tam karşımda duran kapı tuvaletin olmalıydı, çünkü diğerinin arkasından sevişme sesleri geliyordu, orası yatak odasıydı muhtemelen. Hızla içeri daldım karşımdaki kapıdan. Doğru yerdeydim fakat içeride ne oturabileceğim bir klozet, ne de alaturka delikli taş göremiyordum. Duvarların birinin dibinde yerde, suyun gitmesi için bir delik vardı. Deliği kontrol ettiğimde, ufak bok parçaları gördüm. Buraya sıçıyor olmalıydılar. Geri dönüp, emin olmak için Cengiz’e sormayı düşündüm fakat buna vakit yoktu. Ayrıca, böylesine rezil bir tuvaleti olduğu için herifi utandırabileceğimi düşünerek, hemen oracığa bir sıçmık bırakıverdim. Daha sonra, beş dakika kadar boku iteleyip delikten geçmesi için uğraştım. Cini alıp döndüğümde kapıyı yine Cengiz açtı. “Dostum kırka kadar düştü karı.” “Otuzdan fazla çalışmaz benden moruk.” “Ne pis adammışsın lan sen. Otuza ineceğini zannetmiyorum ama bir denerim yine.” Hakikaten ne pis adamım diye düşünerek, mutfaktan bir bardak alıp içeri döndüm. Oturunca aklıma tuvalet takıldı, acaba deliğin etrafında bok kalmış mıydı? İçeride eğlenen heriflerden birinin bokları gördükten sonra, odaya gelip beni kastederek: ”Hey millet! Birisi tuvalete sıçıp berbat etmiş!” dediğini düşününce ürktüm. Hızla tuvalete gidip, kalan ufak tefek bok parçalarını da deliğe iteledikten sonra, kafam rahat bir şekilde odaya döndüm. İçerdekiler bir yandan okey oynamaya devam ediyor, bir yandan da sıkılanlar diğer odaya geçip on beş, yirmi dakika seviştikten sonra geri geliyordu. Bir iki ufak çaplı muhabbetin dışında kimseyle ilgilenmiyordum. Odada yok gibiydim. Sevişmek için odadan birileri çıktımı kurt kesiliyordum. Gözlemleyebildiğim kadarıyla benim Elena’yı iki kişi, Serpil’i aynı iki kişi ve başka iki tip daha, balina Nermin’i ise ben hariç herkes düdüklemişti. Vakit artık gece yarısına gelmişti ve Elena’yla ilk başlarda yakaladığımız elektrik yok olmuş, tatlı bakışmalar bitmişti. Yaptığım pastırmacı pazarlığından dolayı, at bokuna bakar gibi bakıyordu bana. Haksız da sayılmazdı. Cin bittikten sonra çıkıp iki bira daha alıp, içki defterini kapamaya karar verdim. Dönüşte Cengiz’le karşılaştık. “Tamam, otuz milyona evet dedi kız.” “Tebrikler moruk.” “Sen şimdi direk yatak odasına geç, ben birazdan kızı senin yanına yollayacağım. Tamam mı?” “Tamam.” Beş dakika sonra kız odanın kapısından içeri süzüldü ve ışığı kapayıp yatağın kenarına çöktü. Işığı kapatması iyi olmuştu. Dışarıdan gelen ışık şöyle böyle aydınlatıyordu zaten odayı. “Merhaba,” dedim utana sıkıla. Defalarca oturmuşluğun olsa da kirli bir yatağın kenarında, yüzünde hep o sokak köpeği hüznünle kalakalırsın karşısında bir kadının. Sevişmek çoğu zaman ağlamaklı bir durumdur aslında. Unutmaya çalıştığımız bir sürü lanet şeyin matemi gibidir. Bir kadınla bir erkeğin karanlıkta oynadığı en hüzünlü, en çocukça oyundur ve her kadın ilk kadındır. “Merhaba,” diyerek girdi odaya. Gülümseyerek karşılık verdim. “Merhaba.” Gömleğimin cebindeki sigarama uzanırken “İçer misin?”, diye sordum. “Hı hı...” İki tanesini birden yakıp, tekini ona uzattım. “Teşekkürler.” “Pazarlık için kusura bakma, canını sıkmış olabilirim.” “Önemli değil alışkınım böyle şeylere.” Yerde duran bira şişesine uzanıp bir fırt aldım. “İçer misin?” Şişeyi elimden alıp küçük bir yudum da o aldı. “Cengiz’le beraber mi çalışıyorsun?” diye sordu. “Evet.” “Sen ne zamandan beri Türkiye’desin?” diye sordum. “Beş yıldır...” “Zor olsa gerek... Dönmeyi düşünmüyor musun ülkene ?” “Bir gün döneceğim elbette ama şu an çalışmak zorundayım.” “Anlıyorum,” anlamında başımı sallayarak biradan bir fırt daha aldım. O da aldı. “Diğerlerinden farklı birine benziyorsun... Tahsilin var mı senin?” “Olacaktı bıraktım, ekonomi okuyordum.” “Neden bıraktın?” “Benim de çalışmaya ihtiyacım var. Bir de yazmaya...” “Yazar mısın sen?” “Değilim.” “Tuhaf birisin sen. Biraz kafayı yemiş gibi bir halin var.” “Teşekkür ederim.” “Başlayalım mı?” diye sordu. “Sen bilirsin...” Yavaş yavaş üzerindekileri çıkarmaya başladı. O soyunurken, ben biramı yudumlayıp onu izliyordum. Bir zamanlar birilerinin aşkla dokunduğu bu üzgün harikulade vücut şimdi beni bekliyordu. Son olarak boynundaki haçlı kolyeyi çıkarıp, elbiselerinin üzerine bırakarak yatağa uzandı. “Hadi gelmiyor musun...? Yoksa davetiye mi bekliyorsun?” Soyunduktan sonra üzerine çıkıp, dudaklarımı dudaklarına götürdüm. Birkaç dakika tutkuyla ve iştahla öptüm onu. Elena’da aynı iştahla karşılık veriyordu. Sonra omuzlarını ve koltuk altlarını öpmeye başladım. İki parça kor ateş gibi yanarken birbirine kenetlenmiş bedenlerimiz, ikimiz de salıvermiştik kendimizi ve daha fazla bekleyecek halimiz kalmamıştı. Bir an önce o dayanılmaz tadın doruklarına çıkmak için sabırsızlanıyorduk fakat bir terslik vardı; onu bu kadar arzulamama rağmen, sonuna kadar devam edebilecek gücü bulamıyordum kendimde. Bir terslik olduğunu o da anlamıştı. Terden sırılsıklamdım. “Neyin var...? Yapamayacak mısın?” “Bilmiyorum... Çok içtim galiba.” “Yardım etmemi ister misin?” diye sordu. Nedense, şefkatli bir fısıldamayla. “ Ne yapabilirsin ki,” diye cevapladım umutsuzca. “Rahatla biraz... Bana bırak kendini” dedi ve dudaklarıma küçük bir öpücük kondurup ardından harika bir kıvraklıkla aşağıya doğru süzüldü. Vücudumdaki milyarlarca hücrenin her biri onu deliler gibi istiyordu ama... Hz. Süleyman beş bin kadınla nasıl başa çıkıyordu bilmiyorum ama Havva’nın Ademin kaburga kemiğinden yaratıldığı kocaman bir yalan. Bir erkek, kadının kollarındayken vücüdundaki kan basıncı cinsel organını harekete geçirecek düzeyde değilse bir hiçtir. Tanrının insanı yaratırken içine ruhundan üflediğine de inanmıyorum. Hatta çoğu insanın bir ruhu, bir beyni ve bir vicdanı olduğuna bile inanmıyorum. İnsan doğduğu andan itibaren acı çekmeye mahkum iyi planlanmış bir bağırsak sisteminden başka bir şey değildir. “Allah belamı versin!” diye kızıyordum kendime. İçki şişesi ve kadın birbirinin en büyük rakibiydi. İkisini aynı anda hiçbir zaman idare edemezdin. Arada bir, birini ötekiyle aldatmayı becerebilmeliydin. “Dur,” dedim. ”Kendini yorma olmayacak galiba.” “Evet... Çok içmişsin sen,” diye cevapladı. “Kusura bakma uğraştırdım seni” diyerek, doğrulup toparlandım. Birer sigara yakıp, bir süre öylece konuşmadan oturduk. “Hadi giyinip çıkalım istersen.” Cevap vermeden, sessizce hareketlenip giysilerini bulmaya koyuldu. Ben de hızla donumu, pantolonumu üzerime geçirip, kıza anlaştığımız otuz milyonu vermek için elimi cebime daldırıp para çıkardım fakat otuz milyon çıkışmıyordu. Tam tamına yirmi dokuz milyon üç yüz bin liram kalmıştı. İçki alırken hesabı şaşırmış, eşeğin bir tarafına su kaçırmıştım. “İşte” dedim içimden, “Rezaletin son perdesi inmek üzere.” Beynimden aşağı kaynar sular dökülmüştü. O an yer yarılsa hiç düşünmeden girerdim içine. Eğer ki, cebimi karıştırıp paraları saydığımı görmemiş olsa, içeri gidip Cengiz’den üstünü tamamlayabilirdim ama hesap kitap yaptı- ğımı, paranın çıkışmadığını anlamıştı. Bu nedenle gidip para isteyemezdim. Gidersem, yataktakinden daha beter rezil olacaktım.Velhasıl her şeyi anladığına göre ve yaptığım onca pazarlıktan sonra, daha fazla küçülmeden her şeyi oluruna bırakmalıydı. Paraları toparlayıp üç yüz bin liralık bozukluğu tekrar cebe koyduktan sonra gerisini uzattım. “Üzgünüm para tam çıkışmıyor... Burada tam yirmi dokuz milyon var.” Hiçbir şey söylemeden parayı alıp çantasına koydu.” “İnan çok üzgünüm... Canını sıktım.” Biraz duraksayıp yüzüme baktı ve gülümseyerek, “Senin tuhaf biri olduğunu anlamıştım,” dedi. Kapıyı açmış odadan çıkmak üzereydi ki tekrar dönüp, “Senin canın bir şeylere sıkılıyor değil mi?” diye sordu. Şaşırmıştım. Cevap vermeden öylece bakıyordum yüzüne. Sonra, “Daha az düşünürsen daha az acı çekersin,” dedi ve odadan çıktı. 11 O olaydan bir süre sonra bardaki işi bıraktım. Birilerine içki dağıtmak dışında bir şeyler yapmak istiyordum. “Artık kendi işimin patronu olmak,” gibi bir düşünceye hiçbir zaman kapılmıyordum tabi ki. Çünkü bunu bile yapamayacak kadar basiretsiz fakat asgari ücrete belini kırarken aldatıldığının farkında olacak kadar da zeki bir adamdım. Ben kendi planladığım cinayetin hem kurbanı hem katiliydim. Böylelikle yine kendi kendimin patronu veya kendi kendimin tanrısıydım diyebilirim. Tekrar harıl harıl iş aramaya başlamıştım. Sabahın altısı yedisi gibi kalkıp zorla bir şeyler atıştırdıktan sonra, önüme serdiğim gazetelerin eleman aranıyor sayfalarından, müracaat edebileceğim iş ilanlarını tespit edip yollara düşüyordum. Çoğundan, bekleme salonunda bekleşirken, başvuru formundaki sabıka kaydı bölümünü görür görmez vaz geçmek zorunda kalıyordum. Vazgeçmek... Her şeyden vazgeçmek için bir sürü sebep varken neden hep devam etmek isteriz? Mermileri tutmaya çalışan aptallarız biz. İnsanlığın körelmiş umutları, öldürülmüş vicdanıyız. Birbirinin aynı günler bir karabasan gibi yapışırken boğazımıza, adalet; ucuz bir otel odasında tecavüze uğramış bir göt deliğidir. “Nerede tanrılar! İsa nerede? Muhammet’in tanrısı Allah nerede!” diye bağırıp sokaklarda, hıçkıra hıçkıra ağlamalıyız. Bağırmalıyız. Çünkü BİZE YALAN SÖYLEDİLER! Sabıka kaydını soruşturmayan işlerse korkunç şeyler talep ediyorlardı. Asgari ücrete günde on iki, on dört saat mesai, izin yok, sigorta yok. Karnını doyurabilmen karşılığında senden hayatının geri kalanını istiyorlardı. Bir sürü bekleme salonu gördüm ve o salonlarda bekleşen; günleri, gençlikleri, ellerinin yumuşaklığı, ömürleri çalınmış bir sürü insan. . Ve bir sürü acımasız ayrıntı vardı dikkat etmen gereken, yoksa kaybederdin. Bazı işler için sahtekar görünmen ve karşındakine güven vermemen gerekirdi. Bu elektriği özellikle almak isterdi seninle görüşen adam . Elektrik diyorum çünkü, hiçbir zaman bir adamın tam anlamıyla dürüst veya sahtekar olduğuna emin olmazlardı. Bu bir risktir. Sahtekar gibi görünmeye çalışan bir budala, bir korkak da olabilir karşılarındaki adam. Bir düzenbaz, karşısındakinin düzenbaz olduğunu anlamasına tam olarak izin vermez, sadece derinden ve sinsice bir telepati kurar onunla. Böylelikle, iyi bir mülakattan geçirilmeden işe alınan dürüst bir muhasebeci, vergi kaçıran bir şirketi üç ay içinde rahatlıkla batırabilir. Bazen bitirim, el kol hareketleriyle konuşan bir tip gibi görünemediğin için kaybederdin. En önemlisi ise görünümdü. Yıpranmış bir halin olmalıydı. Kabullenmiş, yenik ve çaresiz oturmalıydın karşılarında. Boğazına yapışıp kıçından terler akarak çalıştırırlarken, birkaç gün sonra kaçamayacağından emin olmak isterlerdi. Kapısına gittiğim ilanlardan biri de, Osmanbey’in arka sokaklarında bir ekmek ve pasta imalathanesiydi. Herifin biri, unun her sabah depodan imalathaneye taşınmasından, ekmeklerin, pastaların pişirilmesine, sonra paketlenip ayrılmasına kadar işle ilgili bir sürü ıvır zıvır ayrıntıyı bana anlatırken, bir yandan da sürekli ellerime bakıyordu. Hamura şekli veren usta hariç, kasaların taşınması da dahil herkesin her işi yaptığından, işin zor ve titizlik gerektiren bir iş olduğundan, sabır ve zahmet istediğinden dem vuruyordu. Bu tempoyu kaldırabilir miydim? “Evet,” demiştim. “İhtiyacım var bu işe.” İkna olmuşa benzemiyordu. Orospu çocuğunu rahatsız eden bir şeyler vardı sanki. Sürekli ellerime bakıyordu. Ellerim çok büyük değildir ve biraz narin bir görünüme sahiptir. Herhalde göt lalesini rahatsız eden duygu buydu. Ağır işlere gelemeyeceğimi düşünüyor olmalıydı. Ertesi sabah fırına telefon açtığımda işe eleman aldıklarını söyledi biri. Sesinden tanımıştım oydu. Kapatırken, “Şu eller meselesi değil mi?” diye sordum. “Buyur! Anlamadım,” diye karşılık verdi. “Boş ver,” dedim kapattım. 12 Eve dönüp on onbeş dakika duvarları yumrukladıktan, öğleden sonra bir plaka imalathanesinden ve gelinlik kızlar için çeyizlik dantelli örtüler, çarşaflar ve insanı çıldırtan daha bir sürü ıvır zıvır satan bir mağazadan ret cevabı aldıktan sonra, akşama doğru kendimi sokaklarda buldum. Yine bildik bir akşamüstüydü. İnsanlar işten, evden okuldan ve daha bir sürü yerden çıkmış, ortalıkta sevimsizce dolanıyorlardı. Satıcı sesleri, korna sesleri, dilenci sesleri ve kuş sesleri birbirine geçiyor ve bu uyumsuz gürültü orkestrası insanı yoruyordu. “Ne yapabilirim?” diye düşündüm. Ceplerimi yokladım beş on gün daha iş bulamadan geçerse iflas bayrağını çekmem yakındı. Gidip iyi bir lokantada mönüyü karıştıramaz, ya da kendime yeni bir ceket alamazdım ama yine de gidip bir yerlerde ucuza birkaç bira içebilirdim. Fena değildi... İşsiz biri için durumu kurtarabilmek, ertesi güne bir parça da olsa umut bırakırdı. Bazıları içinse umut hiç yoktur. Bir şirkette genel müdür olmak ya da bir sokak arasında çırılçıplak ölmek... “Biraz dolaşmalı,” diye düşündüm. Canım katlanılmaz derecede sıkılıyordu. Sıkıntımın sebebi ellerimin ağır işler için yeterince büyük olmaması veya ertesi gün yeniden alabileceğim ret cevapları değildi. Duru, yalın, anlamsız, kuru bir sıkıntıydı. Hatta hiçbir sebebi yoktu da diyebilirim. Dolaşmak istememin de bir sebebi yoktu. Aslında bu saatlerde çatı katımda şarap içip sarı leblebi yiyor ve intihara dair bir şeyler yazıyor olmalıydım. Tüm bunlar kafamdan geçerken, farkında olmadan caddedeki kalabalığa karışmış olduğumu fark ettim. Kalabalıklar; şehrin her köşesinde durmadan oraya buraya koşuşturan, işyerlerinden çıkan, alışveriş yapan, eğlenmeye giden, otomobil kullanan, doyumsuz, mutsuz yüzler sergisi. İnsan kendini bu hengamenin bir parçası gibi hissettiğinde, daha da rahatsız oluyordu. Üşümüştüm. Parmağımın ucuna takıp sırtımdan sallandırdığım ceketi giydim ve bir sigara yaktım.Yürümeye devam ediyordum ve tüm rahatsızlığıma rağmen ben de bu kalabalığın içinden biriydim. İşte sigaramı agresifce tüttürüp, onlarla beraber bilmediğim bir yere doğru gidiyordum. Kalabalıkta herkes birbirinin aynı gibi görünüyordu. Şu karşıdan gelen adamla ne kadar da benziyorduk birbirimize; orta boylu sakallı yakışıklıca bir adam. Şu kadının bakışları tıpkı benim gibi keskin ve düşünceli. Bir an için içimdeki sıkıntıyı tekrar çok güçlü bir şekilde duyumsadım. Bir şeyler, vakit öldürecek bir şeyler bulmalıydım. Yarın yine sabahın köründe kıçımı kaldırıp, kapı kapı iş dilenecektim nasılsa. Ne garipti, yaşamımız boyunca zamanın büyük bir kısmını istemesek de kurtulup rahatlamak zorunda olduğumuz bir bela gibi savuşturmak, öldürmek zorundaydık. İyiydi aslında. Zaten, kazanmayı düşündüğümüz zaferlerin ilk ışıkları hep o öldürmeye çalıştığımız anlarda çarpmaz mıydı yüzümüze? Cebimdeki parayı tekrar kontrol ettim ve caddenin yukarısındaki bara gitmeye karar verdim. Pek sevmezdim orayı. Şehrin en artık ve en sorunlu tipleri düşerdi bu bara. Niteliksiz, kişiliksiz, tiksindirici... Aynı zamanda, kötü niyetli birinin geceyi bir kadınla geçirme rüşveti karşılığında şehrin içme suyuna siyanür atma teklifini kabul edebilecek ölçüde kontrolden çıkmış adamlardı ama arada bir iyi parçalar da düşerdi. Geri döndüm ve yukarı doğru yürümeye koyuldum. Dönerken iyi giyimli, tıraşlı, gençten bir herifle çarpıştık. Herif kesif kokulu bir parfüm sürmüştü. Daha çok, salatalık kokusuna benziyordu. Maydanoz ya da havuç da olabilirdi. Nedenini bimiyordum ama birden herifi yüz parçaya ayırmak geldi içimden. “Pardon!” diyerek yoluma devam ettim. Midem bulanmıştı, adamın kokusu hala burnumdaydı. İçten içe kızıyordum kendime; ne zaman işler yolunda gitmese o kahrolası işleri yoluna koymak yerine, zor da olsa, saçma da gelse, ayakta kalabilmek için bir takım kararlar almak formüller bulmak yerine, kendimi şehrin en kalabalık köşelerinden birine atıyordum. Böyle durumlarda insanların arasına dalmanın, her şeyin daha da içinden çıkılmaz bir duruma dönüşmesinden başka hiçbir işe yaramadığını daha önce defalarca görmüştüm. İnsanlar, birbirlerinin kompleksleriyle besleniyor aralarındaki iletişimi de eziklik ve başarısızlık duygusuyla kuruyorlardı. Birbirilerinden nefret etmiyorlardı ama birbirilerini kıskanıyorlardı. Askerde, işyerinde, hisse senetleri alırken, otomobil kullanırken, makyaj yaparken, sörf yaparken... Amaç hep bir üstte olmaktı. İçlerindeki eziklik duygusunu bastırabilmek için sürekli yeni şeyler, yeni zevkler yaratmaya çalışıyorlardı. Kredi kartları, ithal süs köpekleri, fast foodlar, defileler, müzayedeler hep bu yüzden vardı sanki. Oysa ben insanlara karşı nefret duyuyordum. Farklı olduğuna gerçekten inanıyorsan nefret güzeldir. İnsanın kendisini iyi hissetmesini sağlar. Büyük başarıların ilk adımları hep nefret duygusuyla atılır. Hava kararmaya yüz tutmuştu ve daha serindi. Bara yaklaşmıştım, adımlarımı hızlandırarak bir sigara daha yaktım. On beş, yirmi adım daha yürüdükten sonra içerideydim. İçerisi tenhaydı. Dolu bir barda içmek, semt pazarında kötü müzik yapan bir orkestrayı dinlemek zorunda kalmak gibi bir şeydir. Eski solcular, mistikler, küçük orospular, metalciler, delikanlı ayağına yatanlar, feministler, ibneler, para dilenenler, şairler, fordcular, gevezeler, varoluşçular, acemi içiciler, ha babam çerez götüren müzmin yalnızlar... Bütün gece üzerinden sağından solundan geçen bu güruha katlanmak zordur. Sabır, kondisyon ve para ister. Biramı aldıktan sonra kıyıda köşede bir yere geçip oturdum. Üç beş kişi televizyondaki futbol maçını seyrediyor bir iki yeni yetme kız ortalıkta kıç sallıyor ve müzik insanın kafasını tepeliyordu. Bir süre öylece oturdum. Beş on dakika sonra tuvalete gidip döndüğümde, çirkin ama seksi bir kadın çarptı gözüme. Kadın da beni fark etti, birkaç kere göz göze geldik sonra daha uzun ve sık bakışmaya başladık. Bakışlarımız giderek daha anlam kazanmış belki de anlamsızlaşmıştı fakat aramızda güçlü bir çekimin olduğu kesindi. Uyarıldığımı hissediyor, buna engel olmaya çalışıyor fakat engel olamıyordum. Bütün gücümle kadının içinde patlamak istiyordum. Onun bakışları da benimkinden farklı sayılmazdı. Onunla konuşmaya karar verdim. Biramı dipledikten sonra yanına gidip kulağına eğilerek “Seninle sevişmek istiyorum,” dedim. Kulağına eğilirken kokusunu duymak beni daha da heyecanlandırmıştı ve zannedersem benim nefesim de onu uyarmıştı. Ne diyeceğini bilemez bir ifadeyle yüzüme bakıyordu. Karşı koymak ister gibi bir hali vardı ama karşı koyamayacağını seziyordum. Cesaretim içini kıpırdatmıştı. “Ne dedin...? Anlayamadım,” dedi. Kendini toparlamaya çalışarak. Yineledim, “Seninle sevişmek istiyorum.” “Seni hayatımda ilk defa görüyorum ve bir merhaba bile demeden, gelip benimle sevişmek istediğini söylüyorsun. Bunu sürekli yapar mısın sen?” “Hayır.” “Peki iki insanın sevişmesi bu kadar kolay mı sence?” “Elbette hayır... Ne demek istediğini anlıyorum ama sadece dürüst olmaya çalışıyordum. İnan, uzun zamandır bir kadına karşı böylesine cesur olabilecek denli bir şeyler hissetmemiştim. Hem, herkesin yaptığı gibi önce bir iki yapay cümle bulup, sonra tanrıdan ve siyasetten bahsedip lafı yine sevişmeye getirebilirdim değil mi ?” “Dürüst olman seni haklı çıkarmaz ki.” “Kadınların çoğu senin gibi biliyor musun... Size gerçeği değil, duymak istediklerinizi söylememizi bekliyorsunuz. Herkesle yatağa girilmez kabul ediyorum ama hep aşık olmayı bekleyemeyiz ki.” Blöf yapıyordum. O da anlıyordu aslında. Bir tür oyun oynuyorduk sanki. Birasından bir yudum aldı. “Ben sana bana aşık ol demiyorum ama biliyorum ki, bu akşam sevişsek ve birkaç gün sonra burada tekrar karşılaşsak beni tanımayacaksın belki de.” “O kadar aptal biri miyim sence?” “Bilmem, seni tanımıyorum ki.” Yerime dönmeye karar verdim. “Belki de sen haklısın ama seni gerçekten istemiştim. Merak etmiştim.” Blöfün blöfünü yapıyordum bu sefer. Yerime geçip ona doğru hiç bakmadan içmeye devam ettim. Beni düşündüğünü ve hala beni izlediğini biliyordum. Deli gibi sevişmek istiyordu benimle. Gelecekti... Gelecekti... Gelecekti... Ona yatakta neler yapacağımı düşlüyordu belki de. Nasıl öpeceğimi, içine nasıl gireceğimi...Yanılmamıştım yarım saat sonra yerinden kalktı ve yanıma geldi. Gülümsüyordu. Bu sefer o kulağıma eğilerek, “Hadi gidelim” dedi. Yerimden kalktım. Belime sarıldı ve çıktık. Gece seviştik... Sabah olduğunda her şey yine eskisi gibiydi. İnsanlar sokaklara dönmeye başlamışlardı. 13 “AYDA 1100 DOLAR KAZANMAK İSTER MİSİNİZ! Hızla genişlemekte olan holdingimizin bünyesinde ofis içerisinde görevlendirilecek, az lise mezunu, diksiyonu düzgün, prezantabl, yetiştirilmek üzere bay ve bayan elemanlar aranıyor.” İlanı okuduktan sonra yetiştirilmek üzere yazan adresin yolunu tuttum. Sana o holdinginde ancak bir yöneticinin kazanabileceği aylık parayı teklif eden ve “Yetiştirilmek üzere,” diye başlayan ilanlar hiç şaşmaz bir şekilde sigorta veya başka bir malın pazarlama işi çıkar. Yetiştirme dedikleri de, seni oraya nasıl çağırıp kafaladılarsa, birkaç gün içinde öğretecekleri bir iki numarayla senin de bir başkasını kafalayıp, kazıklama kıvamına getirmektir. Yoksa, sana ayda bin yüz dolar ödeyip yedi ay sonra da “Bak arkadaş biz seni yetiştirdik. Bundan sonrası artık sana kalmış. Holding senin kafana göre takıl.” demeyeceklerdir. Elimde adres yazan küçük bir gazete kupürünün yardımıyla, bir pasajın içinden üç kat çıktım. Doğru yerdeydim büronun kapısını çaldım. Kapıda “Reenkarnasyon Sigorta Hizmetleri” yazıyordu. Kapıyı elli altmış yaşlarında bir adam açtı. Saçları dökülmüş, efendi, naif bir memur emeklisine benziyordu. “Buyurun?” “Ben iş ilanı için gelmiştim de...” “Ha... Gel evladım buyur gir içeri.” İçeri girince hemen önüne bir kapı daha çıkıyordu. Ofis olarak kullanılan bu küçük odanın girişine bir masa koyup, başına da geleni gideni karşılayıp, bir yandan da telefonlara bakması için bu adamı oturtmuşlardı. “ Sen otur evladım, ben içeriye geldiğinizi haber vereyim.” Adamın masasının yanındaki, içeride bulunan tek sandalyeye çöktüm. Adam kapıyı çalıp içeriye kafayı uzattı. “Okşan Hanım bir arkadaş daha geldi iş görüşmesi için. İçeri gelsin ister misiniz?” Tüm holding göt kadar bir yerden oluştuğu için, ofis kapısının hemen dibinde oturuyordum ve oradan kadının nefes alışını bile duyabiliyordum. “Hızla genişlemekte olan holdingimiz...” Ulan bu holding daha nereye kadar genişleyebilir ki? En fazla yan daireyi de satın alırsın, sonra kolonları yıkıp ikisini birleştirirsin arkadaş. “Münip Bey şu an Eraslan Bey’le görüşmeyle başladık. Yeni gelen arkadaşla on beş dakika sonra tek başına görüşürsek daha iyi olur.” “Peki Okşan Hanım.” Adam direktifi alınca gelip masasının başına oturdu. Sonra da, çekmeceden çıkardığı bir başvuru formunu elime tutuşturdu. “ Beklerken bir yandan da şu başvuru formunu doldurun beyefendi.” “Tabi. Kaleminiz var mıydı?” Uzattığı kalemi alıp, kağıdı doldurmaya başladım. Sabıka kaydıyla ilgili bir bölüm yoktu. Başvuru formunu doldurmaya çalışırken, içerideki konuşmaları çok rahat bir şekilde duyuyordum. “Evet işte dediğim gibi Eraslan Bey üç farklı ücret sistemimiz var. Sadece maaş, maaş artı prim veya sadece prim sistemi. Bunlardan birini seçmek sizin tercihinize kalmış olmakla birlikte, ben size prim sistemini tavsiye ediyorum.” Burnuma gelen ilk kötü koku, herkese aynı şekilde söylendiği belli, şeytanca bir planın ilk ayağı gibi görünen ve içinde sinsi anlamlar barındıran bu cümle olmuştu. Yahu hangi geri zekalı bu üç seçenekten maaş artı prim sistemi dururken, ne idüğü belirsiz bir prim sevdasının peşine takılır ki? Hoş bana sorsa, “Arkadaş beni primle mirimle uğraştırmayın. Bana her ay zamanında maaşımı ödeyin yeter,” derdim. “Demek sadece prim sistemi, maaş artı prim sisteminden bile daha kazançlı diyorsunuz Okşan Hanım.” Yapma Eraslan’ım. Etme yiğidim. Anlamıyor musun bir kumpasla karşı karşıyasın. Çalıştır kafayı biraz. Salla başını al maaşını varken, niye kendini sigorta sektörünün bir neferi pozisyonuna getirme gayreti içerisindesin. Primleri kapmak için yedi sülaleni Reenkarnasyon Sigortadan sigortalatsan bile, yedirirler mi sanıyorsun sana bu primleri. “Tabi ki canım... Açıkça söylüyorum; size teklif edeceğimiz ücret çok düşük ve sizi hiç tatmin etmeyecek bir miktar. Maaş artı prim sisteminde de, alacağınız primin yüzdesi normal primle kıyaslanmayacak derecede düşük bir yüzdeyle hesaplanacak. Kendi ufkunuzun sınırlarını ve kazancınızın miktarını kendi performansınız, enerjiniz ve yeteneğinizle belirleme şansınız varken, neden küçük düşüncelere teslim olasınız ki?” “Haklısınız Okşan Hanım.” “Bakın bir de size bir örnek vereyim. Bizim Taci diye bir arkadaşımız var, inşallah beraber çalışmaya başlarsak siz de tanışacaksınız.Taci Bey bir buçuk yıldır bizimle beraber ve şu an prim sisteminden o kadar güzel paralar kazanıyor ki, inanır mısınız ay sonlarında bazen günlerce parasını almayı unutur.” Başvuru formunu doldurmayı tamamlayıp herife uzattım. “Buyurun.” Aldı ve masanın kenarında bir yere koydu. “Çay içer misiniz?” “Zahmet olmazsa bir tane içerim.” “Yok canım ne zahmeti,” dedi ve masanın arkasındaki duvardaki küçük hoparlörün düğmesine basıp, pasajın çaycısına iki çay söyledi. Kadın apaçık ayak sürüyordu. Lafı, “Eraslan’ım sen bu para işlerini şimdiden unut at kafandan,” demeye getiriyordu. Her bir şeyi ballandıra anlatırken iş maaşa, paraya geldi mi kıvırıyordu. Taci denen herif parasını almayı unutuyormuş da falan filan... Kim bu devirde parasını almayı unutur. Taci denen herifin, ayın birinden otuzuna kadar her akşam her primin, her kuruşun hesabını yapıp, ödeme günü sabahın beşinde şirkete damladığına kalıbımı basardım. “Bir de şunu sormak istiyorum Okşan Hanım... Gerçi ilanda ofis içerisinde görevlendirilmek üzere yazıyordu fakat çalışma sistemimiz nasıl olacak?” “Şimdi şöyle söyleyeyim Eraslan Bey; işlerin planlamasını ofis içinde yapmakla beraber, zamanınızın büyük bir kısmını dışarıda geçireceksiniz. Sabahleyin dokuzda burada olup, o gün görüşmeye gideceğiniz kişileri belirledikten sonra, bütün gününüz bu randevuları takip etmekle geçecek. Bu yüzden gezmekten, insanlarla konuşmaktan zevk almalısınız.” Anlaşıldı bu da yalan çıkmıştı. Kibarca “Ofis içinde çalışmak gibi çılgınca bir düşünceye kendini kaptırma, bütün gün o kapı senin bu kapı benim birilerini sigortalı yapmak için yalaklanıp duracaksın,” demek istiyordu kadın. Çayımı yudumlarken, bir an bir elimdeki çay bardağına, bir karşımda oturup benimle beraber çayını yudumlayan Münip Bey’e baktım ve benim burada ne işim var diye, kara kara düşünmeye başladım. Aklımda kaçma fikri belirmişti. “Eraslan Bey bir de...” Kaçmasına kaçmalıydı da, nasıl yapmalıydı? “Af edersiniz Münip Bey halletmem gereken bir işim vardı ve şu an aklıma geldi, acilen gitmem lazım. Ben yarın yine aynı saate gelsem...?” gibi bir yalan sallasam, “Beş dakika daha bekleyin görüşme uzun sürmez zaten,” gibi sözlerle beni ikna etmeye çalışırdı biliyordum. En iyisi hiçbir açıklama yapmadan kalkıp gitmekti fakat bunu yapacak cesareti bulamıyordum. Garip, anlamsız bir utanma duygusuydu bu. Ne yapacaksam yapmalıydım, fazla vaktim kalmamıştı. İçerideki sahtekar kadın her an, “Münip Bey bekleyen arkadaş gelebilir!” diye seslenebilirdi. “Pardon beyefendi, burada kullanabileceğim bir tuvalet var mı acaba?” diye sordum babalığa. “Var evladım. Bu kapının hemen solunda karşıdaki kapı.” “Sağ olun... Ben hemen bir tuvalete gidip geliyorum.” Hemen kalkıp çıktım ve tuvalete gidiyormuş gibi yapıp, arkama bile bakmadan merdivenleri uçarcasına inip kendimi sokağa attım. Yürürken bir an nedensizce gülümsedim. Hatta sokakta olmasam bir kahkaha bile atardım. 14 Medya takibi yaptıklarını söyleyen bir ajansta iş bulmuştum. İşimin sabah sekizden akşam yediye kadar televizyon izlemek olacağını söylediler. İptal olmadığı sürece, iki haftada bir izin vardı ve üç ay sonra sigortalı olacaktım. *Bana reddedemeyeceğim bir teklifte bulundular, ben de hiç düşünmeden kabul ettim. Ülkedeki bütün televizyon kanallarını yirmi dört saat kaydeden televizyon ve videolarla dolu, fazla büyükçe olmayan bir odada çalışıyorduk. Önünde, sağında, solunda duvarlara monte edilmiş onlarca televizyon ve video... Beş kişiydik. Herkesin sorumluluğunda dört beş tane kanal bulunuyordu. Sabah ilk iş olarak; kendi kanallarına ait, bir gün öncesinin kasetlerini başa sarman gerekiyordu. Güne başlarken yapman gereken en önemli iş buydu. Çünkü yirmi beş, otuz tane kaseti kendi masandaki tek videoda sarmaya kalktığında, iki üç saat kaybediyordun. Bu yüzden, işyerinden içeri adımını atar atmaz, herkes boş bulduğu videolara saldı- (*Bir film: God Father. Yönetmen: Francis Ford Coppola. Reddedenin ölümle cezalandırıldığı ünlü replik. Teklifi yapan: Marlon Brando.) rıp kasetlerini sarma mücadelesine girişiyordu. Takip edilmesi gereken haber, kişi veya reklamlarla ilgili ayrıntılar günlük ya da haftalık olarak önümüze geliyor, bu konularla ilgili bulman gereken görüntüyü, birbirinden bölmelerle ayrılmış masaların birinde, kayıtları hızlı sarım izlerken yakalamaya çalışıyordun. Elinde kalem, önünde kağıt, takip ettiğin görüntüyü kaçırmamak için pür dikkat, gözünü görüntülerin hızla geçtiği ekrandan bir saniye bile ayırmaman gerekiyordu. Görüntüyü yakaladığın an saatini, saniyesini, gününü, program kuşağını ve içeriğini kağıda not ediyordun. Akşam yedide çıkabilmek için çok hızlı olmalıydın. Bazen, iki hızlı kaydı aynı anda izlemek zorunda kalabiliyordum. Öğlen yemeği için verilen yarım saatlik arada bile, televizyonun başından kalkman mümkün değildi. Girişimci ruhlu bilanço şeytanları bunu da düşünmüşlerdi. Yemekler dışarıdan bir yemek şirketi tarafından getiriliyor, yerinden bile kalkmadan önüne bırakılan yemeği tıkınıp bir yandan da, ekrandan hızla geçen görüntüler arasından yakalaman gereken saniyelik anı kolluyordun. Bir anlık dalgınlık bir ton kaseti yeniden izlemene, bu da saatlerine mal oluyordu. Tipler her işyerinde olduğu gibi işini seven; işin kendi-sine gelecek vaat ettiğini düşünen, fedakar, besili, iş sırasında birbirileriyle şakalaşmaya bayılan fevkalade sevimsiz orospu çocuklarıydı. Başımızdaki şef denen herif bütün gün incecik sesiyle, ateşteki yemeğinin yanmaması için koşuşturan bir ev hanımının telaşı ve titizliğiyle ortalıkta dönüp durur, patron ve yemek şirketinin elemanları da dahil, herkesin kıçını yalardı. En ufak bir aksaklıkta, feryatlar içinde patronun odasına koşup her şeyden şikayet ederdi. Patronsa abartısız, yüzelli kilogramdan fazla bir zeplindi. Arada bir kafayı bizim bölüme uzatıp tekrar odasına dönerdi. Oturduğu masayla sandalyenin arasına sıkışmış gibi görünürdü. Yerinden çıkması için yardıma ihtiyacı varmış sanırdınız. Nasıl gelip bize yoklama çekerdi, hatta evden her sabah kalkıp işyerine kadar nasıl gelirdi anlamazdım. Ofiste en güzel görünen şey tabi ki, tek dişi varlık olan sekreterin bacaklarıydı. Suratı ve dişleri bir atı andırmasına rağmen, inanılmaz güzel ve seksi bacakları vardı. Ten rengi parlak çoraplar giyerdi. Hızla geçen görüntüleri kaçırma pahasına bile olsa arada bir arkamı dönüp, antrede oturduğu sandalyede yukarı sıyrılmış eteğin içinden uzayan bacakları gördüğümde, donuma boşalacak gibi olurdum. Patron olacak balinanın, odasına geldiğinde onu kucağına aldığına emindim. İlk bir ayın sonunda günde on saatten fazla televizyon izlemekten beynim sulanmıştı. Hububat fiyatlarından resmi gazetede yayımlanan kanunlara, insanı çileden çıkaran bir terlik reklamından, açılış kokteyli yapılmış bir manikürcüye, yolda ezilmiş talihsiz bir tavşana kadar ülkede olup biten her şeyden haberim vardı. Akşam iş bittiğinde gözlerim kan çanağına dönüyordu. Fakat diğerleri inanılmaz bir şekilde hiçbir şeyden şikayetçi değildi. Hatta işten sonra mesaiye kalıp, kablolu kanallardaki kalite! filmleri izleyerek keyif yapıyorlardı. Doğrusu dayanılmaz tiplerdi. Aralarında, televizyon izlemekten kurtulup terfi etmiş, sadece kayıt yapan cihazlarla ilgilenen bir tip vardı. Zorunlu olmamasına rağmen genelde takım elbise giyerdi. Her sabah on numara gözlüklerinin arkasından sırıtarak yanıma gelir, bir gün öncesinden öğrendiği fıkrayı anlatırdı. Anlattığı hiçbir fıkraya gülmememe rağmen, çalıştığım aylar boyunca hiçbir sabah es geçmedi beni. Yan bölmemde çalışan herif, her sabah biri peynirli diğeri sade iki poğaça yer ve akşamüstü beşe doğru köşedeki pastaneden milföy almaya giderdi ve bana da, “İster misin?” diye sorardı. Bunu her sorduğunda mideme bıçaklar saplanıyormuş gibi olur, “Bak adamım her Allah’ın günü saat beş gibi pastaneye gidiyorsun ve o siktiğimin milföy denen şeyini yemediğimi bile bile neden hala milföy ister misin diye soruyorsun bana? Söylesene neden ha neden!?” diye bağırıp, suratına bir sağ direk çıkarmak gelirdi içimden fakat her seferinde müşfik bir ses tonuyla “Hayır,” dememe rağmen yine de sorardı: “Dostum ben milföy almaya gidiyorum, sen de ister misin?” 14 Yalnızlığın ve umarsızlığın doruklarındaydım. Hayatım- ın hiçbir devresinde insanlara bu denli az ihtiyacım olduğunu düşünmemiştim. Hele ki kadınlar, onları düşünmek bile istemiyordum. Kıyısından geçip yine de çamuruna bulaşmaktan kurtulamadığım bir kaç sakat ilişkiden sonra... Doğrusunu söylemek gerekirse, bir yandan da içten içe hayatıma yeni bir kadının girmesini istemiyor da değildim. Bildiğim tek şey vardı ki, dünyanın en tehlikeli duygusuyla karşı karşıyaydım. Bir kadının sevgisine ihtiyacım vardı. Oysa ki, bir adamın en büyük ihtiyacı düşünmektir. Düşünmek ve bulmak ve bulduklarını hayatla çarpıştırmak. Düşünmek ve bulmak... Bunun için yalnızlığa ihtiyacın vardır ama yalnızlık acı verir. Aşksa, bir adamın hayatındaki boşlukları dolduramıyorsa, yeni boşluklar açmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Her şey bir tesadüfle başlamıştı. İnsan hayatını kökten değiştiren şeylerin tesadüfler olduğuna inanmışımdır hep. Tesadüflerle patlak veren küçük ihtilaller bir anda altüst etmez mi hayatımızı? Ve her zaman, bu tesadüflerin en güzeli bir kadın değil midir? Ansızın patlak veren bu ihtilallerle en çok da biz erkekler alt üst olmaz mıyız? Kadınları seçtiğimize inanmıyorum, daha doğrusu seçme şansımız olduğuna... Her erkek bazı kadınların ilgi alanına giriyordu ve yaşadığı sürece o bazı kadınlar biz farkında olmadan her seferinde, hayatımıza en olmadık bir yerden giriyor ve yine en olmadık bir yerde filmi koparıp gidiyorlardı. Gelişlerine de gidişlerine de hiçbir zaman itirazım olmadı kadınların. Onu ilk gördüğüm akşam, işten çıkmış gözlerim kan çanağına dönmüş bir şekilde ortalıkta amaçsızca dolaşmış, film afişleri, kitapçılar derken yine kendimi bir bar taburesinde bulmuştum. Belki tanıdık birilerine rastlarım diye içeriye şöyle bir göz attığımda, arka masalardan birinde Serdar’ı gördüm. Yıllardır tanırdım bu herifi. Arada bir karşılaşınca alkol arkadaşlığı yapardık birbirimize. O da beni fark etmişti ve gelsene manasında bir işaretle masaya çağırdı. Yanında bir kız vardı, bir anlık tereddütten sonra yanlarına gitmeye karar verdim. Hakkında pek fazla bir şey bilmediğim adamlardandı. Müzikle uğraşıyor ve para kazanmak için bir yandan da kabzımallık yapıyordu. O da beni fazla kurcalamazdı ama kırk yılın başı bir karşılaştığımız zaman iki çift lafın belini iyi kırardık ve sonra uzun bir süre birbirimizi görmezdik ama ilk karşılaşmada her şey kaldığı yerden devam ederdi. İyi adamdı Serdar, içi dışı bir olan kuyunu kazmayan cinsten. Alkolün ve dürüstlüğün dengelediği samimi bir alışveriş... Ki bu çoğu zaman, nefrete dönüşen yıllanmış dostluklardan daha iyidir. Masaya geldiğim de beni ayağa kalkarak karşıladı. “Oo, dostum nerelerdesin sen?” “ Buralardayım... Yaşıyorum hala.” “Neler yapıyorsun görünmeyeli nasılsın?” “Fena sayılmaz, iş güç işte... Bildiğin gibi.” O sıra bizim merhaba faslımızı dinleyen kıza dönüp, “Bu Ferit,” sonra da bana dönüp “Bu da Ayça,” diyerek bizi tanıştırmış oldu. Karşılıklı “Memnun oldum,” diyerek tokalaştık. “Sevdiğim ender adamlardan biridir Ferit.” “Sağ ol dostum. Sen de benim için sayılı adamlardansın.” diyerek jestine karşılık verdim. “Otursana.” “Rahatsız etmeyeyim sizi.” “Yok canım ne rahatsızlığı... Biz de sıkılıyorduk zaten.” “Ee sen anlat... Nasıl gidiyor müziğe devam mı hala?” “Hiç sorma... İki ayda bir grup kurup dağılıyoruz. Her bulduğum adam fos çıkıyor sonunda. Gerçekten müzik yapmak isteyen ciddi adam yok piyasada. Herifi sevgilisi terk eder grubu bırakır, anneannesi ölür provaya gelmez... En iyisini sen yapıyorsun, yazarken tek tabancasın hiç olmazsa.” Sonra Ayça’ya doğru dönüp beni göstererek, “Kendisi yazardır,” diye ekledi. “Hımm, öyle mi?” diye bana bakarak karşılık verdi tatlı bir gülümsemeyle. Gülümsemesi güzeldi ve harikulade buğulu bakan gözleri vardı. Gülümseyerek karşılık verdim: “Yok öyle bir şey, şaka yapıyor... Yazar taklidi yaparak kendimi avutuyorum sadece.” “Abartma, şu dergideki öykün fena sayılmazdı.” Üniversite yıllarında çıkardığım bir dergiden bahsediyordu. “O dergiyi ben çıkarıyordum, sonra battık zaten,” dedim. Ayça elindeki birayı ani bir şekilde masaya bırakıp küçük bir kahkaha patlattı. “Çok komiksin.” Bir kadın gözlerimin içine bakıp, zırvaladığım bir şeylere gülmeyeli uzun zaman olmuştu. Ve büyük trajediler hep küçük komik şeylerle başlardı. Bir yandan içip bir yandan laflamaya devam ediyorduk. O ana kadar, bir otelde resepsiyonist olarak çalıştığını, Dire Streets dinlediğini öğrenebilmiştim ve dört kere çişe gitmiştim. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu Serdar masadan kalktığımı görünce. “Tuvalete... Beş dakikaya kadar dönmezsem polis çağırın.” Geri döndüğüm de Ayça’nın keyfi yerindeydi. “Nerede kaldın? Amma da çok tuvalete gidiyorsun.” “Hep bira yüzünden... On dakikada bir altına işeyecekmiş gibi oluyor insan.” “Altına işemek dedin de, bir defasında gerçekten altıma işemiştim.” “Çocukken ben de bir defa altıma kaçırmıştım.” “Hayır benimkisi çocukken değil. Geçen sene bir gün iş dönüşü eve kadar kendimi tutmaktan neredeyse böbreklerimin patlamak üzereydi. Neyse... Eve kadar dayanmıştım ve kapının önünde oh işte az kaldı derken, çantamın içinden anahtarımı bir türlü bulamıyordum. Dakikalarca çantayı karıştırayım derken, birden bacaklarımın arasından aşağıya doğru inen bir sıcaklık hissettim. Hiç bu kadar rahatladığımı hatırlamıyorum. Harikaydı, arada bir sen de dene.” “Bu gece için olmaz ama sonrası için iyi fikir. Bunu düşüneceğim.” Orada biraz daha lafladıktan sonra kalkıp başka bir yerde devam etmeye karar verdik. Caddedeydik, Ayça bizden biraz daha önde yürüyordu. Güzel bir kızdı. Nefis uzun bacakları vardı. Kestane rengi düz saçları, omuzlarından ve sırtından deri montuna dökülüyordu. Konuşmadan onu izliyorduk. Akşamın içinden caddeye yayılan huzurlu bir hava vardı ve o nereye gittiğini biliyordu. Geldiğimiz yer biraz gürültülü ama daha canlı bir yerdi. Masanın birine çöktük ve birer bira söyledik kendimize. Gece güzel olacak gibi görünüyordu ama tedirgindim. Çünkü Serdar’ı düşünüyordum. Her ne kadar orada olmam tesadüfen de olsa ve beni masaya kendisi davet ettiyse bile kızla ilgileniyor olmam onu rahatsız etmiş miydi acaba? İyi bir adamdı ve güzel bir kadını belki de benden daha fazla hakediyordu. Bir ara tuvalete gitmek için kalktığın da arkasından gidip yakaladım. “Dostum kızla ilgilendiğimin farkındasın değil mi? Aranızda bir şey varsa burayı otuz saniye içinde terk ederim. “Saçmalama... Bu bizim belki de son görüşmemiz olacak- tı.” “Emin misin?” “Aramızda bir şey yok rahat ol.” Masaya döndükten sonra biraz daha oturup lafladık. Ayça sabah çok erken uyanmak zorunda olduğunu söyleyince kalkmaya karar verdik. Barın kapısında Serdar bizden ayrıldı. Ben otobüs durağına kadar Ayça’ya eşlik ettim. Yolda pek bir şey konuşmadık, ara sıra göz göze geldiğimizde gülümsedik sadece. “İlk gecenin sihri,” diye düşünüyordum. Korumuştu ikimizi de ve bu sihre daha çok ihtiyacımız olacaktı. Ayrılırken başka bir gün görüşebilmek adına hiçbir şey söylemedim. Telefon numarasını da istemedim. Fark ettirmemeye çalışsa da bu duruma içerlemişti. Sadece, “Belki tekrar karşılaşırız,” dedim fakat bilmediği bir şey vardı onu bulacaktım. 15 Telefonunu Serdar’dan alıp, bir hafta sonra aramaya karar verdim. İlk jetonu ankesörlü telefonun kutusuna atıp numarayı çevirdim. “Alo...” Onun sesi olmalıydı. “Merhaba Ayça ben Ferit hatırladın mı...?” “Aaa! Ferit sen misin?” “Evet.” “Doğrusu şaşırttın beni. Ben bir daha görüşeceğimizi dü- şünmemiştim. Telefonu başkalarından mı istersin hep?” “Bazen...” dedim ve devam ettim. “Seni aramam gerektiğini düşündüm.” “Hımm... Demek öyle. Peki neden böyle düşündün?” Sesine tatlı bir ton takınmıştı sanırım kur yapıyordu. Ha- vaya girmiştim. “Bilmem belki de merak... Bilirsin merak çok güçlü bir duygudur.” “Peki sadece merak mı?” “Evet öyle sayılır ama bu isteyen bir merak.” Ankesörlü telefon jetonu yedikçe “Dıt...dıt...” diye ötüyordu. “Fazla havaya girme sersem telefon her an suratına kapanabilir,” diye düşünüyordum bir yandan. “Ne istiyor peki bu bay merak?” “Jeton...” “Nee...!?” “Ah pardon kusura bakma jeton atmam gerekti de kutuya... Tabi ki ilk olarak ve acilen seni tekrar görmeyi...” “Eminim şu anda beni görmek isterdin.” “Anlamadım?” “Aradığında banyodan yeni çıkmıştım, kurulanıyordum.” Kıkırdıyordu bir yandan. Onu hayal edebiliyordum. Vücudundan süzülen su damlacıklarıyla oynaşırken, gözlerin- deki o müthiş baygınlılıkla gülümsüyordu ve farkındaydı doğanın ona verdiklerinin. “Hımm, şimdi anladım tamam ama bir gün mutlaka gerçekleştirmek isterim bunu.” “Fazla heveslenme bayağı beklemen gerekebilir.” “İstediğin şeyi beklerken sıkılmazsın.” “Umarım sıkılmazsın.” “Kesinlikle,” diye cevapladım ve sonra sözü esas mesele- ye getirdim. “Peki ne zaman görüşüyoruz?” “Hımm, geçen hafta boyunca çok yoğundum. Bu haftada çok yoğun olacağım ama şanslısın yarın izinliyim.” “Harikasın!” Ertesi gün akşama kadar, ayağı yanmış tavuklar gibi dolandık durduk. Gezdik, yürüdük, göz göze geldik. İçtik konuştuk. Sadece ilk yapıldığında tat veren her şeyi yaptık. Sonra onu berbat evime davet ettim. Gittik fakat telefonda söylediği gibi uzun süre bekletmedi beni. 16 Şişli’de bir yerlerde bir bodrum katı tutup, beraber yaşamaya başlamıştık. Rutubetli ve güneş görmez bir yer olmasına rağmen, benim eski sefilhaneye beş çekerdi. Nereden bakarsan tuvaleti, banyosu, mutfağı vardı. Hatta, apartmanın Seyit diye bir kapıcısı bile vardı. Banyonun havalandırma camının, kapıcı dairesinin oturma odasına açıldığını bilmeden, -ta ki, bir gün havalandırmadan sigaramı atmak için camı açtığımda Seyit’i kanepede çay içerken görene kadar- birçok kere sıra dışı küvet fantezileri yapmıştık. Karşımızdaki dairede yüz kilogram civarında bir kadın oturuyordu. İlk taşındığımız gün, koltuğunun altında bir Kuran-ı Kerim’le bize hoş geldin ziyaretine gelmişti. Sonradan bu kadının kapıcı Seyit’le ortak, evini gizli gizli randevu evi gibi işlettiğini fark ettik. Bu konu hakkında “Acaba yanılıyor muyuz?” diye çok düşünmüştük fakat yanılmamıza imkan yoktu. Çünkü eve sürekli güzel kızlar geliyor ve arkalarından oduncu kılıklı adamlar damlıyordu. Birbirine benzemeyen bu kadar kadın ve adamın hepsinin, randevucu karının ailesinden olması mümkün değildi. Dikkat çekmemek için kızlar bazen yanlarında küçük çocuklar da getiriyorlardı. Ben Seyit’e her açıdan uyuz oluyordum. Herif hem karı satıyordu, hem de kendi alışverişimizi kendimiz yapmamıza rağmen, her ay haybeden para ödüyorduk. Hepsi bir kenara, onun yüzünden banyoda sevişemiyorduk. Ensesindeydim kanepe güzelinin. Bir gün, Ayça’nın arkadaşlarından biri bize geldiğinde, yanlışlıkla bunun ziline basmıştı, kapıya çıktığımda kızı azarlarken buldum. Boğazından tutup yakaladım pisliği. “Senin ne dolaplar çevirdiğini biliyorum, ayağını denk al boğarım lan seni!” Ne demek istediğimi anlamış, kıvırmaya ve üste çıkmaya çalışıyordu. “Yeter artık bıktım ben bu işten! Hem bütün apartmanın kahrını çek, hem de azar işit...” “Ulan bu güne kadar bir tuvalet kağıdı bile aldırmadım sana. Her ay tıkır tıkır sayıyorum avucuna parayı. Şerefsizlik yapma siktir git, başımı belaya sokma benim!” Bağırdığımı duyan kerhaneci karı, telaş içinde, elinde tespihi ve başında örtüsüyle dışarı fırladı ve beni yatıştırıp Seyit’i evine soktu. 17 Televizyon izlemekten anam ağlamaya devam ediyordu. Ayça’da sabahın altılarında yolları arşınlamaya. İş çıkışlarında onu otelden alırdım, eğer ki yorgun değilsek bir yerlerde bir şeyler içmeden dönmezdik eve fakat bar geceleri genelde kavgayla biterdi. Sebepse benim sık sık girdiğim kıskançlık krizleriydi. “Hastasın sen!” derdi Ayça. “Beni orospu mu zannediyor- sun!?” “Birilerine bakmana dayanamıyorum.” “Kimseye baktığım filan yok.” “Karşı masadaki herife baktığını gördüm.” “Herkes birbirine bakar.” “Bakamazsın... Beni maymuna çeviremezsin beş paralık adamların karşısında!” Böyle anlarda korkunç olurdu. Her seferinde; erkeğin kendisine aşık olduğunu bilen bir kadının dişisel sezgisiyle, peşinden gideceğimi bildiği için hiçbir taviz vermeden, konuşmadan, anlamaya çalışmadan, basit bir pavyon şarkıcısı tavırlarıyla çantasını kaptığı gibi çıkar giderdi, geceyi arkadaşlarından birinde geçirmek için. Bindiği taksilerden zorla indirirdim. Aşk, insanı hep şu iki uca getirip götürüyordu; sonsuz bir özgürlük veya seni benliğin gibi saran bir tutsaklık duygusu. Ve aşkın, hiç şaşmaz bir şekilde sırayla dönüştüğü iki şey vardı: İlk önce tutku ve ardından onun kaçınılmaz ürünü nef- ret. Sonuncusu beni korkutuyordu. Uykuya bayılırdı Ayça. Akşam yatağa girer girmez göz kapakları kapanırdı. Haksız da sayılmazdı. Oturmak yasak, bütün gün sekiz on saat ayakta durmak kolay değildi. Bense ne yapar eder, bembeyaz teninin harika tadına varmadan uyutmazdım onu. Sonra yorgun başını göğsüme yaslayıp, küçük burnunu sigara ve ter kokan kıllarımın arasına koyduğunda bıraksam, saatlerce, günlerce uyuyabilirdi. Yatmadan önce çalar saati yarım saat ileriye almamıza rağmen, uyandığımızda başımıza ağrılar girmiş ve hep işe geç kalmış olurdu. Yine de aldırmaz, insanı baştan çıkaran gülümsemesiyle boynuma sarılıp, “Hayatım buna bayılıyorum işte... Senin kollarında uyumak dünyanın en güzel şeyi,” der ve kovulmamak için hızla giyinip avuçlarımın içinden havalanan beyaz bir güvercin gibi uçup giderdi. Bir sigara yakar, yatağın içinde öylece bakardım arkasından. Ona sahip olduğum ve bir saat sonra gidebileceğim berbat bir işim olduğu için şanslı sayardım kendimi. 18 Yine kavgayla biten bir gecenin sonuydu. Sinemadan çıkmış eve dönüyorduk, peşinden koşmama rağmen yakalayamamıştım. Bir taksiye binip kaçmıştı. Sinirleri yatışınca döner diye düşünerek, bir şişe ucuz viski alıp eve dönüp beklemeye başladım. Saatler birbirini kovalıyordu ve Ayça ortalıkta yoktu. Sabaha kadar yarım şişeden fazla viski içtim. Çılgına dönmüştüm. Sabah ilk otobüse binip çalıştığı otele gittim. Otelin karşısındaki sokakta beklemeye koyuldum kuru bir soğuk vardı ve viski beni mahvetmişti. Ayakta zor duruyordum. Bir saate yakın bir bekleyişin ardından, karşıdan geldiğini fark ettim. “Kusursuz bir dişilik,” diye düşündüm. Evet beni teslim alan buydu. “Neredeydin, dün gece kimde kaldın?” diye sorarak çıkıştım yanına vardığımda. “Kız arkadaşımın birinde kaldım.” “Neden böyle bir şey yaptın? Sen dönmeyince delireceği- mi bilmiyor muydun?” “Beni sürekli suçlamandan, bana orospuymuşum gibi davranmandan bıktım artık Ferit.” “Benim yanımdayken başkalarına kur yapmana, kesişme- ne izin mi vereyim? Benden bunu mu istiyorsun?” “Kimseye kur yaptığım yok. Sana söylüyorum hep, insan- lar birbirine bakar, göz göze gelir.” “Peki neden o zaman seni, yaşlı çirkin bir osurukla, ya da sokaktaki boyacıyla, ya da yaşlı bir kadınla değil de hep, hoşlanabileceğin bir orospu çocuğuyla göz göze geldiğinde yakalıyorum.” “Hastasın sen hasta anlıyor musun? Kafanda hep hastalıklı düşünceler var.” “Bundan başka söyleyecek laf bulamıyorsun değil mi? Hastasın sen hasta... Asıl hasta olan sensin. Erkek hastası... Karşında eli yüzü düzgün bir göt oğlanı gördün mü dayanamıyorsun.” “Ne yaptım peki bu güne kadar...? Aldattım mı seni hiç? Birine baktığın zaman ille de onu istemen mi lazım?” “Sen orospuluğun sadece, başka biriyle yatağa girip beni aldatarak mı olacağını sanıyorsun? Seni karşındaki adama bakmaya iten dürtü ne peki? Cinsellik değil mi? Annelik duy- guları mı salgılıyorsun barda herifin birini görünce? Beni salak mı sanıyorsun sen? Bana bak Ayça, birilerine kur yapıp sonra da benimle aynı yatağa giremezsin. Benim bunu yaşayacağım ve yaşatacağım bir sürü kadın var. O zaman bir- birimizle işimiz ne? Bunları aciz, kişiliksiz bir adama yapabilir, kabul ettirebilirsin ama bana asla. Anlıyor musun?” Söylediklerime hiçbir cevap vermeden kayıtsızca dinliyordu. Sıkıştığı zamanlarda böyle yapardı. Ona ne kadar bağırıp çağırsam da, ruhunun en ince ayrıntılarını, en saklı köşelerini, en büyük günahlarını bulup çıkarsam ve yüzüne haykırsam da, yine kendi kendimi yiyip, kendi kendimle çelişip, ona teslim olacağımı, ondan nefret etsem bile onu terk edemeyeceğimi bilirdi. “Konuşsana, bir şeyler söylesene, neden susuyorsun?” “Konuşacak bir şeyim yok, işe geç kalıyorum.” “İşte busun sen. Beynin yok senin. Ucuz bir mahalle orospusu gibi davranmaktan başka bildiğin bir şey yok.” Hala susuyordu. “Akşam eve gelecek misin? Eve gel böyle hiçbir şeyi çö- zemeyiz.” “Hayır gelmeyi düşünmüyorum. Bir süre görüşmesek daha iyi olur bence.” “Saçmalama! Eve gel.” “Lütfen zorlama. Gitmek zorundayım işe geç kalıyorum.” “Ne halin varsa gör!” 19 Dört gün boyunca dönmedi. Aralıksız içiyor, ertesi gün muhakkak yarım saat kırk beş dakika takıyordum işe. Kılıbık şef, bu duruma balinanın kudurduğunu söylüyordu. Ayrıca bu saatlerin ay sonu ücretten kesileceğini ve böyle devam edersem bana yol vermek zorunda kalacaklarını, kendimi bir an önce toparlamamı... “Hı hı... Tamam. Kendimi iyi hissetmiyorum ama birkaç güne kalmaz toparlarım,” diyerek geçiştiriyordum. Dördüncü günün gecesi kendimi dışarı attım. Bir gece da- ha beklemeye tahammülüm kalmamıştı. Bir gece daha, beni delirtmeye yeterdi biliyordum. Eski evin sokağındaki bara gittim. Fazla kalabalık değildi içerisi. İyiydi. Tezgaha geçip bir tabureye oturdum. Gökhan tezgahın öbür tarafında müzikle uğraşıyordu. Barın sahibiydi. Arkası dönük olduğu için geldiğimi fark etmemişti. “N’aber Gökhan,” diye seslendim. Sesimi duyunca bana doğru döndü. “Sen miydin Ferit... Hoş geldin.” “Sağ ol.” “Çoktandır yoksun?” “Uğrayamadım... Canım çıkıyor çalışmaktan.” “İyi görünmüyorsun, canın bir şeye mi sıkkın?” “Sevgilim terk etti beni.” “Takma... Barışırsınız.” “Bakalım... Bir rakı versene bana.” “Yanına su istemiyorsun değil mi?” “Hı hı... Su verme yanına.” Bir çırpıda hazırladı rakıyı. İlk fırtta yarıladım. Buzlu... İyi gelmişti. “Yavaş git.” “Boş ver.” “Ne iş yapıyorsun? Garsonluğa devam mı?” “Yok... Bıraktım barı. Televizyon işinde çalışıyorum.” “Televizyon mu? Artist mi oldun yoksa?” “Günde on bir saat, hızlı sarım video kaset izliyorum.” “Kasetler nasıl porno mu?” “Hıı... Porno. Gözlerimi beceriyorlar.” Ayça bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Kadınlar yokken on- laldan başka bir şey düşünemiyordun. Kadınlar varken yine onlardan başka şey düşünemiyordun. Her iki durumda da kaybeden sen oluyordun ve gittikleri zaman elinde acıdan başka bir şey kalmıyordu. Zannedersem bir adam kaybettiği zaman, kadınsa sadece elde edemediği zaman acı çekiyordu. Kaybettiğimin farkındaydım. “Bir rakı daha versene Gökhan.” “Yavaş... İyi görünmüyorsun.” “Haklısın. Rakıyı boş ver bira olsun.” İçerisi yavaş yavaş doluyordu ve havadan bela kokusu alı- yordum. Her türlü şey hakkında yanılabilirdim fakat bir bar taburesinde otururken, yaklaşan belanın kokusunu on kilometre öteden alabilirdim. Hep aynı hikayedir bu; herifin biri içeri girer, ilk göz göze geldiğin anda tüylerin diken diken olur karnına bir bıçak saplanıyormuş gibi hissedersin ve “Aman tanrım ne kadar da çirkin ve iğrenç bir orospu çocuğuna benziyor. İnşallah yakınıma bir yere oturmaz,” diye geçirirken içinden ve en azından birkaç seçeneği varken, gelip yanındaki tabureye oturmuştur bile. Ardından senin daha önce hiç içmediğin bir içki söyler kendine ve muhtemelen çerez de ister. Özel ağız tatları vardır böyle tiplerin. Sonra çaktırmadan birbirinizi süzmeye başlarsınız. Ben asla belli etmem baktığımı. Uzun gecelerden sonra sağlam bir sinir sistemine ve dayanıklılığa sahiptim. O ise dayanamaz, iğrenç suratını üç beş dakikada bir sana doğru çevirip bakar. Başarısızlık, parasızlık, çoğu zaman kadınsızlık... Bir taraf pes edip çekip gitmezse, genelde kapıya çıkılır kozlar paylaşılır. Yarım saat kadar sonra iki tip yanımda bitivermişti. İçeride bir sürü boş yer olmasına rağmen birisi yanımdaki boş tabureye çökmüş, diğeriyse ayakta benimkiyle berikinin arasında dikiliyordu ve her hallerinden dallamanın önde gideni oldukları anlaşılıyordu. Gelir gelmez, iğrenç kahkahalar eşliğinde kral abazan muhabbetine başlamışlardı. İşte böyle, tanrının kıyak geçip iki iki yolladığı da oluyordu. Hey büyük Allah’ım! Neden ben? Neden hep, en münzevi kullarına yaparsın bu şakaları. Ayaktaki, iki biradan sonra su koyvermeye başlamıştı. Zaten daracık olan ve benim bile zor sığdığım kıç kadarlık bölgeyi zorlamaya çalışıyordu. Dirseğiyle itildiğimi hissediyordum. Sanırım donukluğumdu onları bana çeken. Bir de iri yarı olmayan birinden beklenmeyecek kadar sert ve iradeli görünmeme dayanamıyor olabilirlerdi kanımca. Kolay lokma gibi görünmeme rağmen, içlerinden “Ne ayak lan bu herif?” diye geçirip bir şekilde yanıma düşüyorlardı. “Ah be oğlum unutamıyorum lise günlerimizi! En iyisi bizdik değil mi?” diye söyleniyordu, ayakta dikilip beni sıkış- tıran, ötekine. Zayıf, uzun sayılabilecek bir boyda, sivilceli bir kekoydu. “Kesinlikle dostum... Zıpkın gibiydik o zamanlar.” Diğeri, kesinlikle dayanamadığım tiplerdendi. Gür yağlı saçları yanlardan arkaya çapraz taranmış, ense kökünde gram kıl yok, tıraş çizgisi her zaman net ve belirgin, yanaklar etli ve pembe, dişler sağlıklı, kulaklardan kan fışkırıyor, favoriler düzgün kesilmiş, kenzo parfüm, formüla bir hastası, beş sene öncesine kadar yakışıklı olduğuna herkesi inandırmış ama artık inandırıcılığını kaybetmiş, cüzdan taşımaya bayılan ve ekonomi dergileri takip eden gürbüz bir dürüm hastasıydı. “Okul takımının bel kemiğiydik. Bölge şampiyonu olduğumuzda attığım golü hatırlıyor musun?” “Hatırlamaz mıyım? Pası ben vermiştim ya sana. Sonra da Gülşenler'le içmeye gitmiştik.” Çaktırmadan dinliyordum. “Kesin Gülşen’e aşıktı bu keko,” diye geçirdim içimden. Birden efkarlandı. “Ben aşıktım o kıza biliyorsun değil mi?” “Tabi ki, bütün lise yılları boyunca Gülşen bunu sallamamıştır,” diye düşündüm tekrar. Gürbüz, sessizce kafasını salladı onaylayarak. Keko tekrar söylendi. “Ama o ne yaptı gözümün önünde Cevat denen herifle yiyişmişti.” “Boş ver dostum... Buraya bunları konuşmaya gelmedik- ki... Bu gün senin doğum günün, eğlenelim be adamım!” “Heyy! Tabi ki dostum, haklısın bu gün benim doğum gü- nüm. Haydi içelim bakalım!” diye onayladı keko ve bardağını sertçe kaldırıp gürbüzle tokuşturdular. Bardağını tokuşturmak için kaldırdığında, ben de biramdan bir yudum almak üzereydim ki, kolunu çarpıp biranın hafiften üzerime dökülmesine neden oldu. Durumu fark ettiğinde dönüp, “Af edersin birader” diyeceğine, sırıtıp “Hey dostum sen de içsene, bu gün benim doğum günüm!” diyerek bardağını bu sefer bana doğru kaldırdı. Karşılık vermeden, suratına bakıp biramdan mütevazı bir fırt aldım. “Neyin var senin dostum? Bize katılmak istemez misin?” Sırıtmaya devam ediyordu. “Midesine bir sol, sonra çenesine bir sağ aparküt çıkarsam mı?” diye düşünüyordum. Berkiyle göz göze geldim, o da davetkar bir şekilde sırıtıyordu. “Sağ ol birader. Siz eğlenin ben bu akşam biraz keyifsizim.” “Neden?” diye sordu keko. Bayağı dişli çıkmıştı pes etme- yeceğe benziyordu. “Ayaklarımda mantar var sürekli kaşınıyorlar.” “Doktora gitsene.” “Ha evet... Yarın gitmeyi düşünüyorum.” Gürbüzle göz göze geldik. Kekoyu kafaya aldığımı çakmıştı. İşemek için kalktım. Döndüğümde keko taburemde oturuyordu ve biramdan hatırı sayılır bir miktarda içilmişti. Geri kalanı dipleyip, hiç bozuntuya vermeden yenisini söyledim. Birbirilerine bakıp bıyık altından gülüyorlardı. “Dostum yerime oturmuşsun?” “Çok yoruldum. Eğer problem değilse biraz oturabilir mi- yim?” “İyi peki... Bir ara ben yorulunca değişiriz.” “Sabır,” diyordum içimden. “Sabret tanrı seni deniyor.” İçmeye devam ettim. Arada bardakları üçlü tokuşturuyor- duk. “Hangi takımı tutuyorsun,” diye sordu keko. “Takım tutmuyorum.” “Hangi takım mış?” diye merakla sordu gürbüz. “Takım tutmuyormuş,” diyerek alayla karışık iletti. “Neden dostum...? Futbolu sevmez misin?” diye sordu gürbüz. “Evet pek hoşlanmıyorum. Daha çok salon sporlarını severim ben. Voleybol gibi...” Tekrar işemeye gittim. Döndüğümde yerimde oturmaya ve biramdan götürmeye devam ediyorlardı. Bir ara keko tuvalete kalkınca berikine “Bak birader, arkadaşının sürekli benim biramdan içtiğinin farkındayım ve yerimde oturmaya devam ediyor. Uyarır mısın onu,” dedim. “Tamam dostum anlıyorum seni ama biraz sakin ol. Çün- kü bu gün onun doğum günü ve kafasını dağıtmaya ihtiyacı var. İdare et işte, anlarsın...” Sözünü bitirdiğinde sırtımı da ufaktan sıvazlayıp, ”Ona bulaşırsan karşında beni bulursun,” manasında gözdağı vermişti kendince. “İyi,” dedim. “Madem bu gün doğum günü, biraz dağıtmak hakkı.” Keko çişten dönmüştü. “Dostum bu gün doğum gününmüş senin... Haydi içelim,” diyerek bardağımı kaldırdım. Üçlü tokuştuk yine. Eğlence başlamıştı ve geri dönüş yoktu artık. “Bakın beyler,” dedim. “Benimle bir iddiaya var mısınız?” “Ne iddiası?” diye atladı keko. Gözleri parlıyordu. “Diyorum ki, ikinizden biri bir tekilayı içene kadar ben i- ki birayı bitirebilirim.” “Allah Allah... Nasıl olacak ki?” diye söylendi keko. Hala gözleri parlıyordu. “Kaybeden tekilayı ve biraları öder.” “Vardır bu işte bir numara ama...” diye mırıldandı gürbüz. “Var mısınız?” diye üsteledim. “Tamam ben varım,” diye atladı keko. Ben kekoya dönerek devam ettim. “Fakat birkaç şartım var. Ben ilk birayı bitirip ikinciye başlarken tekilanı içmeye başlayacaksın. Bir de, ne olursa ol- sun asla benim içtiğim ilk biranın bardağına dokunmak yok. Anlaştık mı?” Suratıma eşek eşek bakıyordu. “Tamam kabul... İlk biranın bardağına dokunmak yok.” “Peki öyleyse içkileri söylüyorum.” İçkiler geldi. Tekilayı onun önüne koyup, ilk biradan ko- caman bir yudum alarak yarıladım. Nefeslenip ağzımı silerken, gürbüzle göz göze gelip pis pis sırıttık birbirimize. İ- kinci diplemede birayı bitirip, bardağı masaya bıraktım. Keko heyecan içinde bir bana bir önündeki tekilaya bakarken, boş bardağı ters çevirerek tekila kadehinin üstüne kapattım. Dav- ranacak gibi olunca bileğinden tutup, “Anlaşmayı bozma,” dedim. “Bardağa dokunmak yok.” Ardından, bir yandan madara olmuş yüzlerine bakıp tekilanın üstüne çevirdiğim boş bardağı tutarken, bir yandan da içmeye devam ederek, tek nefes de ikinci birayı da devirip bardağı tezgaha indirdim. “Nasıldı beyler...? İyi numara değil mi?” Gürbüz feci bozulmuş, kanlı kulakları kızarmıştı. “Ama hesap benden merak etmeyin.” “Arkadaşımı aşağıladın!” dedi öfkeyle. “Niye ki...? Ne güzel eğleniyoruz işte. Siz de bunu istemi- yor muydunuz?” “Sana uyuz oldum oğlum.” “Dışarı çıkmak ister misin?” Kabul etti çıkmayı. O ana kadar durumu çaktırmadığım Gökhan’a seslenip, kulağına durumu anlattım. Kekoyu göstererek: “Sen şunu tut, ben diğeriyle çıkıyorum,” dedim. Sokaktaydık. Karşı karşıya gelince şöyle bir ölçüp biçtim herifi. Nereden bakarsan bak on beş yirmi kilogram fazlası vardı benden. Korkuyormuş gibi görünerek, enerjisini düşürmeye karar verdim. “Bak arkadaşım böyle olsun istemezdim ama siz de biraz abarttınız. İsterseniz kapatalım meseleyi. Kusura bakma.” Hemen rahatladı ve elini omzuma koydu. “Sana idare et demiştim ama sen artistlik yaptın bize. Şu an özür dilemeseydin amına koyardım senin.” Jestine karşılık veriyormuşçasına kafamı yere eğerek sallarken, hiç beklemediği bu anda doğrulup burnunun tam ortasına kafayı çaktım. Çok sağlam bir yere oturmuştu. Kafanın hemen ardından sarılıp, kısa bir boğuşmadan sonra yere devirdim. Gökhan ve garsonlardan biri beni gürbüzün üstünden çe- kip aldıklarında gürbüzün gürbüz suratı pek iyi görünmüyor- du. Ayağa kalktım, keko tam önümde dikiliyor, öbürü biraz ötede üstünü başını düzeltiyordu. “Siktirin gidin lan buradan!” diye bağırdım. Gürbüz önde keko arkada sessizce çekip gittiler. “İyi misin?” diye sordu Gökhan. Alnıma ve yüzüme bulaşan kanı silerken, “Bir şeyim yok kan onun kanı,” dedim. “İyi o zaman hadi gel de elini yüzünü yıka tuvalette.” Tuvaletten çıkarken, olaydan etkilenmiş kızın birinden çok güzel bir bakış aldım ama karşılık vermedim. Sokağa ilk adımımı attığımda, sert soğuk bir rüzgar ıslak yüzümü yalayıp geçti ve aklımda hala Ayça vardı. İlk tanıştığımız bara gitmeye karar verdim. Kanlı gömleğimin görünmemesi için paltomun düğmeleri- ni sıkıca kapatıp içeri girdim. Tezgaha otururken, Ayça’yla konuştuğumuz masaya baktım. Boştu ama aylar önce biz oturmuştuk oraya. Şimdi... Daha fazla bakamadım. Boğazıma bir şeyler düğümlenip kalmıştı ve benim için pek tanıdık olmayan bir duyguydu bu. Bir cin limon söyledim kendime. Hızla içip ikinciyi söyledim. Başım önde, kavganın etkisiyle bütün vücudum sızlarken uyuya kalmışım. Sonra bir elin omzuma dokunmasıyla uyandım. Kafamı kaldırdığımda Ayça karşımda duruyordu. Yüzünü avuçlarımın içine alıp doya doya öptüm. 20 O geceden sonra bir sabah, Ayça banyodan fırlamış bir vaziyette, panik içinde beni uyandırdı. “Neyin var tatlım? Ne oluyor?” “Allah kahretsin hamileyim galiba!” “Ne!? Hamile misin? Nerden çıkardın bunu?” “Hem regl olmadım, hem de karnım büyümüş baksana!” Karnını yokladım gerçekten biraz sertleşme ve büyüme vardı. “Peki ne zaman yaptık biz bu işi?” “İlaç aldığım dönemi hatırlıyor musun? İçime boşalmış- tın.” İşi gereği sürekli ayakta durmak zorunda olduğu için senede bir dönem varis iğneleri yaptırıyordu ve bu dönemde regl olmuyordu. İki buçuk ay kadar önce bir gece, “İçime boşalabilirsin,” demişti. “Evet hatırlıyorum ama bir şey olmaz demiştin.” “Allah kahretsin! Bilmiyorum... Bir aksilik oldu demek ki.” “Sakin ol aşkım belki yanılıyorsundur.” “Yo hayır...! Kesin hamileyim. Hissediyorum.” “Peki o zaman dinle beni, panik yapma. Bu gün ikimizde izin alıyoruz ve doktora gidiyoruz tamam mı?” Soluğu özel bir muayenehanede aldık. Sekreter bizi içeri buyur ettikten sonra randevumuzun olup olmadığını sordu. Randevumuzun olmadığını fakat durumun acil olduğunu anlattık. “Anlıyorum” diyerek, doktorun o an bir hastayla meşgul olduğunu ve az sonra bize bir cevap verebileceğini söyledi. “Peki,” dedik ve bekleme salonunda beklemeye koyulduk. Yarım saat sonra sekreter kız geldi. “Doktor bey sizi bekliyor... Odası az ileride sağda.” “Teşekkür ederiz,” diyerek heyecanlı adımlarla doktorun odasına daldık. Doktor ayakta karşıladı bizi. Kırk yaşlarında, gözlüklü ve bütün doktorlar gibi temiz, pak bir tipti. “Hoş geldiniz. Buyurun oturun.” Masasının önünde karşılıklı yerleştirilmiş iki koltuğa oturduk. “Evet... Probleminiz neydi?” “Gebe olduğumu düşünüyorum,” diyerek cevap verdi Ayça. “Anlıyorum,” deyip biraz duraksadıktan sonra “Peki... Muayene edelim bakalım ona göre konuşalım” dedi ve ardın- dan bana dönerek, “Beyefendi siz dışarıda bekleyebilir misiniz” diyerek çıkmamı istediğini belirtti. “Tabi,” dedim ve odadan çıktım. Muayene bitene kadar sigara içmek için apartmanla bek- leme salonu arasında mekik dokudum. Sekreteri de bayağı rahatsız ediyordum ama kadınının doğumu yüzünden tedirgin olan adam görüntüsüyle durumu kurtarıyordum. Belki de hoşuna gidiyor, kendisi için böyle volta atacak prensini bekliyordu o da. Neyse, bir süre sonra kapı açıldı ve Ayça çıktı odadan. Yüzündeki ifadeyi görür görmez hamile olduğunu anladım. Dünyası başına yıkılmış gibi görünüyordu. Muayene ücretini ödeyip çıktık. “Hamilesin değil mi?” “Evet.” “Ne zamandan beriymiş?” “Sorma mahvolduk Ferit!” “Neden!? Anlatsana.” “Çok geç kalmışız, çocuk on haftalık. Ultrasonda görünü- yordu.” “Hadi ya... Peki ne diyor doktor?” “Kürtaj için çok riskli bir dönemmiş. Çok geç kalmışız.” “Eee...?” “Normalde, bir aylık gibi olsa muayenehanede alırdım a- ma ciddi bir durum söz konusu, bu yüzden hastanede ameliyathane ortamında müdahale etmem gerekiyor dedi. Çok da para istiyor.” “Saçmalama, parayı düşünme. Bir yerden borç bulur öde- riz.” “Çok kötüyüm Ferit, ağlamak istiyorum.” “Üzme kendini tatlım. Hadi koluma gir, eve gidince rahat rahat düşünürüz. Koluma girdi ve başını omzuma yasladı. Küçük bir kız çocuğundan farkı yoktu. Onu ilk defa bu kadar korumasız ve bana muhtaç görüyordum. Ana caddeye çıkınca bir taksi çağırdım. 21 Eve vardığımızda ikimizin de ağzını bıçak açmıyordu. Kendimizi yatağa güçlükle attık. “On haftadan sonrası riskliymiş ve biraz daha geç kalsak yasal olarak engel bile çıkabiliyormuş.” “Korkuyor musun?” “Evet.” “Sen benim için her şeyden daha değerlisin ve önemli olan senin hayatın. Eğer korkuyorsan ben sonuçları göze almaya hazırım. Anlıyor musun?” “Sağ ol aşkım, anlıyorum ama buna hazır olmadığımızı biliyorsun.” “Biliyorum ama ya sen...” “Korkuyorum ama yapacak bir şey yok. Aldırmak zorundayız bu çocuğu.” “Allah kahretsin neden böyle oldu!” “Üzme kendini en azından kurtulma şansımız var. Aksini düşünsene daha da beter olabilirdi her şey.” “Haklısın.” Ertesi gün tekrar gittik doktora ve gerekli kontrolleri yaptırarak, operasyon için üç gün sonrasına randevu aldık. Bizim için bayağı yüklü bir para talep etmişti doktor. Ayça’nın arkadaşlarından borç alarak temin ettik parayı. Üç gün sonra verilen saatte hazırdık hastanede. Ayça’ya yeşil ameliyat önlüğünü giydirip, bir sedyeye yatırıp götürdüler. Ameliyathaneye girene kadar eşlik ettim. Ameliyathanenin kapısından içeri girene kadar elimi hiç bırakmadı. Korkuyordu. Son bir kez öptüm ve “Seni seviyorum,” dedikten sonra onun için tahsis edilen odaya dönüp buz gibi bir donuklukla beklemeye koyuldum. Öylesine soğuk bir bekleyişti ki, sigara içmeyi bile unuttum. Kırk beş dakika sonra kapı açıldı ve bir hemşire sedyeyle içeri girdi. Ayça yarı baygın yatıyordu. “Nasıl geçti diye sordum,” telaş içinde. “Herhangi bir problem yok beyefendi. Gayet başarılı bir operasyon oldu. Bir saat kadar dinlendikten sonra kız arkadaşınız kendine gelecek. Şu an zaten kendinde fakat biraz daha dinlenmesi gerekiyor.” “Bu gece burada mı kalacak?” “Yo hayır... Kendini iyi hissettiği zaman eve gidebilirsiniz. Bir saat sonra bir ağrı kesici yapacağız ve almanız gereken ilaçların reçetesi yazıldıktan sonra gitmeniz için herhangi bir sakınca yok. “Anlıyorum, teşekkürler.” “Geçmiş olsun.” Hemşire gittikten yarım saat sonra kendine gelmeye başlamıştı Ayça. “Aşkım,” dedim. ”Yanındayım.” “Canım... Bitti değil mi?” “Bitti... Hiçbir şeyin yok, bir saat sonra evimize gideceğiz. Nasılsın ağrın var mı?” “Ağrı pek yok ama çok halsizim.” “Dinlenince bir şeyin kalmaz tatlım. Yorma kendini.” “Görmüştüm onu Ferit. Görmüştüm. Canlıydı ve ultrasonda bana bakıyordu. İçimden aldıklarını hissettim. Alıp çöpe attılar.” “Bunları düşünme şu an. Dinlen ve unutmaya çalış.” Gözlerini kapadı ve bir süre öylece uyudu. Ara ara “Gördüm onu canlıydı...” diye mırıldanmaya devam etti. 22 Kürtaj için ödünç aldığımız parayı fazla geciktirmeden ödemek lazımdı fakat kazandıklarımız ancak bize yetiyordu. bu yüzden ek bir iş bulmam gerekiyordu. Üzerimden bir türlü çıkarıp atamadığım garsonluk üniformasını yeniden giymek zorunda kalacaktım. Garsonluk denen işi zevkle yapan kafasına işediğimin salakları da vardı bu evrende. Çoğunu tanıdım onların. Yanlarından on saniye içinde kaçılası kancıklardır. “İşimi seviyorum... İnsanları mutlu etmek hoşuma gidiyor... Bu işin felsefesi karşındakine saygıdır...” gibi sümüğümsü duygulara kendini kaptırmış, kıç yalamaya bayılan sıvı bok kıvamında adamlardır onlar. “Esas olan müşterinin mutluluğudur...” Öylesine inanılmaz bir zariflik ve ibnemsi kıvırtmalarla ağırlarlar ki müşteriyi, sen o masaya gitmeye utanırsın. Bunlardan birinin konuşmalarına yakından şahit olup dinlediğin zaman, konuşurken herifin suratının ortadan ayrılarak iki yanağı da gayet belirgin bir göte dönüştüğünü görebilirsin ve hayretler içinde herifi izlerken, hemen lavaboya koşup yüzünü yıkamazsan bir çığlık atman işten bile değildir. “Pahalı, restaurant, bar karışımı bir mekanda akşam sekizden sonra haftada üç gün çalışmak üzere iş bulmuştum. Burada bir iki ay çalışsam rahatlıkla öderdik borcu. Hatta para bile biriktirebilirdik. Tüm klas! yerlerde olduğu gibi tek tip giysi, sinek kaydı tıraş... Zengin müşterinin yanındaki mini etekli fıstıkla kendini olabildiğince güvende hissetmesi ve onlarla, hizmet eden adam arasındaki sınıfsal farklılığın belirginleştirilmesi için tasarlanmış, benzer her türlü maymunlaştırma prensibi burada da mevcuttu. İşten çıkıp restauranta gitmek zorunda olduğum günler ö- lümüm oluyordu. Sevişebilmek, görüşebilmek hak getire... Bunlardan birini yapabilirsek bizim için ödül oluyordu. Gece bir buçuğa kadar çalışıyordum. Eve geldiğim de Ayça kafayı vurup yatmış oluyordu. Ben de açtığım bir şişe birayı bile içemeden sızıp kalıyordum. Kötüydü ama daha kötü giden bir şeyler vardı. Ayça’ya kürtajdan sonra bir haller olmuştu. Atlatamamıştı o olayı. İyice içine kapanmış ve bana karşı ilgisizleşmişti. Bir buzdağı gibi dipten dibe eridiğimizi hissedebiliyordum. “Tatlım,” dedim o sabahlardan birinde, “Bu gün şeytanca bir planım var.” “Ne planı...?” “Bu öğlen işyerinden izin almayı düşünüyorum.” “Neden?” “Sen bu gün akşam çalışacaksın ya, öğlen bir saatliğine kaytarabilirsem... Anlarsın ya, bugün çok istiyorum seni.” “Ben üçe kadar evdeyim.” “Tamam yavrum izin alabilirsem, ben de iki gibi damlarım.” Sevinç içinde çıktım evden. Mükemmel bir plan yapmıştım kafamda. Ofise girer girmez berbat bir durumdaymış gibi görünüp öğlene doğru biraz kıvranırsam, eninde sonunda izini koparırım diye düşünüyordum. İki büklüm girdim iş yerinden içeri. On beş dakika da takmıştım kasten. Sekreterle günaydınlaşırken “Neyin var? İyi görünmüyorsun,” diye sordu. “İlk yemi yuttular,” diye düşünüyordum kendi kendime. “Hastayım biraz... Zor uyandım,” dedim ölü bir sesle. Televizyon odasına girdiğim de herkes arı gibi çalışmaya başlamıştı. “Günaydın beyler kolay gelsin.” “Sağ ol,” dedi milföy. Bir yandan da poğaçalarını yiyordu. Ardımdan şef girdi odaya her zamanki telaşıyla. “Neredesin Ferit? Yine geç kalmışsın. Bu gün yapacak çok iş var. Kasetlerini ben sardım. Masadalar. Sipariş listesi de orada.” “Bu gün biraz hastayım galiba, uyanamadım. Kasetler için sağ ol şef.” “İşe başla açılırsın. Hareket iyi gelir.” Kese kağıdı suratlı! Düzenli olarak karısını becerdiği her halinden belliydi. Anası ağlayan bendim. “Hiç iyi değilim bu gün şef.” İsteksiz isteksiz masama geçtim. Yarım saatte bir uyukla- ma numarası yapıp, kafamı yana düşürüyor, bir yandan da sa- ati kolluyordum. Uyuklamalarımın birinde, “Sen iyi görünmüyorsun, git elini yüzünü yıka,” dedi milföycü. “Bu gün akşam üstü beş sularında, sana da milföy almamı ister misin dostum diye soramayacaksın ibnenin evladı. Çünkü saat iki gibi bebeğimin kollarında olacağım,” diye geçiriyordum içimden. “Hı hı... Felaketim moruk bu gün.” Herkese göstere göstere kalkıp tuvalete gittim ve on daki- kadan fazla kaldım tuvalette. Aslında kaşınıyordum, her an yol verebilirlerdi. Geri döndüğümde şef tepemdeydi. “Neredesin sen Ferit! Hazırlanacak bir sürü sipariş var. Öğlen oldu sen uyuyorsun hala.” “İyi değilim Nuri bey, ayakta duracak halim yok.” “Taş taşımıyorsun ki... Sabırlı ol akşam eve gidince bir şeyin kalmaz.” Gerçekten hasta olsam, gebersem umurunda olmayacaktı dümbelek kafalının. Saat on ikiyi geçiyordu. Bir buçuğa kadar izni koparabilirsem ikide evdeydim. “Sakin ol oğlum iyi yoldasın” diye düşünerek, cevap vermeden işimin başına döndüm. Bir buçuk gibi son kozumu oynamak için miyavlamaya başladım. “Nuri bey ben dayanamayacağım, bu günlük gitsem olur mu?” “Benim yapacak bir şeyim yok patronla konuş,” dedi ve beni balinaya havale etti. Planım kusursuz işliyordu. Patrona havale etmesi, işin yarısı hallolmuş demekti. Balinayı kandırmak daha kolay olacaktı. Yüzüme, az önce Ajda Pekkan’ın kıçını görmüş gibi bir ifade takınmaya çalışarak patronun kapısını çaldım. “Tak, tak.” “Gir.” Her zaman ki gibi masasıyla oturduğu sandalye arasında hareketsiz duruyordu. Güçlükle nefes alıyormuş gibi bir hali vardı. “Merhaba Ergun bey.” “Merhaba... Ne istiyorsun?” “Nuri bey yolladı. Ona hasta olduğumu, bu gün çalışamayacağımı söylemiştim.” Baştan aşağı dikkatlice süzdükten sonra suratıma bakmadan, “Peki gidebilirsin ama yarım gün kesilir aylığından,” dedi. “Tamam kabul ediyorum.” Durumu şefe bildirip çıktım. Yarım saat sonra evdeydim. Ayça mutfakta yiyecek bir şeyler hazırlıyordu. “Merhaba tatlım ben geldim!” diyerek daldım içeri. Arkadan beline sarılarak boynuna öpücükler kondurmaya başladım. “Dur yapma” diyordu, kurtulmaya çalışarak. Öpmeye devam ediyordum. “Neden başına geleceklerden mi korkuyorsun?” “Lütfen biraz sabırlı ol.” “Hayır olamam hemen buracıkta istiyorum seni.” “Yemek yiyelim önce, sonra sevişiriz.” “Boş ver yemeği, ben seni yemek istiyorum.” “Sardalya aldım kendime çok acıktım.” “Ne sardalya mı!? Yavrum ben sardalya kokusundan nefret ederim biliyorsun. Neden bu gün sardalya aldın ki? Hem, seviştikten sonra yesen şunu olmaz mı?” “Hayır. Çok açım yiyeceğim.” “Çok açsan başka bir şey atıştırsan da, sardalyaları seviştikten sonra yesen olmaz mı tatlım?” “Hayır şimdi yemek istiyorum.” “Kokusunu sevmiyorum biliyorsun ama...” Hiç oralı değildi. Kavanozun kapağı açıldığı an, iğrenç kokusu tüm mutfağı dolduran sardalyalarını bir tabağa koyup masaya bıraktı. Hayretler içinde izliyordum hareketlerini ve kan beynime sıçramıştı. Nasıl bu kadar umarsız olabiliyordu? “Derdin ne senin ha...!? Yoksa beynini mi yedin!?” “Derdim filan yok benim. Eğer beni seviyorsan ağzım kokarken de sevişebiliriz.” “Allah belanı versin senin! Günlerdir birbirimize dokunacak vakit bile bulamıyoruz ve bu gün buraya gelebilmek için kaç kıç yaladığımı, kaç takla attığımı biliyor musun sen? Ve akşam da onlarca kıçı yalamaya devam edeceğim! Neden...?” Senin için!” “Benim için değil ikimiz için.” “Ha evet... İkimiz için ama karşılığında ne görüyorum? Şunun şurasında beraber olmak için sadece bir saatimiz varken, sen oturmuş anneannemin götünden bile daha kötü kokan sardalyalarını yemeyi bana tercih ediyorsun. Peki ben şimdi buradan kapıyı çarpıp çıktıktan sonra yediğin sardalyaları sıçarken, “Bunlar bizim aşkımız işte. Aşkımız artık boka dönüşmüş sardalyalar haline geldi,” diye düşünmeyecek misin!?” Burnumdan soluyordum. Ben kontrolden çıkmıştım ama Ayça’dan çıt çıkmıyordu. Öylece yüzüme bakıyordu. “Bak, senden bir kadın yaratmaya çalışmıştım ben ama şimdi bunun imkansız olduğunu görüyorum,” dedim ve kapıyı çekip çıktım. Arkama bile bakmadan. 23 Kendimi yenik, aldatılmış, daha çok haksızlığa uğramış gibi hissediyordum. Aşkın artık bittiğini hissettiğin an, kaybettiğin sadece bir kadın olmuyordu. Onda görmeye yaratmaya çalıştığın şeylerin de beraberinde yok olduğunu görüyordun. Sanırım gerçek yenilgi de buydu. Güpegündüz, kendimi yine sidik ve ter kokan barın birine attım. Akşam işe gitmeye niyetim yoktu. Zaten bir hafta sonra bırakmayı düşünüyordum. Bütün gün durmadan içtim. İçtim ve bekledim. Beklediğin şeyin ne olduğunu bilmeden beklemek ölümcül bir duyguydu. Her seferinde o taburede oturan yine sensindir ve ne kadar da diğerlerinden farklı bir şeyler beklediğini düşünsen de, sen de onlardan birisindir. Yıllarca bar taburelerinde oturup bekledim ama tek bir adama veya kadına rastlamadım. Alacağını aldıktan sonra kendini o tabureden kurtarman gerekiyordu. Bu bir devinim halini aldığı zaman, öldürücü bir gerçekliğe dönüşüyordu. Sümüklü böceğin yerde yavaş yavaş ilerlemesi gibi. Çoğu kez bulduğun şey, çirkin bir kadının alkolden ekşimiş nefesindeki esrik teselli ve bacaklarının arasındaki üşüten ıslaklık olurdu. Duvarlara çarpıp gelen acıtan kahkahalar ve o an evrenin merkeziymiş gibi görünen kirli bir yatakta, birbirinizin acılarını sarmaktan başka hiçbir şey gelmezdi elinizden. Gecenin ortasında bir çift göz, orada öylece duruyordu karşımda. Duvara yaslanmış, kalabalığın içinde sessizce içki- sini yudumlarken. Fazla geçmemiş yanında bitmiştim. “Merhaba,” dedim. “Eğer yalnızlığını elinden almazsam konuşabiliriz diye düşünmüştüm.” Cevap vermeden gülümsedi. Yıpranmış bir yüzü vardı. Güzel veya çirkin değildi. “Birini mi bekliyorsun?” “Hayır kimseyi beklemiyorum.” “Rahatsız olduysan giderim.” “Kasma kendini hadi içelim.” Kırmızı şarap içiyordu. Biramı ona doğru kaldırıp “İçelim,” diye onayladım. “Adın ne senin?” “Eda. Ya senin...?” “Bilmiyorum... Beş dakika öncesine kadar Ferit’ti... Sık gelir misin buraya?” “Pek sayılmaz. Vakit buldukça... Sen?” “Ben de öyle sayılır.” “Neden benim yanıma geldin?” “Anlamadım...? Neyin varmış ki senin?” “Sana göre biraz yaşlı değil miyim?” “Yaş önemli değil. İyi görünüyorsun.” “Sence kaç yaşındayım?” “Bilmem...” “Otuz sekiz.” “Evet biraz fark var aramızda.” “Ne kadar?” “Çok değil... Boş vermeye ne dersin?” “Peki öyle olsun bakalım,” diye onayladı ve ardından “Birkaç kere göz ucuyla baktım sana pek iyi görünmüyordun. Bir derdin var galiba?” diye sordu. “Haklısın... Bu gün sevgilimi terk ettim.” “Neden terk ettin?” “Ruhunu kaybettiğini düşünüyorum.” Kendini tutamayarak gülmeye başladı. “Ne...? Ruhunu mu kaybetti?” “Evet... Onun bir ruhu olduğunu düşünüyordum ve bu gün öldüğünü anladım.” “Peki nasıl anladın ruhunun öldüğünü?” “Onlarca, yüzlerce küçük ayrıntı vardır fark ettirmeden hayatımıza girmiş, bizi ayakta tutan. Bir kadınla bir erkeğin arasındaki bütün haller... Ve her geçen gün bir tanesinin ölü- sünü bulursun bu küçük ayrıntıların. Mutfakta, yatağın altında, banyoda... Katil bazen sensindir veya o fark etmez ama bir şeyler ölür bu kesin.” “Onu seviyor muydun?” “Benim kadınımdı... Boş ver içelim. Senin sevgilin var mı?” “Ben boşandım.” “Anlıyorum.” “Geçen yıl boşandık. Galiba onun da ruhu ölmüştü.” Her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu. Kompleks yok. Hüzün yok. Beklenti yok. “Nerede yaşıyorsun?” Salladım. “Sevgilimle yaşıyorduk bu güne kadar. Kapıyı vurup çıktım. Şimdiye çoktan eşyalarımı kapıya koymuştur.” “Peki bu gece nerede kalacaksın?” “Bilmiyorum... Kalacak birilerini bulurum.” “İyi, bende kalırsın o zaman.” “Bu teklife hayır diyemeyeceğim galiba.” Bir şeyler daha içip bir saat kadar sonra çıktık. Caddeden bir taksi çevirip bindik. Bostancı’da oturuyordu. Yarım saat sonra evinin önündeydik. Taksi parasını ödemek için davrandım fakat ödetmedi. Kapıyı açar açmaz çantasını antredeki koltuğun üzerine fırlatıp, “Sen rahatına bak ben banyodayım,” dedi. “İçecek bir şeyler var mı evde?” “Dolapta bira olacaktı. Ha... Rakıda var istersen.” Dolabı karıştırdım dört şişe Tuborg bira ve yarılanmış bir otuz beşlik rakı vardı. Tuborg’lardan bir tanesini açıp oturma odasında içmeye koyuldum. Karşımdaki duvarda, içinde; elinde kırbacı, bir atın yanında gülümseyen bir jokeyin fotoğrafı olan bir çerçeve asılıydı. “Eski kocası olacak davuldur herhalde,” diye düşündüm. İçmeye devam ettim. Ara sıra istemeden herifle göz göze gelip rahatsız olunca kalkıp karşı kanapeye geçtim ve önümde duran sehpanın üzerindeki kumandayı alıp televizyonu karıştırmayı denedim. Üç kanalda aynı anda üç ibnenin programı yayınlanıyordu. Benim kutsal Türk ailem... İftarını açtıktan sonra televizyonun karşısına kurulup, oyunu en son attığın muhafazakar partinin dolar politikasının hoşnutluğu içerisinde, Adnan Menderes’in asılışının haksızlığına inanarak ve bir yandan da kulağını kaşıyarak çıkardığın pisliği üzerinde danteller olan kanepenin kenarına silip, oturmuş başörtülü karınla götten veren homoseksüelleri izliyorken ne kadar da mukaddessin, ne kadar da mazbut. Televizyona boş verdim. Az sonra Eda duştan çıkmış, üzerinde beyaz bir bornoz, başında bir havlu ve ayak bileklerinden damlayan sularla yanı başımdaydı. Gelir gelmez kucağıma oturup, uzun, ateşli bir öpücük verdi. “Sen de duş almak ister misin?” “İyi fikir,” dedim ve kalkıp banyoya doğru yöneldim. Arkamdan “Banyoda temiz havlu ve bornoz var, görürsün kapının arkasında asılı,” diye seslendi. Banyoyu berbat ederek duş alıp, döndüğüm de ikimize de rakı hazırlamıştı. Yanına kuru yemiş, biraz da peynir... Rakıdan bir fırt alıp “Çok düşüncelisin,” diyerek yanına oturdum ve bir öpücük verdim. Rahatlamıştım. Kendimi bu kadının altı yıllık sevgilisiymişim gibi hissediyordum. Bacak bacak üstüne atmış, üzerimde banyo kapısının arkasından alıp giydiğim ve muhtemelen eski kocasına ait turuncu bornozun kemerini sıkarken, gözüm yine duvardaki çerçeveye takıldı. “Kim bu adam?” diye sordum. “Babam.” “Baban mı?” “Evet. Şampiyon bir jokeydi babam kupaları vardı.” “Çok iyi... Severim jokeyleri.” “Sen ne iş yapıyorsun?” “Bol bol televizyon izliyorum.” “Evde mi?” “Hayır işyerinde. İşim televizyon izlemek ve ekrandan geçen her görüntüyü kağıda yazmak. Bir tür takip.” “Tuhaf bir işin var.” “Biliyorum... Sen ne yapıyorsun?” “Bir tekstil firmasında çalışıyorum.” “Güzel...” Tekrar öpüşmeye başladık. “Hadi yatak odasına geçelim,” diye fısıldadı kulağıma. “Tamam,” dedim ve o odaya doğru giderken, ben de çişimi yapmak için tuvalete doğru yöneldim. Döndüğüm de çırılçıplak uzanmıştı yatağa. Yatağın arkasında bütün duvarı boydan boya kaplayan bir ayna vardı. Eski kocasıyla iş tutarken birbirini izliyor olmalıydılar. Ben de olumlu yaklaştım olaya. Yatağa usulca süzülüp, dudaklarımı ağzına götürerek abandım üzerine. İkimiz de hazırdık, fazla oyalanmadan işe başladık. Klasik pozisyondaydık. Sonra ters dönmesini ve dizlerinin üzerine oturmasını istedim. Dediğimi yaptı ve ardından, “Ne yapacaksın bana?” diye bir kedi gibi mırıldandı. Cevap vermedim. Gece lambasının ışığı odanın her yanını kırmızıya boyarken aynadaki görüntümüz... Vahşi, ölümcül, sıcak; bir çıyan öpücüğü gibi, durmaksızın örümcek ağında günler ve geceler. “Beceriyorsun beni, beceriyorsun ah! Devam et.” “Evet yavrum beceriyorum seni. Hissediyor musun?” “Tabi ki hissediyorum. Devam et ah!” Yarım saat sonra dayanacak gücüm kalmamıştı. Birkaç saniye daha sonra sürdürdükten sonra, bir kadınla bir erkeğin aynı anda aynı şeyi hissedebildiği tek duygununun sarhoşluğunun tatlı yorgunluğuyla, kendimi yatağa bıraktım. İkimizde devrilip uyuduk. Sabah Eda’dan önce uyandım. Saat sekize geliyordu. Giyinip hemen çıkarsam, iyi ihtimalle yarım saat geç kalırdım işe. Dünden kaytarmıştım zaten, balina canıma okuyacaktı. Gürültü yapmadan hızla giyindim. Bir sigara yakmış usulca odadan süzülürken uyanmıştı. “Gidiyor musun?” “Evet... İşe geç kalıyorum.” “Sevgiline gidiyorsun değil mi?” diyerek yatağın içinde kalkıp doğruldu. “Kimseye gittiğim filan yok tatlım. Sadece uyandırmak istemedim. Telefonunu aldım nasılsa... Sonra arayacaktım seni,” dedim ve yanına dönerek bir öpücük verdim. “Beni kandıramazsın. Sen o kızı seviyorsun ve bu geceyi bu kapıdan çıktığın an unutacaksın.” “Saçmalama Eda... Onu sevip sevmememin seninle ne alakası var. Bu benim sorunum bırak ben çözeyim.” Cevap vermeden, komodinin üzerindeki sigara paketine uzandı ve çıkarıp bir tane yaktı. “Tamam anlaştık mı? Seni tekrar arayacağım,” diye üsteledim. “Tamam.... Hadi çık işe geç kalıyorsun,” diye cevap verdi bana inanmadığını hissettirerek. “Seni arayacağım,” dedim tekrar ve dudaklarına bir öpücük kondurup çıktım odadan. Doğru söylediğime emin değildim. 24 İş yerine vardığımda girişte balinayla karşılaştık. “Nasıl oldun iyileştin mi?” diye sordu. “Bu gün biraz daha iyiyim.” “İyi... Bu aralar yine geç kalmaya başladın. Biraz daha dikkatli ol.” “Haklısınız Ergun bey.”. Ortalıkta fazla dolaşmadan kasetlerimi hazırlayıp masama geçtim. Bir yandan da, restauranta dün gece için nasıl bir mazeret uyduracağımı düşünüyordum. Kanımı emiyorlardı. İki işten birini, hatta ikisini birden bırakmalıydı ama nafile... Menzile yetişmek için daha fazla koşmak gerekiyordu. Akşam Ayça’yı yatak odasında, yatağın içinde önünde ağzına kadar dolu bir kül tablasıyla beklerken buldum. İçeri girip üstümü başımı soyup bir kenara bıraktım. “Dün gece neredeydin?” “İşyerinden arkadaşın birinde kaldım.” “Yalan söylüyorsun. İş yerindeki herkesten nefret ettiğini biliyorum.” “Yalan söylemiyorum, Rıfat diye biri var iyi anlaşıyoruz onunla.” “Biriyle yattın değil mi?” “...” “Biriyle yattın değil mi? Doğruyu söyle bana!” “Evet yattım biriyle. Senin veremediğin şeyi verdi bana. Sardalyalarla beraber klozete yolladığın şeyi.” “Neden yaptın bunu?” “Aylardır aramızdaki her şey yavaş yavaş ölüyor Ayça görmüyor musun? Tükeniyoruz biz. Eriyoruz.” Boynuma sarıldı ve ağlamaya başladı. “Biliyorum... Üzgünüm. Çok üzgünüm kırdım seni ama bunu yapmamalıydın.” Kimin haklı olduğu önemli değildi. Sadece var olan gerçeği görmemiz gerekiyordu. Geçirdiğimiz güzel birkaç ay dan sonra aramızda açılmaya başlayan çatlak giderek büyümüş ve dipsiz bir uçuruma dönüşmüş, kapatmak veya geri dönmek veya üzerinden atlamak imkansız bir hale gelmişti. İkimiz de bu gerçeği ilk defa aynı anda anlamışçasına, karşılıklı sustuk. “Bu akşam bardaki işi bırakmayı düşünüyorum. Gerekli parayı biriktirdik değil mi? Sen de gel benimle. Biraz kafayı dağıtırız, gece de beraber döneriz ne dersin?” “Olur.” “İyi o zaman hazırlan çıkalım birazdan. Geç kalmayalım.” Bara geldiğimizde Ayça’yı sakin bir masaya oturtup, alt kata kıyafetlerimi giymeye indim. Aşağıda şef garsonla karşılaştım. Evli, iki çocuk babasıydı ve favorilerini kulak memesi hizasında kesiyordu ve favorileri ilk günden beri canımı sıkıyordu. “Patron çok kızgın, dün niye haber vermeden gelmemiş diye soruyor.” “Kız arkadaşım çok hastaydı, onunla ilgilenmek zorunda kaldım. Bu gün de, yalnız kalmasın diye buraya getirdim.” “İyi, bunları patrona anlat o zaman.” “Zaten konuşmam lazım onunla. İşi bırakıyorum.” “İşi mi bırakıyorsun?” “Evet.” Kıyafetlerimi değiştirdikten sonra patronun odasına gittim. Bar işine bulaşmayı nerden akıl ettiğini bir türlü anlayamadığım, aslında daha çok Talimhane’de otomobil yedek parça dükkanı olan bir esnafa benzeyen, kel kafalı bir dingildi. Aynı hikayeyi ona da anlattım. İşi bırakmak istediğimi, yarın gelmeyeceğimi söyledim. “Bunu bize bir hafta önceden söylemen gerekirdi.” “Haklısınız.” “Son çalıştığın haftanın parasını alamazsın. Yeni bir eleman bulmak için en az bir haftaya ihtiyacımız var.” “Doğru... Kabul ediyorum.” “İyi düşündün mü ayrılmayı?” “Evet gündüz de çalışıyorum biliyorsunuz... Zor oluyor.” “Peki o zaman gecenin sonunda alış veriş hesabını yaparız.” “İyi bu işten de sıyırdık,” diye düşünerek yukarı çıktım. Ayça bıraktığım yerde oturuyordu. Bir bira doldurup götürdüm masasına. “Tatlım sana bira getirdim içer misin?” “Hı hı... Sağ ol.” “İyi misin biraz? Hadi topla kendini unutacağız her şeyi. Patronla konuştum, işi bırakacağımı söyledim. Bir problem çıkarmadı. Bu geceden sonra yine eski düzenimize döneceğiz. Her şey yine eskisi gibi olacak.” Söylediklerime inanıyor gibi görünüyordu ve ben de bunu umuyordum. “İçerisi iyice dolmadan masaları ve küllükleri temizleyip hazırlamam gerekli. Sen keyfine bak biranı iç. Tamam mı?” “Tamam sen işlerini hallet. Ben iyiyim.” Bir saat sonra içerisi dolmuş, arı gibi çalışmaya başlamıştım. Bu koşuşturma arasında Ayça’yla fazla ilgilenemiyordum. Siparişleri getir, boşları götür, hesap getir, sandalyeleri düzelt, iki sigaradan fazla biriktimi küllükleri mutlaka boşalt. Bu tür yerlerde patronların en taktığı şey budur. Küllükler muhakkak boş olacak. Ben kendi adıma bir barda otururken en uyuz olduğum şey sürekli küllüğümün boşaltılmasıdır. Sönen sigarayı her küllüğe basışımda herifin biriyle burun buruna gelmekten nefret ederim. Dolu bir küllük iyi bir içicinin gururudur bırak dolu kalsın arkadaş! Masalar arka arkaya dolarken, yirmi beş yaşlarında bir çift girdi içeri. Hemen yanlarına gidip oturacakları masayı temizledikten sonra “Hoş geldiniz,” diyerek ne içmek istediklerini sordum. Herif ilk önce kıza ne içmek istediğini sordu. “Ne içmek istersin hayatım?” “Hımm... Ben bir şey isteyeceğim ama adının ne olduğunu bilmiyorum.” “Siz tarif edin ben anlarım,” diye araya girdim. “Geçenlerde Teoman içerken görmüştüm. Rengi mavi bir kokteyldi.” Kız problem çıkmıştı. “Pardon hanımefendi, şu şarkıcı Teoman’dan bahsediyorsunuz değil mi?” “Evet... Evet...” Tabi ki bu akşam akşam hiç beklemediğim ve daha önce hiç karşılaşmadığım bir durumdu. Son gecemde hiç uğraşılacak gibi değildi fakat bir kere çatmış olduğumu anladım. İlk önce herifin suratına baktım. Belki kızı “Haydi hayatım saçmalama, bildiğin bir şey söyle de onu iç...” gibilerinden birkaç lafla ikna edip duruma hakim olur diye fakat herif de angutun teki çıkmıştı. Yüzüme aval aval bakarak, ne kadar da tatlı ve küçük kaprisleri olan bir sevgilisinin olduğunu ve kızın bu tür davranışlarına rağmen onun için tatlı bir bela olduğunu anlamamı istercesine gülümsüyordu. Ve sevgilisinin bu küçük kaprisli isteği yerine getirildiğinde, bu gece onlar adına aşk dolu bir dönüm noktası olabilirdi. Ben de ona “İyi de arkadaş kız senin. Eğer ki cilveyi bana yapıyor ve bu gece onu ben düdükleyeceksem ne ala, her istediğini yaratayım fakat senin göremediğin şey şu ki; kız ne sana ne bana, kız Teoman’a yanık. Belli ki gelmiş burada görmüş herifi, ağzına düşmüş fakat Teoman siklemeyince bunu, kahrından kendini içtiği kokteylle özdeşleştirmiş. Sen de bu durumu çakmayacak kadar hıyarsan veya çaktığın halde bu şırfıntıdan vazgeçemeyecek kadar amsalak bir budalaysan e diyeceğim laf yok o zaman,” diye bakıyordum fakat nafile. Herif kafamdaki düşünce balonlarını patlatacağına, aksine yenilerini şişirecek şapşal bir edayla bakmaya devam ediyordu. “Hanımefendi kokteylin içinde neler olduğuna dair herhangi bir şey söylerseniz hemen hazırlatırım fakat bu şekilde yardımcı olamam size.” “Ama hayır... Ben ondan içmek istiyorum. Ne olduğunu anlamadım ama Teoman içiyordu gördüm maviydi.” Başım beladaydı. Hay Teoman kovalasın seni be kadın! “Pekala bayan ben barmene bir söyleyeyim, eğer Teoman’ın burada olduğu gün çalışıyorduysa hatırlar.” Barmene sormaya giderken Ayça’nın masaya uğradım. “N’ oldu tatlım bir sorun mu var?” “Sorma gitsin... Kadın manyak, kafayı yemiş olmalı. Adını bilmediği bir kokteyl istiyor. Delirtecek beni.” “Boş ver nasılsa son gecen.” “Haklısın idare etmek lazım. Neyse sen keyfine bak.” Hızlı adımlarla durumu anlatıp işin içinden sıyırmayı umut ederek barmenin yanına gittim. “Batur bey şu cam kenarındaki masadaki çiftten bayan olan bir kokteyl istiyor fakat adını veya içindeki karışımların ne olduğunu bilmiyor, sadece rengi maviydi diyor. Geçenlerde şarkıcı Teoman buradaymış galiba o içerken görmüş. Eğer siz hazırladıysanız...?” Barmen de afallamıştı. Bu çılgınca istek karşısında. “Hayır ben hazırlamadım. Git tekrar sor ve içindeki karışımları bilmiyorsa yapacak bir şeyimiz olmadığını söyle.” “Peki,” dedim ve tekrar masaya doğru yöneldim. Masaya doğru giderken, Ayça’yı karşısındaki masadaki gruptan biriyle bakışırken yakaladım. Kırk kırk beş yaşlarında omuzlarına kadar uzattığı saçları kırlaşmış, aşk şiirleri yazan iktidarsız bir şaire benzeyen bu adamla birbirilerine gülümsemişlerdi ve ben az önce o herifin küllüğünü boşaltmıştım. Şu ikiden fazla olmaz prensibi... Kan beynime sıçramıştı. Yanından geçerken kulağına eğilip, “Gördüm seni,” dedim. “Neyi kastediyorsun? Neyi gördün anlamadım,” diye lafı ağzında geveledi. “Şu masayla ilgilenmem lazım, birazdan anlatırım ama yaptığın hiç hoş değil,” deyip lafı kısa tutarak berikilerin yanına gittim. “Hanımefendi istediğiniz kokteyli şu an çalışan barmen yapmamış ve ne olduğunu anlamadan hazırlayamayacağını söyledi. Daha değişik bir şey içmek istemez miydiniz?” “Yaa... Ama ben ondan istiyordum. Teoman’ınkinden... Hazırlayamaz mısınız gerçekten?” Birazdan Ayça’yla fena şekilde kapışacağımızı biliyordum. “Hay Teoman’ınki girsin be kıçına kaltak senin!” dememe ramak kalmıştı. “Bakın hanımefendi, ben Teoman’ı hayatımda hiç görmedim ve ne içtiğine dair en ufak bir fikrim yok. Size başka bir şey getirsem olmaz mı?” Beklemedikleri bu çıkıştan sonra suratları değişse de, gülümseyerek söylediğim için olumsuz bir tepki verememişlerdi. “O zaman ben bir cin fiz alayım,” dedi Teomanyak! Herifse bir bailes istedi. “Tam isabet” diye düşündüm. Cin fiz bunun gibi yazlık kevaşesi kılıklı karıların, bailes de böyle yumuşağımsı angutların tercihidir genelde. İçkilerini götürdükten sonra Ayça’yla kaldığımız yerden devam etmek için soluğu masasında aldım. Benden önce hemen o girdi söze. “Ne gördün? Neden bahsediyorsun söylesene!” “Şu karşındaki masadan herifin biriyle bakıştığınızı gördüm.” “Yine başladık değil mi? Kimseyle bakıştığım yok.” “Bak Ayça bana hep aynı masalları anlatıyorsun. Buraya oturduğundan beri seni izliyorum ve siz o herifle birbirinizi fark ettiğiniz andan beri bakışıyorsunuz.” “Nasıl böyle bir şey düşünebiliyorsun. Buraya bunun için mi geldim? Hani her şey düzelecekti? “Böyle giderse hiçbir şeyin düzeleceği yok anlıyor musun! Çünkü sen bulduğun her fırsatta beni arkamdan vurmaya, küçük oyunlarınla ve ruhundan fışkıran orospuluğun cinsel organına vuran zaafıyla beni hayal kırıklığına uğratmaya devam ediyorsun. Aslında şu saatten sonra bunların hiçbirinin önemi yok benim için ama bari şu durumdayken yapma. Çünkü bu yaptığın adil değil. Ben şu anda, o uğursuz kürtaj parasını toplayabilmek için kesiştiğin adamın küllüğünü temizliyorum. Bu masalardan birinde oturup viskisini yudumlayan adamlardan biri de ben olsaydım, inan umurumda bile olmazdı. Suratına bir tokat patlatıp masayı terk ederdim olur biterdi. “Madem öyle senin vurmana gerek yok, ben kendim gitmesini bilirim.” Ayağa kalktı ve çantasını öteberisini toplamaya başladı. Gidecekti... Gidiyordu. Ama istemiyordum gitmesini. Hasta- lıklı ve kendini onaran bir şey vardı aramızda. Sonsuza dek bu hastalıklı bağla yaşamaya razıydım belki de. “Ne yapıyorsun...! Otur şurada.” “Engel olma bırak beni. Gitmek istiyorum.” “Şu an çalışıyorum Ayça. Beni bu durumda bırakıp gidemezsin. Gidersen peşinden bile gelemem.” “Bırak beni gidiyorum!” “Tamam diyorum sana, ayrıldığımızı farz et ve şurada oturup işimin bitmesini bekle. Böyle kaçamazsın benden. Bu gece oturup konuşmalıyız.” “Konuşmak istemiyorum! Benimle uğraşmandan bıktım artık. Kapıya doğru yürürken yetişip son bir hamleyle kolundan yakaladım. Herkes bize bakıyordu. “Ayça! Allah’ın cezası dursana, beni böyle delirtip kaçamazsın!” Kolunu avucumdan kurtarıp kendini sokağa atmayı başardı ve neonların yanıp söndüğü sokaktan sağa dönüp ge- ye karıştı. 25 Bir kadın seni bırakıp gittiğinde çektiğin aşk acısı değildir aslında. Onda gördüğün, görmek istediğin tüm ışıkların sönmesidir içini karartan. Buna da hayal kırıklığı derler ve acıların en onulmazıdır. O geceden sonra bir daha görmedim Ayça’yı. Görmek istemedim. Birkaç gün sonra bir akşam iş dönüşü eve geldiğimde eşyalarını toplayıp götürmüştü. Evi boşaltmak zorundaydım çünkü kirası tek başına ödeyebileceğim bir miktar değildi. Temiz bir tuvalet, başucunda bir komodin, holde yemek masası ve banyoda bir küvet... Bir süre, başarabileceğime dair güven vermişlerdi bana. Kaparanın bir kısmını kurtarıp, şansımı denemeye devam edebilmek için Galatasaray’da tek göz bir yer bulup yerleştim. Giriş katı, tek oda , tuvalet, bir de mutfak. Sokağa bakan küçük pencereden gelip geçen insanları izliyor, hayat dışarıda bir yerlerde vahşi çağlayanlar gibi akarken, ömrümden yediğim günlerin hesabını yapabiliyordum. Ve her seferinde müsrif, borçlu ve suçlu çıktığımı görebiliyordum. Daire kapısı antikaydı. Dışarıdan bakılınca gayet sağlam bir kapıya benziyordu fakat bir gece eve girmeye çalışırken kilit anahtarı zorladığında, omzumla şöyle hafiften bir yükleneyim demiştim ve kapı kendi kendine açılıvermişti. Kırıldığını düşünerek yokladım kapıyı. Tam ortasına tasarlanmış bir mekanizma sayesinde, o bölgeye sertçe yüklendiğin zaman kapı ortadan ikiye katlanarak açılıyordu. Bir an kendimi dünyanın en zavallı adamı gibi hissettim. İlk defa kendime acıdım. İlk defa oturup ağladım şöyle hafifçe bir omuzladığında ikiye katlanan varlığıma. Bir kere daha kandırılmıştım. Sonra kapıyı tasarlayan herifin sülalesine küfredip durumu kabullendim. Tedirgin olduğum gecelerde kapının arkasına sandalyeyi ve masayı koyup öyle yatıyordum. Bu binanın da bir kapıcısı vardı ve adı Celal’di. Fakat Allah’tan bu herife aidat ödemek zorunda değildim. Adam sadece binaya göz kulak oluyordu. Bina sahibi sırf bu iş için tutmuş olsa gerekti. İşi bırakıp birkaç gün istirahat verdim kendime. Beş parası olmayan bir adamın iki de bir istifa etmesi ahmakçaydı belki ama insan arada bir yaşayıp yaşamadığına dair emareler görmek, cesaretini sınamak ister. İplerinin başkalarının elinde olduğunu bile bile. Cebimde kalan son üç beş kuruşu saymaya korkuyordum. Elimi cebime her atışımda kalbim sıkışıyordu adeta. Hemen elimi cebimden çıkarıp daha güzel bir şeyler düşünmeye çalışıyordum. Miden bulandığında kusmamak için kendini iştah açıcı bir meyve düşünmeye zorlamak gibi. İstesem de kaçamıyordum, çünkü bu ev de tüm ucuz barlara on dakika mesafedeydi. Çevre barlardan taşan müziğin sesi odama cüretkar bir şekilde doluyor, beni cehennemden çok önceden ayrılmış köşeme davet ediyordu. Çok stratejik bir noktadaydım yine. Takıldığım barı kapatana dek içiyor, çevredeki pavyonların da kapanmasıyla içeriden çıkan konsomatrisler, dansçı kızlar ve onların pezevenkleri taksilere binerek geceyi bitirirken, ben de eve doğru yollanıyordum. Gecenin biri, alık alık etrafı izleyerek odama dönerken alıklığımı fark etmiş olsa gerek ki, herifin biri gecenin içinden fırlayıp yürüdüğüm kaldırımda karşıma dikiliverdi. “Nasıl...? Her taraf harika karılarla dolu değil mi? “Pezevenk olmalı,” diye geçirdim içimden. Otuz yaşlarındaydı. Deri montlu, kirli sakallıydı ve doğu aksanıyla konuşuyordu. “Gerçekten de öyle,” diye cevapladım soğukkanlılıkla ve hafiften erkek jargonuyla gülümseyerek. “İster misin abi? Sana da yapalım bunlardan bir tane bu gece.” İlk önce biraz tedirgin olmuştum fakat herifin niyetinin sadece pezevenklik olduğunu anlayınca rahatladım ama bir pezevenge av olacak kadar salakça mı yürüyordum ki? “Sağ ol birader zaten para da yok.” “Boş ver abim parayı dert etme sen. He de, ben gereken her şeyi yaparım.” Herif işini biliyordu. Biraz yumuşadım. Çevrede cıvıldaşan kızlara baktım, hayır denecek gibi değildiler doğrusu. Bir seksenlik Rus revü kızları... “Ee peki kaça patlar bana bu iş?” İşte beni kafesleten cümleler bunlar olmuştu. Herifin gözleri parlamıştı birden. Bu iş bitti diyordu bakışları. O işini yapıyordu peki benim derdim neydi? Benden daha kötüleri de vardı. Parklarda, sokaklarda yatmak zorunda olup, seks hayatı sadece reklam panolarındaki bacaklara bakarak otuz bir çekmek olan yüz binlerce adam... Peki neydi o zaman bir adamı amsalak yapan ve deliliğin sınırlarında dolaştıran? Öldürmeye çalıştığın gecelerde ölümü unutmanın en kolay yolu bu muydu yoksa? “Abi kızına göre değişir fiyat. Sen bana kafandaki rakamı söyle ona göre birşeyler yapalım.” “Bak birader benim otuz milyondan fazla verecek param yok bu işe. Sana uyarsa ayarla bir şeyler. Yoksa...” Cebimde yüz yirmi milyona yakın para vardı aslında. “Otuz milyon mu ?” “Evet.” “ Abi normalde elliden aşağı iş yapmam ben ama madem bende bu kadar var diyorsun, bu gece de benim sana kıyağım olsun.” Yürümeye koyulduk. Pazarlıkta anlaşınca keyfine diye- cek yoktu pezevengin. Gömleğinin cebinden çıkardığı uzun marlborodan bir tane de bana tuttu. “Kullanıyor musun abi?” “Ver yakalım bir tane,” deyip sigarayı aldıktan sonra “Birader şimdi nereye gidiyoruz? Nereden alacağız kızı?” di- ye sordum. “Kız mı? Kızı yukarıdaki postanenin oradaki sokaktan alacağız.” “Bak,” dedim. “ Pavyona filan girmiyoruz değil mi? Aman sokmayasın beni oralara ha.” “Yok yahu ne işimiz var pavyonda. Hemen kızı alırız sokaktan, gidersiniz. Evin buralarda değil mi?” “Yakın, yakın...” Herifin telkinlerine rağmen yine de içim rahat değildi. Bir çapan oğlanı çıkmasındı bu işin içinden? Neyse bir çakallık yaparsa “Siktir git!” der, ben de basar giderim diye düşünüyordum. Beş on dakika sonra dediği sokağa geldik ve bir pavyonun önünde durduk. “Hani pavyon yoktu?” “Tamam abi meraklanma, ben içeri girip kızı getireceğim. Sen burada bekle.” “İyi, peki.” Derken üç beş dakika sonra pezevenk kapıda göründü. “Abi kızla konuştum okey dedi. Üstünü giyinip çıkacak birazdan. Gel istersen biz de içeride bekleyelim.” “Yahu kardeşim sana içeride işim olmaz dedim ya. Burada bekleyelim işte...” “Abiciğim niye korkuyorsun ki? Ayıp yahu kocaman adamsın.” “Korkma meselesi değil kardeşim. Hoşlanmam ben bu tarz muhabbetlerden.” “İyi de abi kız az önce herif nerede diye sordu. Görmek istiyor seni. Zaten mekan on on beş dakika sonra kapanacak.” “Yahu beni görüp de ne yapacakmış? Evlenecek miyiz sanki!” “Ben bilmem abi kız seni görmek istiyor.” Bir kere bulaşmıştım boka. “İyi hadi girelim o zaman.” Yerlerin bordo bir halıyla kaplı olduğu uzunca bir koridordan geçip, salona girdik. Tavanda envai renkten ışık saçan bir küre dönüyor ve köşelerdeki masalarda; köyden malı davarı satıp gelen muhtar, hanımını ve çocukları Lüleburgaz’daki annesine yollayıp soluğu burada alan mahalle bakkalı, okul aile birliğinin kermeslerde, yirmi üç nisanlarda kurabiye ve dantel satarak oluşturdukları imece banka hesabını patlatmış olma ihtimali yüksek, ilkokul müdürü kılıklı adamlar, kollarında birer konsomatris felekten bir gece çalıyorlardı. Ortalıkta hamam tellağı iriliğinde bıyıklı göbekli garsonlar, ellerinde meyve ve viski dolu tepsilerle bir o masaya bir bu masaya servis yapıyor, bir yandan da keseleyecek adam arıyorlardı. Boş bir masa bulup oturduk. “Abi sen otur rahat ol. Ben kıza bakıp beş on dakikaya geliyorum. Hemen gideriz...” “Tamam...” Kasıldığımı belli etmeden, rahat görünmeye çalışarak etrafı süzüyordum ki, bir iki dakika geçmeden garsonun biri tepeme dikilmişti. “Hoş geldiniz beyefendi ne alırdınız?” “Sağ olun ben bir şey almayayım. Arkadaşı bekliyorum birazdan çıkacağız.” “Girişten sonra servis zorunludur beyefendi.” Tellak bayağı kararlı görünüyordu ve işin artık ciddiye bindiğini geç de olsa kabul etmiştim. Başım beladaydı. Nuri Alço’nun, düğmeleri göbeğine kadar açık pembe gömleği ve elinde viskisiyle masama gelmesine ramak kalmıştı. “Tamam, ben bir bira alayım o zaman.” Garson birayı ve yanında bir kap çerezi masaya koymuş giderken, bizimkisi yanında hatunla görünüvermişti nihayet. Bana doğru yaklaşırken sırıtıyordu. Gelip oturdular. Kız yirmi beş, otuz yaşlarında vardı. Esmer, balık etli ve oval yüzlüydü. Omuzlarına kadar gelen kıvırcık saçları vardı. “Merhaba abi tanıştırayım bu Melisa... İsim neydi abi?” Düpedüz yalan söylüyordu pezevenk. Büyük ihtimalle Melahat 'ti kızın adı. Melisa dediğin şöyle çıtı pıtı papatya gibi bir şey olur be arkadaş. Her tarafından göt meme fışkırıyordu bu kızın. “Ben de Ferit. Memnun oldum.” “Benim adım da Ser Bülent... Abi Melisa Rus asıllı yedi yıldır Türkiye’de yaşıyor. Türkçe’yi senden benden iyi konuşur vallahi.” “Salla salla! Ben de kozmonot Yuri Gagarin.” O sıra garson tekrar masaya geldi. “Bir isteğiniz var mıydı?” Kıza dönüp gülümseyerek, “Bir şey içer misin?” diye sordum. “Ben bir meşrubat alayım votkayı çok kaçırdım bu gece.” Meşrubat...! Bir Rus yedi sene değil yetmiş sene kalsa Türkiye’de, yine de meşrubata meşrubat demesi imkansızdır. Ser Bülent ona sorulmadan atladı. “Ben de bir bira alayım.” Siparişler verilince, Melahat tuvalete gideceğini söyleyerek kalktı. Nihayet yalnız kalmıştık Ser Bülent’le. “Ser Bülent’ciğim ne yapıyoruz...? Oturmak yok dedin, söz verdin hemen çıkacağız dedin, şimdi bira söylüyorsun kendine. Oldu mu şimdi?” “İyi de hayatım ben ne yapabilirim? Ortam bu, racon böyle.” “Hayatım” lafı bir ok gibi saplanmıştı kalbime. “Abi... Abiciğim...” diye sürüp giden diyaloğumuz birden bire, böylesine laubali ve gayet fevri bir hitapla bozulmuştu. “Neyse,” diyordum kendi kendime “Cebinde nasıl olsa para var. Bir otuz milyon da bunlara verir, bir daha da böyle bir eşeklik yapmazsın olur biter.” Melahat fazla oyalanmadan dönmüş ve siparişler de gelmişti. “Nasılsınız beyler? Eğleniyor musunuz?” “İyiyiz, iyiyiz” diye cevapladı Ser Bülent. Ben de zoraki bir gülümsemeyle onayladım. Ardından Melahat kıvrak bir hareketle yanıma sokuldu. “Keyfin yok mu hayatım? Rahatlasana biraz.” “Sağ ol iyiyim.” Biz konuşurken Withney Houston’un, “I will always love you” su çalmaya başladı. “Aaa ben bu şarkıya bayılırım. Sever misin sen de? Ay çok güzel!” “İlk defa dinliyorum.” “Aniden fırlayıp kaçabilir miyim,” diye düşünerek etrafı kolladım fakat içeri girdiğimiz koridorun salona açılan ucunda, yarma gibi herifin biri ellerini böğrüne kenetlemiş bekliyordu. “Ser Bülent hadi kalkalım isterseniz?” “Tamam abi... Ben tuvalete gidiyorum, sen hesabı iste hemen gidelim.” Ortalıkta dolaşan garsonlardan birine hesabı getirmesi için işaret ettim. Birkaç dakika sonra hesap tabağı masadaydı. Ser Bülent’se tuvaletten hala dönmemişti. Önüme bırakılan tabağın içindeki adisyonu elime aldım. İki bira, bir vişne suyunun tam tamına iki yüz doksan sekiz milyon Türk lirası tuttuğu yazıyordu. Gözlerim yuvalarından fırlamış bir şekilde bir kağıda bir garsona bakarken, dönen dümenin başından beri haberi olan Melahat yerinden yavaşça kalkıp sıvıştı. Yüzümdeki şaşkınlığa rağmen kendimi toparlamaya çalışarak sordum. “İki yüz doksan sekiz milyon mu? Nasıl olur yahu bir yanlışlık olmasın?” “Hayır beyefendi bir yanlışlık yok.” “Anlıyorum da iki bira, bir vişne suyu, bir de çerezin bu kadar tutmaması lazım.” Herifin tınladığı yoktu. Hesabı bir güzel alt alta sıraladı. Bir bira yüz milyon liradan ikisi iki yüz milyon, artı altmış sekiz milyon vişne suyu, etti mi sana iki yüz altmış sekiz milyon? E bir de çerez var o da otuz milyon, toplam yapar iki yüz doksan sekiz milyon! “Garson bey, iyi güzel alt alta topladığınız zaman doğru görünüyor fakat bir bira için yüz milyon lira fazla değil mi?” “Fiyatlarımız budur beyefendi.” Biz herifle hesap muhasebesi yapa duralım, üç garson daha tepemizde bitivermişti. İçlerinden biri duruma el attı. Şef garsona benziyordu. Orta boylu, bıyıklı, koca dörtgen kafalı, ileri derecede çirkin bir adamdı. “N’oldu Ejder bir problem mi var?” “Fiyatlar biraz pahalı gelmiş galiba. Bir problem yok.” Adisyonu alıp, hiçbir tuhaflık olmadığına neredeyse beni bile inandıracak bir sakinlik ve kayıtsızlıkla, “Bu hesap normal arkadaşım,” dedi. “Fakat bende bu kadar para yok.” Bu çıkışımdan sonra işin rengi daha ciddi bir tona bürünmüştü. “Nasıl yok lan ibne! Paran yoksa niye içtin bu kadar şeyi! Adam içeride parti vermişim gibi konuşuyordu. Alanya’ ya tatile gelmiş iri kıyım bir Alman turist bile bir oturuşta bu kadar tutacak bira içemezdi. “Tamam da kardeşim, ben de bu kadar para yok.” “Ne kadar var?” “Ya şey işte... Ser Bülent’le konuştuğumuzda kız için otuz milyon demişti bir de bu içkiler...” dememe kalmadan kükredi. Diğerleri olayla ilgisiz gibi duruyorlardı. Biri burnuyla oynuyor, bir diğeri tek eli cebinde taşaklarını karıştırıyordu ve durum fırtına öncesinin sessizliği gibi görünüyordu. “Başlatma lan Ser Bülent’ine! Ne kadar paran var?” “Kırk elli milyon kadar...” “Çıkar bakalım cebindeki parayı.” Cebimde söylediğimden fazlası olduğu ortaya çıkınca durum daha da beter olacaktı, bununla beraber bütün parayı da kaptırmak işin cabası. Elimi cebime atarken tek hakkım olduğunu biliyordum. Usta bir hareketle banknotlardan bir ikisini cebin aşağısına ittirerek, elime gelenleri çıkarıp masaya koydum ama yemedi. Herif yine kükredi. “Adamı hasta etme lan hepsini çıkar paranın!” Çaresiz tekrar elimi cebime daldırıp, bir yandan da az önce ne kadarını kurtardığımı düşündüğüm diğer paracıkları da çıkardım. Önce altmış milyon küsur çıkmış olmalıydı ki, elli milyon daha çıktı. Herif kırışmış paraları iştahla bir güzel sayıp, düzleyip, küçükten büyüğe doğru dizdikten sonra cebine indirdi. Tam kıçıma tekmeyi basmak üzereydiler ki, son bir numara çekmeyi denedim. “Bakın benim hasta bir annem var. Bu paralar onun ilaç parasıydı.” Az önce beride taşaklarını harmanlayan atladı. “Ulan göt oğlanı madem anan hastaydı da niye sikin kalktı gece gece. Bas git bir de dayak yeme bizden!” Şansımı zorladığımın farkındaydım ama başka çarem yoktu çünkü ertesi güne hiç param kalmıyordu. “Hiç param kalmadı. En azından yirmi milyon verin de başımın çaresine bakayım.” Kısa bir süre birbirilerine baktılar sonra parayı cebe atan bir yirmilik çıkarıp “Al siktir git,” diyerek önüme fırlattı. Aldım. Kendimi ağırdan satarak aheste adımlarla bordo halılı koridoru geçerken, sersemin teki olduğumu düşünüyordum. Kızgın ve ağlamaklıydım. 26 Uzun, son derece dikkatli hazırlanmış ve ciddiye alıp kafa yorduğun zaman, insanı rahatlıkla aşağılık kompleksine sokabilecek, fazlasıyla aşağılık ve iç karartıcı bir bir ilandı. Yurt içinde bir çok şubesi olan son derece köklü! uluslararası bir firmanın genişleyen bünyesinde, müşteri hizmetleri departmanında görevlendirilmek üzere; üniversite veya yüksekokul mezunu, telefonla iletişim yeteneği güçlü, en az bir yıllık çağrı merkezi (kol sentır!) deneyimi olan, diksiyonu düzgün, tercihen İngilizce bilen, yoğun iş temposuna ayak uydurabilecek, enerjik, gelişime açık, görünüşüne özen gösteren, vizyon sahibi, vardiyalı sistemde çalışabilecek, (erkek adayların askerlik hizmetini tamamlamış olması) sigara kullanmayan, otuz yaşını aşmamış bay ve bayan adayları görüşmeye çağırıyorlardı. Yani beni değil. İlanı okuyunca içim daraldı ve kusacak gibi oldum. Böyle bir işe alınmayacağımı tabi ki biliyordum fakat işi inada bindirip, gidip görüşmeye karar verdim. Amacım ilandaki hiçbir özelliğe sahip olmayan; zeka düzeyi seksenle doksan arasında gezinen bir geri zekalının bile rahatlıkla kavrayabileceği, altı üstü telefondan bir şeylerin satışına veya kullanımına dair bilgi vermek olan bu işin ilanını hazırlayan sansarı bulup ona, “Aradığınız özelliklere sahip; üniversite mezunu olup, telefonla iletişim yeteneği güçlü, diksiyonu düzgün, askerliğini yapmış, İngilizce bilen, enerjik, gelişime açık, görünüşüne özen gösteren, vizyon sahibi, otuz yaşını aşmamış, en az bir yıllık kol sentır deneyimi içerisinde; vardiyalı sistemde çalışmış, yoğun iş temposuna ayak uydurmuş, ne yaptıysa ettiyse olmamış tutunamamış ve bu işsizlik sürecinde bile ulan ben nerede yanlış yaptım diye kendi kendine sorup efkarlanarak bir sigara yakmamış ve tüm bunlara rağmen gelip aynı işe yeni baştan talip olmuş eşekoğlueşekleri işe alarak, o yurt çapında sikimdirik şubeleri olduğunu iddia ettiğiniz uluslararası at boku şirketinizin, içine ettiğimin ufkunu daha nereye kadar genişletebilirsiniz?” diye söylenip bir ders verip geri dönmekti. Gazetede yazan adres beni Kadıköy’ün elit semtlerinden birinin bakımlı, temiz sokaklarında, karşısında bir huzur evi bulunan iki katlı, bahçeli bir villanın önüne getirmişti. Zili çaldıktan sonra kapı otomatik olarak açıldı. İçeri girip, birkaç adımdan sonra önüme çıkan iki basamaklı ahşap merdiveni çıkıp, tam karşımdaki deri koltuk ve kanepelerle dekore edilmiş, genişçe salona girdim. İçeride benden önce gelmiş bekleyen, ikisi erkek üç kişi daha vardı. Göz göze geldiğimizde merhaba anlamında gülümseyerek koltuklardan birine oturdum. Kız yirmi beş yaşlarında, esmer, bakımlı ve güzel sayılabilecek bir tipti. Heriflerden biride en fazla aynı yaşlarda, gözlüklü, takım elbiseli, eli yüzü düzgün mülayim görünüşlü bir şeydi. Diğeri çok olmasa da ilanda belirtilen otuz yaş sınırının üzerinde görünen saçları dökülmüş, koyu tenli, göz çukurları bir hayli derin, sabah tıraş olmasına rağmen sakalları fazlasıyla gür olduğundan daha şimdiden çıkmaya yüz tutmuş ve çirkin denebilecek bir tipti. Fakat onun da üzerinde iyi kötü uydurulmuş bir takım elbise vardı. Kısacası orada üzerinde bir kot pantolon ve boğazlı kazağıyla Otuz yaşını aşmış olmamak ve vardiyalı sistemde çalışabilmek dışında, ilanda aranan özelliklerden hiçbirine sahip olmayan ve en uygunsuz giyinmiş tek kişi bendim. Oturur oturmaz koltuğun hemen yanındaki sehpanın üzerinde bulunan gazete ve dergilerden birini alıp karıştırmaya başladım. Bu sıkıcı anlarda yetkili birinin gelip görüşeceği kişiyi çağırana kadar bekleşen herkes, sanki oraya berbat ve karnını doyurmaya bile yetmeyecek bir işe talip olmaya gelmemiş de, şirketin alacağı hayati kararlarla ilgili bir raporu yönetim kuruluna sunmak üzere yurt dışından çağırılmış ve ilk uçakla yurda dönerek, havaalanından bir taksiye atlayıp, soluğu burada almış havası yaratmaya çalışır. Bazıları öyle bir havaya girer ki sekreter odaya girip, “...buyurun Toygun Bey görüşmek üzere sizi bekliyor,” gibi bir şeyler söyleyip haber verdiğinde berikinin yüz ifadesi, “Ben mi? Ne münasebet canım ben işsiz değilim ki. İş görüşmesine gelmedim. Lütfen beni şu bekleşen çulsuzlarla karıştırmayın. Niye mi buradayım? Ah evet...! Ben sadece dergilere bakıyordum.” diyecekmiş gibi bir hal alır. Kız elindeki kadın dergisini karıştırırken, ben elimdeki gazeteye göz atarken diğerleri de ilgisizce ofisin içindeki eşyaları ve öteberiyi inceliyormuş gibi sağa sola bakınırken kız da, ben de, diğer ikisi de aynı havalardan çalıyorduk. Dört bir yandaki pencerelerden bahçe görünüyordu ve oldukça havadar bir salondu. On beş dakika sonra sarışın, mavi gözlü, küt saçlı, son derece sevimli ve güzel, otuz yaşlarında bir kadın topuklu ayakkabılarının ahşap merdivenlere vurmasıyla çıkan tıkır tıkır seslerin eşliğinde, üst kattan aşağı inerek yanımıza geldi. Elinde başvuru formu olma ihtimali yüksek kağıtlar vardı. “Hoş geldiniz arkadaşlar. Biraz beklettim sizi galiba kusura bakmayın.” Hepimiz hemen hemen aynı tavırlarla, “Önemli değil,” manasında gülümsemeye çalıştık. “Evet... Görüşmeye başlamadan önce sizden bu başvuru formlarını doldurmanızı rica edeceğim.” Kadının uzattığı formlardan hepimiz birer tane aldık. “Siz formları doldura durun, ben beş on dakika kadar sonra tekrar geleceğim.” Başvuru formunu alır almaz, hemen sabıka kaydıyla ilgili bölümün var olup olmadığına baktım. Tahmin ettiğim gibi vardı fakat bu sefer sonuna kadar gitmeye kararlıydım ve sabıka kaydım için yok yazdım. Kadın dediği gibi on dakika sonra geldi ve formları toplayıp, hepimizi başka bir odaya aldı. Söylediği odaya geçtik ve kendisinin oturduğu masanın karşısındaki koltuklara çöktük. “Evet arkadaşlar ben Didem. Başvuru formlarınızı incelemeden önce sizlerle tanışmak maksadıyla sohbet etmek istiyorum. Hem sizleri tanımak maksadıyla hem de müşteri hizmetleri bünyesinde faaliyet gösteren kol sentır! departmanı hakkındaki görüşlerinizi merak ediyorum.” Gülümsüyordu. Biz de aptal aptal gülümsüyorduk. “Kim başlamak ister?” Oturuş dizilimine göre dörtlünün bir ucundaydım yani konuşma ya benden başlayacaktı, ya da en son ben, konuşacaktım. Neyse ki Gözlüklü eleman “Ben başlayabilirim,” diye söze girdi. “Adım Börçe Uysal yirmi üç yaşındayım ve İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Su Ürünleri bölümü mezunuyum” Sonra kız konuştu. “Ben Bengisu Papatya Eskişehir Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler bölümünden mezunum.” Ardından diğer herife geldi söz. “Adım Aytekin Hırsküpü. Otuz yaşındayım ve bir çocuk babasıyım. Kütahya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum.” En son da bendeniz konuştu tabi ki. “Neden üniversiteyi bırakmaya karar verdiniz Ferit Bey?” “İyi bir kariyeri hedeflerken vakit kaybı olacağını düşündüm. Hızla serpilen ve gelişen piyasa ortamında çekirdekten yetişme eleman ihtiyacının artık daha önemli olduğu kanısındayım. Kaldı ki küçük küresel bir köy halini almış dünyamızda her türlü akademik ve analitik bilgi internet sayesinde odalarımıza kadar gelebiliyor zaten. Bu yüzden bireyler kariyer fırsatlarını kovalarken, bir yandan da gerekli akademik donanımlarını daha esnek koşullar ve seçenekler dahilinde gerçekleştirebilirler diye düşünüyorum.” Hatun gülümseyerek karşılık verdi. “Evet farklı bir bakış açısı.” Tekrar tanışma diyaloglarına çevirdi sözü. “Arkadaşlar şimdi ilk önce size genel bir çerçevede kol sentır! hizmetinin işleyişini ve amaçlarını ve bu noktada bizim “Arayı Yap Parayı Kap” danışmanlık ve aracılık şirketimizin fonksiyonunu anlatmak istiyorum. Arkadaşlar bildiğiniz gibi büyük firmaların özellikle son birkaç yıl içinde artan müşteri ihtiyaçlarına ve sorunlarına daha hızlı ve yapıcı çözümler bulmak amacıyla kol sentır departmanlarına özellikle ağırlık vermiş durumdalar. Öyle ki, bu birimler yirmi dört saat kesintisiz bir şekilde vardiya sistemiyle çalışmaktadır. Yani bir kol sentır elemanı günün her saatinde müşterilerden gelecek şikayet veya yardım taleplerini sağlıklı bir şekilde dinleyip cevaplayacak, gerektiğinde müşteriyi yeni bir ürünü almaya yönlendirebilecek sabır ve aktifliğe sahip olmalıdır.” Kadın konuşurken bir yanda da üzerinde oturduğu döner koltuğu sağa sola hareket ettiriyordu. Arkasında oturduğu masanın bize bakan ön bölümü boştu ve oturduğum koltuk masa seviyesinden aşağıda kaldığı için üst üste attığı bacaklarını izleyebiliyordum. Aman Allah’ım ne güzel bacaklardı onlar. “Sabır ve yönlendirebilme gücü özellikle aranan niteliklerdendir. Çünkü telefonla gelen çağrıyı cevaplarken her tür kültür ve eğitim grubundan insanla diyalog kurmak zorunda kalacaksınız ve insanların o an ki psikolojik durumlarını tolere edebilme esnekliğinde olabilmelisiniz. Örneğin, kullandığı ürünün aniden bozulmasına sinirlenmiş birinin öfkeli veryansınlarını anlayışla karşılayabilmelisiniz. Bu veryansınlar hakaret ve küfür boyutuna kadar ulaşsa bile. Gecenin bir yarısı sırf sıkıldığı için telefonla arayan birini makul ve seviyeli bir şekilde geçiştirebilmesiniz. Bacaklara bakmaya devam ediyordum bir yandan. Ah o güzelim ten! O duruş. Şairlerin ilhamı. Tutkunun ve şehvetin bayrağı savaş alanlarında. Hayatın kıvılcımı. Evrendeki tüm anlamların anlamı. Sen de acı çekiyorsun biliyorum. Anlattığın masallara sen de inanmıyorsun biliyorum. İçinde şarkı söylemek isteyen bir çocuk var biliyorum. Seni de bir yerlerde sakatladılar biliyorum. Her akşam aynada makyajını temizledikten sonra ağlamaklı düşlere uyuyorsun ve aşk düşlerinde gördüğün ama hatırlayamadığın çok eski bir çocuk oyunu biliyorum. Beni tanımıyorsun biliyorum. Ben şu an karşında iş dilenen adam değilim. Bir başkasıyım ben. Bir sanrıyım, kumlara yazılar yazıp resimler çizen bir gezgin. Hiçim ben. Yeryüzünün son havarisi, son umudu ve son tanrısıyım. Hayır bunlar da değilim ben. Sana kim olduğumu söylemeyeceğim çünkü sana kim olduğumu söylersem ağlarsın. “Bu noktada bizim gibi aracı kurumların görevi de; firmaların talep ettiği nitelikteki elemanlarla şu an sizinle yaptığımız gibi ön görüşmeler yapıp, aranılan özelliklere gerçekten uygun olduğunu düşündüğümüz arkadaşları bağlantıda olduğumuz firmalara yollamak. Tabi ki son noktada nihai karar onların. Evet arkadaşlar benim size kısaca anlatacaklarım şimdilik bunlar. Biraz da sizin bu sektör hakkındaki fikirlerinizi ve işin sizin beklentilerinizle, karakter yapınızla ne kadar uyuşup uyuşmadığını dinlemek istiyorum. Kim başlamak ister?” Kısa bir sessizlik oldu ve herkes topu birbirine atmak istercesine birbirine bakıyordu. Didem gülümseyerek duruma el koydu. “İsterseniz az önceki sıradan devam edelim. Evet Börçe Bey...” “İlk önce şunu söylemek isterim ki, kendi ihtisas alanımın dışında olan bu sektörde çalışmak istememin ana sebebi; hizmet sektörünün her geçen gün bir adım daha büyüdüğünü ve sizin de belirttiğiniz gibi özellikle son birkaç yıl içerisinde yapılan yatırımlar sayesinde, batıdaki örnekleriyle aynı standartları yakaladığını ve bu noktadan baktığımda, iyi bir kariyer yakalama düşüncesi açısından son derece cazip bir fırsat olduğunu düşünüyorum.” “Evet güzel... Siz Bengisu Hanım...” “Ben de Börçe Bey’e bir çok noktada katıldığımı belirtmek istiyorum. Bunun yanında, kendi adıma sektörün beklentilerine halkla ilişkiler penceresinden baktığımda, benim düşüncelerimle birebir örtüştüğünü görüyorum. Demek istediğim şu ki, ana amacı iletişim ve tüketicinin mutluluğu olan bu alanda çalışmak benim için tam da istediğim bir duruş olacaktır diye düşünüyorum.” Atış serbest köşesinde söz Aytekin’ deydi. Kapana kısılmama az kalmıştı. “Teşekkürler Bengisu Hanım. Aytekin Bey...” “Vallahi arkadaşlar söyleyecek pek bir şey bırakmadı ama... Ben de aynı şekilde, uzun zamandan beri gelişimini ve getirdiği yenilikleri yakından izlediğim ve benim de hayat felsefesi olarak benimsediğim amacı insana hizmet olan bu sektörün içinde olmayı çok isterim. Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, bir çocuk babası olarak insanları tolere etmede tecrübeli olduğumu düşünüyorum.” Son cümlesini bitirdiğinde alçaldığının farkında olmadan sırıttı hayvan oğlu hayvan. “Çok güzel... Evet Ferit Bey son olarak sizi dinliyoruz.” “Ben arkadaşların söylediği her şeyin altına rahatlıkla imzamı atarım.” “Peki başka eklemek istediğiniz bir şey...?” “Var.” “Sizi dinliyoruz.” “Bu işe ihtiyacım var ve telefonun öbür ucunda Orhan Boran bile olsa sabırla dinleyebilirim Didem Hanım.” Kısa bir gülüşme oldu. “Bu sefer biraz komik de olsa yine farklı bir yaklaşım ge- tirdiniz Ferit Bey. Fakat bu denli rahat olmanız kendinize olan güveninizden kaynaklanıyor sanırım. Aslında bu da arka planda kalan fakat aradığımız en önemli kıstaslardan biri.” “İddialıyımdır,” diye yanıtladım gülümseyerek. Diğerleri ufaktan bozulmuştu duruma. İşe alındım demek için henüz erken olsa da, doğru hamleleri yapıyor gibiydim. “Arkadaşlar benim açımdan gayet güzel bir sohbet oldu teşekkür ederim. Şimdi sizden, yalnız bir değerlendirme yapabilmek için bir on dakika rica edeceğim fakat ne yazık ki, bu değerlendirmenin ardından sizlerden ikisini elemek zorunda kalacağım. Bunun için şimdiden özür diliyorum.” Didem Hanım söyleyeceklerini bitirdiğinde biz de odadan çıkıp tekrar bekleme salonuna doğru yollandık. Ben dümeni kırıp tuvalete girdim ve içerde bir sigara içtim ve izmaritini klozete atıp, üstüne sifonu çektim. Fakat klozetteki su devri zayıf olduğundan mıdır nedir, izmarit bir türlü kanala gitmiyordu. Biraz uğraştıktan sonra klozetin yanında duran bok fırçasıyla yukarıya doğru çekip, klozetten dışarıya çıkarmayı başardım. Sonra bir parça tuvalet kağıdıyla tutup tuvalet kağıdı kutusuna atmayı düşündüm fakat tuvalet kağıdının bitmiş olduğunu görünce, mecburen elimle alıp attım. Çıkarken içerisinin bayağı bir duman altı olduğunu fark ederek, havalandırma penceresini açmak üzere geri döndüm fakat lanet olası pencere küvetin yapışık olduğu duvarın üstündeydi. Yani pencereye ulaşmak için bir ayağımla küvetin kenarına çıkmam gerekiyordu. Çıktım ve uzanıp pencereyi açıp indim. Bu sefer de küvetin kenarında ayak izi kalmıştı. Silmek için tuvalet kağıdı olmadığından, sağa sola bakınarak bir havlu veya bez bakındım. Kapının arkasında bir havlu gördüm. Küvetteki izi onunla sildim ve havluyu da çöpe attım. Banyodan çıkarken “Acaba kimselere görünmeden kaçsam mı?” diye düşündüm ama işim henüz bitmemişti. Salona geri döndüm. Döndüğüm de Didem Hanım da gelmişti. “Kusura bakmayın tuvaletteydim,” diye açıklama yapıp oturdum. Herkes merak ve endişe dolu bakışlarla, Didem Hanım’ın iki dudağının arasından çıkacak sözleri duymayı bekliyordu. Kimler gidecek kimler kalacaktı? “Evet arkadaşlar başından da söylediğim gibi, aranızdan sadece iki kişiyi bu iş için firmaya yönlendireceğim ve bunun için üzgünüm. Aytekin ve Börçe Bey sizinle şu an için görüşmemizi noktalamak zorundayım fakat kişisel bilgileriniz bizde saklı bulunduğu için daha uygun bir iş fırsatı oluştuğu zaman sizi arayacağız. Geldiğiniz için teşekkür ederiz.” Hey gidi Börçe Uysal ve koca Aytekin Hırsküpü! Ben de böyle olsun istemezdim ama yakından izlediğiniz, son birkaç yıl içinde yapılan ciddi yatırımlar sayesinde batıdaki örnekleriyle boy ölçüşür duruma gelen, iyi bir kariyer yakalama düşüncesi doğrultusunda oldukça cazip görünen ve temelinde insana hizmet olan bu sektörde demek ki size ekmek yemek kısmet değilmiş. Sağlık olsun. Netice karşısında soğuk kanlılıklarını korumaya çalışarak “Önemli değil... Biz teşekkür ederiz...” gibilerinden bir şeyler söyleyip hepimizle tokalaşarak çıktılar. Ve geriye küçük hanım Bengisu Papatya ile ben kalmıştık. “Şimdi Bengisu hanım ve Ferit Bey sizinle ikinci bir mülakat daha gerçekleştireceğiz ve bu mülakat da sizinle sırayla bir simülasyon çalışması yapacağız. Bunun için size hayali bir tatil köyüyle ilgili çeşitli bilgilerin yazdığı bir metin vereceğim ve metni okuyup aşina olmanız için de yirmi dakikalık bir süre vereceğim. Bu süre sonunda bulunduğunuz odadan benimle bir telefon görüşmesi yapacaksınız. Size, tatil köyünden rezervasyon yaptırmak isteyen sıradan bir müşteri gibi gelişigüzel sorular soracağım. Amacım; tabi ki pratikte bir müşteriyi yönlendirebilme ve onunla diyalog kurabilme becerinizi ölçebilmek. Anlaştık mı?" “Anlaştık,” diye onayladık. “Bengisu Hanım isterseniz sizinle başlayabiliriz.” “Peki...” diye cevapladı ve Didem önde o arkada ofisin üst katına çıktılar. Ben de gazeteleri karıştırmaya koyuldum. Beş on dakika sonra banyodan çıkan bir kadının birilerine havluyla ilgili söylendiğini duydum. “Kim atmış bunu çöpe?” diye soruyordu sinirli bir tonda. Sonra benim beklediğim salona girip, karşımdaki masanın üzerindeki dosyaları alıp gitti. Giderken, göz ucuyla şüpheli şüpheli bana baktığını hissettim fakat hiç oralı olmayarak başımı gazeteden kaldırmadım. On beş yirmi dakika sonra Papatya ile Didem aşağıya indiler. Didem teşekkür ettiğini söyleyerek, merdivenin başından kapıya kadar uğurladı kızı. Anladığım kadarıyla kız becerememişti işi ve kala kala bir ben kalmıştım ellerinde. “Ferit Bey hazırsanız çıkalım.” “Tabi...” Onu takip etim ve gösterdiği odaya girdim. Dört duvar, bir pencere, kapının dibinde bir masa, önünde bir sandalye, üstünde bir telefon ve telefonun yanında biri boş biri dolu iki sayfa kağıt, bir de kalem vardı. “Masanın üzerindeki kağıtlardan birinde bahsettiğim simülasyon hikayesi yazılı. Diğerine de istediğiniz notları alabilirsiniz. Yirmi dakika içerisinde hazır olduğunuz zaman telefonla dokuzdan hat alıp, yirmi bir on altıdan beni arayabilirsiniz. Hitap ederken de atıyorum, Nilay Hanım diyebilirsiniz mesela.” “Hı hı... Anlıyorum.” “Pekala o zaman başarılar.” Didem gittikten sonra ilk işim şu kağıda bir göz atmak oldu. Aptalya beldemize sadece bir saat uzaklıkta, eşsiz doğa güzellikleriyle iç içe, unutulmaz rüya gibi bir tatil için Kuş Uçmaz Kervan Geçmez Tatil Köyümüze sizi de bekliyoruz. Yirmi dört saat limitsiz yerli ve yabancı içkiler ücretsiz. Sabah, öğle, akşam açık büfe yemekler... Türk, İtalyan ve Uganda mutfağından çok farklı tatlar, mangal yapmadan uyuyamam diyenler için ücretsiz mangal kömürü ve bir adet mangal, a la carte restoranlar, snack barlar. Jakuzili ve executive kategoride odalarda; klima, buzdolabı, yangın alarm sistemi mevcut olup, banyosunda kullanabileceğiniz fön makinası, şampuan, saç fırçanız hizmete dahil. Çocuklar için mini bir havuzumuz bulunmakla beraber, havuzlarımızda su kaydırağı, aqua park, su çanı, mantar şelale, hidro masaj, kese ve jeneratör gibi ayrıcalıklardan faydalanabilirsiniz. Tatilde bile spordan vazgeçmem diyorsanız; banana, su kayağı, wakeboard, katamaran ve tüm kara sporları, okçuluk, atıcılık, gülle, cirit atma tesislerimiz, yaz gecelerinin vaz geçilmez eğlencesi; baklavasına futbol maçları için 1. sınıf suni çimle döşenmiş halı sahalarımız hizmetinizdedir. Bitti mi? Bitmedi! Her gece animasyon gösterilerimiz ve bunun dışında; büyükler için one night stand sitting, küçük yavrular için baby sitting, çocuk parkları, masa tenisi, atari, langırt, kuka, dart, play station... Ve eğer kıskanç değilim diyorsanız, bayanlar için ücretsiz tango ve hatta mango dersleri. On beş gün kal, on dört gün öde! Rezervasyonunuzu hemen şimdi yaptırırsanız (bir hafta içinde) % 30 indirim fırsatı... İndirimden faydalanamıyorum diye üzülme, sinme pısma. Kredi kartına vade farksız dört taksit. Eğer “Koruz” kart ayrıcalığına sahipseniz yine vade farksız on iki taksit! Tabi ki ulaşımda güvenliğinizi ve rahatınızı da düşünüyoruz. Karayoluyla yolculuğu tercih ederseniz, Debriyajoğulları Seyahatle ekonomik ve konforlu bir yolculuk, dilerseniz çok uygun fiyatlarla Zümrüt- ü Anka havayollarının ayrıcalığıyla aktarmasız, first class bir uçak seyahati... Fiyatlarımız minimum on beş gece ve üstü konaklamalar için geçerli olup, iki kişilik ve daha fazlası odalarda kişi başı gecelik ve KDV dahildir. Herhangi bir nedenden dolayı gerçekleştirilmek istenen rezervasyon iptallerinin bir hafta önceden tarafımıza bildiril- mesi gerekir. Aksi takdirde bir ödeme yapılmışsa geri iadesi mümkün değildir. Birinci derecede önemli sağlık problemlerinin oluşması durumunda, tam teşekküllü bir hastaneden alınmış gerekli sağlık raporları tarafınızdan bize yollandığı takdirde, gerekli incelemeler yapıldıktan sonra ödeme iadesi mümkündür. Daha ne bekliyorsunuz? Tatil sizinde hakkınız! Okuduktan sonra içim daraldı. Yazanlar doğruysa burası tatil köyünden çok bir tımarhaneye benziyordu. Korkunç bir yer olmalı diye düşündüm. Ayrıca sundukları tüm bu hizmetlere ilaveten, her ihtimale karşı köy içinde boşanma davalarına bakacak nöbetçi bir mahkemenin ve olası cinayet vakalarında zanlıyı ilçeyi terk etmeden yakalayabilmek için tatil köyü çevresinde devriye görevi yapan bir jandarma kuvvetinin ve bir kıyı güvenlik botunun yirmi dört saat hazır bulundurulması tavsiye edilebilirdi. Çünkü kayınvalidesini de yanlarında getirmiş üç azgın çocuk babası sinirli bir muhasebecinin halı saha dönüşü, telaşlı bir garson tarafından acilen müdüriyete çağrılarak, çocuklardan birinin su çanında oynarken boğulma tehlikesi atlattığı için hastaneye kaldırıldığını ve bu sırada karısının tango dersinde, kayın validesinin boyun ağrıları için hidro masaj seansında olduğunu öğrendiği zaman cinnet getirip karısını, tango hocasını, kayınvalidesini, hidro masajcıyı, diğer iki çocuğu ve kendisine engel olmaya çalışan kat görevlisini vurup sonra da Yunan adalarına kaçmaya çalışmak istemesi işten bile değil gibi görünüyordu. Metni birkaç kere daha dikkatli okuduktan sonra birkaç not aldım ve telefonu ilk açtığımda karşılıklı gelişecek olası diyalog için küçük bir giriş ve diyaloğun tıkanması ihtimalini de göz önünde bulundurarak, karşı tarafa değişik seçenekler sunan, ikna edici olabileceğini düşündüğüm yardımcı birkaç cümle yazdım boş kağıda. Nasılsa serde yazarlık vardı! Sonra ahizeyi kaldırarak, dediği gibi dokuzdan hat alıp yirmi bir on altıyı çevirdim. “Alo...” “Efendim.” “Nilay Hanımefendiyle mi görüşüyorum?” “Evet buyurun.” “Merhabalar Nilay Hanım. Ben Tramplen Turizm Acentası Müşteri İlişkileri ve Organizasyon departmanından Ferit Keskin. Sizinle Aptalya beldemizdeki, Kuş Uçmaz Kervan Geçmez Tatil Köyümüzün tatil olanaklarıyla ilgili kısa bir tanıtım görüşmesi yapmak istiyorum mümkün mü acaba?” “Anlıyorum beyefendi fakat numaramı nasıl edindiğinizi öğrenebilir miyim?” Beni köşeye sıkıştırmaya çalışacağını tahmin ediyordum fakat bunu en azından metine dahil kalarak yapacağını düşünmüştüm. Yani ilk soru çalışmadığım yerden çıkmıştı. Yahu yukarıda dokuzdan hat alıp yirmi bir on altıyı çevir dedin ya kadın! “Numaranızı mı? Ee... Numaranızı rehberden buldum.” Cevap yok... Konuşsana be kadın! “Evet Nilay Hanım devam edebilir miyim?” “Hım... Peki ama lütfen kısa olsun.” “Tabi ki... Sadece birkaç dakikanızı alacağım.” “Nilay Hanım Tatil Köyümüz Aptalya beldemize sadece bir saat uzaklıkta olup, eşsiz bir doğa güzelliğiyle iç içedir. Jakuzili ve executive odalarda...” “Pardon beyefendi bir şey sormak istiyorum.” “Buyurun Nilay Hanım.” “Odalarınız tek kişilik mi acaba?” “Hayır efendim odalarımız minimum çift kişiliktir.” Bu beklediğim soruydu. “Evet dediğim gibi jakuzili ve executive odalarda...” Ben odanın sıva malzemeleri hariç her türlü özelliğini sayarken, yine dümenden bir soru daha geldi.” “Peki gecelik ücretinizi öğrenebilir miyim?” “Hanımefendi en az on beş günden başlayan konaklamalarda her şey dahil beş yüz dolar.” “Daha kısa bir süre düşünürsek peki?” “O zaman tabi ki fiyatlarımız değişiyor.” “Anlıyorum.” “Tatiliniz boyunca köyümüzdeki her türlü olanaktan; açık büfe...” O ana kadar açık vermeden gidiyordum. Bir ton saçmalığı daha tıkır tıkır saydım. “Kredi kartıyla yapılan ödemelerde bir ödeme planınız var mı?” “Tabi ki Nilay Hanım... Kredi kartına vade farksız dört taksit yapıyoruz. Eğer Koruz kartına sahipseniz on iki taksit. Bunun yanında bir hafta içinde rezervasyon yaptırırsanız, %30’a varan indirim fırsatından da yararlanabilirsiniz.” “Evet, bu şartlar altında düşünebilirim fakat eşim şu an yurt dışında olduğu için onunla da görüşüp bir program yapmamız gerekiyor. Eğer ki, şimdiden bir rezervasyon yaptırdığımız taktirde, daha sonra aksi bir durum oluştuğunda ödediğimiz meblağı geri alabilme şansımız var mı?” “Onu size şöyle izah edeyim bir haf...” Bu tuzağa da basmadan geçince, saygıdeğer Nilay Hanım! artık ikna olmuşa benziyordu. “Teşekkür ederim beyefendi. Ben size o zaman şunu söyleyeyim ki, eşimle görüştükten sonra daha kesin konuşmak için sizi aramak isterim.” Hey gidi hey! Açığını yakalamışken bırakır mıyım işin peşini Nilay Hanım. Yalakalıkta sınır yoktur. “Çok sevinirim efendim. İsterseniz siz hiç rahatsız olmayın. Yoğun iş temposu arasında belki vakit bulamayabilirsiniz. Sizin uygun gördüğünüz bir gün ve saatte ben sizi tekrar birkaç dakikalığına rahatsız edebilirim.” Beklemediği bu incelik! karşısında bu sefer o afallamıştı. “Hımm... Peki öyleyse bir hafta sonra tekrar konuşalım.” İşte böyle yapışırlar adama. “Günü efendim?” “Hımm... Bu gün günlerden...” “Salı Nilay Hanım. O zaman bir daha ki Salı yine bu saatlerde arıyorum.” “Evet olabilir.” “Çok teşekkür ediyorum Nilay Hanım. Haftaya tekrar konuşabilmek dileğiyle iyi günler.” “Ben teşekkür ederim iyi günler.” Telefonu kapatıp odadan çıktım. Tekrar bekleme salonuna döndüm. Ardımdan Didem geldi ve yanımdaki koltuğa oturdu. Gözlerinin içi gülüyordu. “Tebrikler Ferit Bey. Açıkçası tahmin ettiğimden daha başarılıydınız.” “Teşekkür ederim.” “Şimdi bu durumda biz aracı kurum olarak sizi firmaya tavsiye edeceğiz ve sanırım onlar da bu performansınız karşısında sizinle çalışmayı düşünecektir.” Yüzüme münasip bir gülümseme takınmış, uslu uslu dinliyordum. Bir yandan da içimden, “Sen anlat bakalım anlat aracı kurum hikayelerini. Karşında eski bir at hırsızı, bir sabıkalı oturduğunu bilsen böyle konuşur muydun?” diye geçiriyordum. “Sizi bu hafta içinde firmaya yollamayı düşünüyorum. Bana bu hafta içinde uygun olduğunuz bir günü söyleyebilirseniz, şimdiden kesin bir ayarlama yapabilirim.” “Benim için önemli değil, önümüzdeki hafta içinde herhangi bir gün olabilir.” “O zaman ben bir ayarlama yapıp size haber vereyim. Size ulaşabileceğim bir telefon numaranız var mı?” Telefon mu? Şu omuzladığında açılan kapı için bir usta çağıracak parayı ayarlayabilsem. “Bu aralar telefonla bayağı rahatsız edildiğim için numaramı değiştirmek amacıyla PTT’ ye müracaat etmiştim. Maalesef şu an telefonum kapalı Didem Hanım ama ben sizi yarın arayabilirim.” “Pekala siz yarın öğleden sonra beni tekrar arayın, randevuyu ayarlayalım.” “Tamam.” “Evet Ferit Bey teşekkür ederim. Tekrar görüşmek dileğiyle.” Gülümsedi ve tokalaşmak için elini uzattı.” “Ben teşekkür ederim. İyi günler.” Kapıdan çıkıp geldiğim yoldan ana caddeye doğru yürürken nedense en ufak bir zafer duygusu hissetmiyordum. Onu hiçbir zaman arayamazdım. Aramayacaktım. İhtiyacım yoktu zaten böylesine bir varoluşa. Her şeye rağmen. *Hermann’ı düşündüm. “Gençlik güzel şey”, sabıkalı olmak bile fena değil diye düşündüm ve bir şeylerin daha iyiye gidebileceğine dair bir inanç belirdi içimde. Ana caddeye çıkınca fazla pahalı olmayan ama kaliteli bir şişe şarap alıp evin yolunu tuttum. 27 İlanda posta dağıtımı yapacak elemanlar arandığı yazıyordu ve tecrübe istediklerine dair herhangi bir not yoktu. Bu önemliydi çünkü çoğu ilanda; otuz yaşındaki bir adamdan ancak emekli olduğunda sahip olabileceği bir deneyim, kariyer ve senin reddettiğin bir hayali istiyorlar ve tüm bilgi birikimine rağmen, bunları işe ve başarıya dönüştürebilmen için ana dilinin yeterli olmadığını düşünüyorlardı, Anglosakson yalakası üçüncü dünya yuppileri. Gidip görüşmeye karar verdim. Gazetedeki adres beni Çağlayan varoşlarında bir sokağa, bir kurye şirketinin binasının önüne getirmişti. İçeride bir süre sıramı bekleyip, otuz beş yaşlarında, yüzünden sağlık ve afiyet fışkıran, iyi giyimli bir adamla görüştüm. İşi yapabileceğime kanaat getirmiş olsa gerek ki, oranın iki sokak aşağısında başka bir adresi tarif edip Ekrem diye bir herife yolladı. “Tamam,” dedim ve tarif ettiği yere gittim. Esas işin döndüğü yer burasıydı. Bir binanın alt katında, daha çok bir depo veya süper market için tasarlanmış, fazla da büyükçe olmayan bir yerdi. Tüm duvarların önüne dört bir taraftan yerleştirilmiş masalar ve üzerindeki küçük posta dağcıklarıyla boğuşan yirmi kadar adam vardı içeride. İçeri girdiğimi fark eden dağınık kır saçlı, ellili yaşlarda bir adam yanıma gelip, “Sen yeni mi başlayacaksın?” diye sordu. “Evet,” dedim. “Beni ana binadan gönderdiler. Ekrem diye birini arıyorum.” “Ekrem benim. Bir kenarda bekle sen, biraz işim var bitince konuşuruz.” “Bir sigara içebilir miyim?” “Dış kapının önünde içebilirsin.” Çıkıp sigaramı içerken çevre binaları izlemeye koyuldum. Tam karşıdaki apartmanın balkonlarından birinde tombul bir kadın kocaman bir halıyı sinir stres içinde salladı, silkeledi ve benim oraya baktığımı fark edince pis bir bakış fırlattı. Halısına dikkatlice baktım. Benden daha ağır olmalıydı. Başka tarafa bakmayı yeğledim. Sigaram biter bitmez, Ekrem damlamıştı yanıma. “Haydi gel işi anlatayım sana.” “Tabi...” Herifin ardı sıra süzüldüm içeri. Postalarla boğuşan adamların biraz uzağında, tenha sayılabilecek bir köşede başladı anlatmaya. “Az çok izlediysen görmüşsündür. İşimiz dağıtım...” “Evet.” “Bu arada adın ne senin evlat?” “Ferit.” “Güzel. Bende Ekrem. Ha nerede kalmıştık? Her sabah ilk işimiz, hep beraber bu envai çeşit postanın tasnifini yapmaktır. Bunu ilk önce yapmazsak burası içine don atılmış hela gibi taşar ve her yeri bok götürür anlıyor musun?” “Evet anlıyorum.” “Nasıl mı yapılır bu tasnif? Şöyle; her grubun bir bölgesi vardır ve o bölgenin masası üzerinde o bölgeye ait kocaman bir harita durur ve bütün evraklar, postalar bu haritadan her semt için cadde cadde, sokak sokak ve en son olarak bina numaralarına göre ayrılarak dizilir. İşini kolaylaştırmak istiyorsan evlat bu haritaya çok dikkatli bakmalısın. Bazen bir caddede birbiriyle kesişen on tane sokak görürsün. Postalarını ayıklarken bu on sokağı öyle bir ayarlarsın ki, ilkinden girdiğinde son sokaktan çıkarken çantanda oraya ait hiç posta kalmamış olur. “Hı hı.” “Bunun yanında asla postaları çöpe atıp kafayı çekmeye gitmeyi deneme. Her zaman bunu yapan bir, iki orospu çocuğu mutlaka çıkar ve biz de onlara tek kuruş ödemeden yolu gösteririz. Ayrıca söz konusu çöpe giden postalar iyi bir müşterimize aitse, bir sabah uyandığın da posta kutunda bir mahkeme ilamıyla karşılaşabilirsin. Unutma her postacıyı izleyen başka bir postacı daha vardır.” “Anlıyorum Ekrem bey, benden yana bir problem yaşamayacağınıza emin olabilirsiniz.” “Çalışma saatlerine ve alacağın ücrete gelince; sabah sekizde burada olup on bir gibi, o gün dağıtacağın bütün postaları ayıklamış ve çıkmış olmalısın. Akşam işin bittiğinde tekrar buraya dönmek zorunda değilsin. Ertesi sabaha bir gün öncesinden kalmış iş istemem. İadelerin için daima makul se- beplerin olmalı. Postasını vereceğin adamın ölmediğine veya taşınmadığına emin olmadan asla çöpe atma veya iade diye getirme. Evde birileri yoksa bile , apartmanda her zaman iyi bir komşu vardır. Unutma ki, işimiz bir anlam da kutsal bir görev. Ücrete gelince; dört yüz milyon... Yol parası tabi ki bizden, üç ay sonra da SSKlısın. Anlaştık mı?” “Yemek?” “Elemanlar iş yerinde sabit olmadığı için yemek veremiyoruz.” “Tamam anlaştık.” Ardından arka taraftaki masalardan birini işaret etti. “Şu masaya git ve oradaki yeşil gömlekli adama benim yolladığımı söyle sana işi göstersin.” Dediği yere gittim. Yeşil gömlekli adama. “Merhaba. Beni Ekrem bey yolladı, bu gün başlıyorum.” “Daha önce yaptın mı bu işi?” “Yok hayır.” “Benim adım Kenan dördüncü bölgenin takım şefiyim. Beraber çalışacağız.” “Memnun oldum. Ben de Ferit.” Birden, herifin kraldan daha fazla kralcı pislik bir tip çıkacağına dair çok güçlü bir his uyandı içimde. Karşı duvarın dibindeki masayı işaret ederek, “Oradan kapabildiğin kadar zarf, dergi, ne bulursan al gel başlayalım. Yirmiden fazla, bellerini büküp masaya çökmüş adam; kararlı, dikkatli ve hızlı bir tempoyla sanki ikinci dünya savaşında Almanların kullandığı Enigma şifresini çözmek üzereymişler gibi hırsla, zarflar ve haritalarla boğuşuyorlardı. Kucaklayabildiğim kadar zarf tomarını alıp Kenan’ın önündeki masaya bırakıverdim. “Dördüncü bölge dediğimiz yer, Nişantaşı, Şişli, Osmanbey ve civarıdır....” Hemen hemen büyük şefin söylediklerinin aynılarını tekrarlıyordu. O konuşurken her söylediğine “Tamam, Tamam” diyor, bir yandan da burun deliklerinden fışkıran hayli uzamış kıllarından ve bir hindiyi andıran boynunda, gırtlağının tam ortasındaki kemiğin her yutkunuşunda bir yukarı bir aşağı hareket edişini izlemekten kendimi alamıyordum. Konuşurken ilk gün için dağıtacağım postayı ayırmıştık bile. “Tamam... Bu günlük bu kadarını ancak dağıtırsın. İlk gün biraz zorlanabilirsin ama harita sana yardımcı olur.” “Sağ olun. Elimden geleni yapacağım artık...” “İnşallah elinden gelenin en iyisini yaparsın,” dedi ve şerefsizce sırıtıp, masanın altında yerde duran bir çantayı postaları koymam için elime tutuşturdu. “Ha... Az daha söylemeyi unutuyordum; dağıtıma çıkmadan önce muhasebeye uğra ve Gülbebek Hanım’dan yol paranı al. Yeni başladığını söyle o gerekeni yapar.” “Muhasebe nerede?” “Buraya gelmeden önce ilk uğradığın binaya gideceksin.” “Anladım.” Bütün postaları düzenli bir şekilde ayırıp çantaya yerleştirdim. İçlerinde mesleki içerikli dergiler vardı ve en çok da bu dergiler canıma okuyacaktı. Çantayı sırtlarken belim çatırdayacak gibi oldu. Yirmi beş kilogramdan az değildi. “Ne yapalım kaderde bu da varmış,” diye düşünerek çıktım oradan. İlk geldiğim binaya girip karşıma çıkan ilk adama muhasebenin nerede olduğunu sordum ve sonra adamın tarif ettiği gibi birinci kata çıkıp, sağa dönüp, koridorun sonundaki Gülbebek Hanım’ın odasını buldum. Odanın önüne geldiğimde tam kapıyı çalıp içeri girmek üzereydim ki, içeriden gelen tartışma sesleri yüzünden beklemeye karar verdim. “Gülbebek Hanım on beş gündür hep aynı şeyi söylüyorsunuz ama ortada bir şey yok. Yol parasını bile cebimden veriyorum. Artık dayanacak gücüm kalmadı lütfen bu gün bana en azından bir miktar ödeme yapın.” “Anlıyorum sizi Muhsin Bey ama benim yapabileceğim bir şey yok. Ben bana söyleneni yapmakla yükümlüyüm. Şu an herkesin durumu aynen sizin gibi.” “Peki ne zaman alırım geçen ayın maaşını? Bana kesin bir şey söyleyin de ona göre ayarlayayım bari kendimi.” “Birkaç gün içerisinde bütün çalışanların geçen aydan kalan alacakları ödenecek Muhsin Bey merak etmeyin.” “Gülbebek Hanım o zaman bir haftalık yol parasını bana toptan verin en azından şimdilik tedarik olsun.” Bu son cümleden sonra tartışma kesildi ve içeriden üstü başı dökülen, kırk beş yaşlarında, esmer, kısa boylu, kamburu çıkmış bir adam omzunda benimkinin aynısından bir çantayla çıktı. Siniri geçmemiş gibi görünüyordu. Beni fark etmeden yanımdan geçip gitti. Ardından ben girdim içeri. Karşıda; masasının arkasındaki koltukta, otuz yaşlarında, saçlarını tepesinden topuz yapıp, tutturmak için toka niyetine arasına bir kurşun kalem sokmuş, etine buduna dolgun bir kadın oturuyordu. Beni görünce orada ne için bulunduğumu anlamak amacıyla “Buyurun yardımcı olayım” diye söze girdi. “Ben bu gün işe yeni başladım. Öbür binadan gönderdiler, yol parası almam gerekiyormuş.” Defalarca aynı durumla karşılaşmış olsa gerek ki hiçbir şey söylemeden adımı sorup masanın üzerinde önünde duran ajandanın bir sayfasını açıp not aldı. Sonra elini masanın çekmecesine daldırıp çıkardığı para destesinden tam tamına iki otobüs bileti parasını elime saydı ve adımı soyadımı önündeki küçük bir kağıda not aldı. Parayı alıp çıktım ve en yakın otobüs durağına doğru yollandım. “Şişli merkezde inerek dağıtıma başlamayı düşünüyordum. Oradan aşağı Osmanbey, içeri gir Nişantaşı, aşağısı Teşvikiye ve işlem tamamlanmış olacaktı. Bir iş yerinde mesainin bitmesi için genelde zamana karşı yarışırsın fakat bu sefer yarıştığım şey, kilogramlar hatta gramlar olacaktı. Otobüsten inip, Şişli Meydanı’ndan Harbiye’ye doğru yürümeye başladım. Bir aşağı, bir yukarı doğru akan insan ve metal yığını trafiğini izlerken bir apartman dibine girip bir sigara yaktım. Kolay olmayacaktı. Elimde bir tomar zarfla, iş hanları, mağazalar, apartmanlar her türden yere, her türden postayı dağıtıyordum. Telefon faturaları, davetiyeler, kredi kartı ekstremleri, ne çıkarsa... İlk birkaç apartmanda zilleri çalarken biraz tedirgin olmuştum. Çoğunlukla hoparlörden gelen “Kim o?” sesi bir kadına ait oluyor, “Postacı!” diye cevaplarken, bir an için olsa bile küçük bir tereddüt yaşıyor, kendimi postacı kılığında kapıları çalıp kadınların ırzına geçen bir cinsi sapık gibi hissediyordum. Merdivenleri usulca çıktıktan sonra, bulaşıktan yeni çıkmış ıslak elleri veya izlediği sabah homosu programını yarıda bırakıp gelmenin telaşıyla karşıma çıkan ev hanımı daha, “Telefon faturası...” veya “Çocuğun okul taksiti...” dememe fırsat vermeden; “Aa ne postasıymış bu...?”, “Aman neyse ver imzalayayım...” deyip, imzayı çaktıktan sonra alelacele kapıyı üzerime kapıyordu. Kısa bir tecrübeden sonra anladım ki, postacı, sucu, sütçü, tesisatçı efsaneleri kocaman bir balondu. Bırakın beni eve almayı, uzattığım kağıda bile doğru dürüst bakmazlardı. Kocasının kıçından donunu alacak bir senet imzalatsam farkına bile varmazdı çoğu. İlk gün işim akşam yedi civarında bitti. Ayakta duracak halim yoktu. Elimde yirmi, otuz tane adres değişikliği, yanlış adres veya benzeri sebeplerden dolayı iade kalmıştı. “Canı cehenneme!” diye düşünüyordum. Nasılsa makul sebeplerim vardı. Son posta Teşvikiye’de bir reklam ajansına bıraktığım bir dergiydi. Oradan dümeni aşağı kırıp, Maçka’ya doğru yürüdüm. Maçka sırtlarından Kız Kulesi’nin göründüğü bir banka oturup paydos yaptım. Sigara içip manzarayı seyre dalmışken, elinde kutu birasıyla bir kağıt toplayıcısı gelip yanıma oturdu. “Sigaran var mı?” diye sordu. Bir tane verdim yaktı ve birasından ikram etti. Bir fırt alıp geri verdim. Bu birayı çöpte açılmamış bir şekilde bulduğunu anlatıp, çok şanslı olduğunu söyledi. “Gerçekten şanslıymışsın,” dedim. Bir sigara daha istedi verdim. Ben de bir fırt daha aldım birasından. Biz laflarken yandaki leb-i derya apartmanların birinden kokana bir karının bizi izlediğini fark ettim. Camdan sinirli bir yüz ifadesiyle bize bakıp bir şeyler söyleniyordu. “Birader ben kaçıyorum. Bence, sen de birayı başka bir yerde içsen iyi olur. Şu karşıdaki kocakarı huylandı galiba. Polis çağırabilir.” Dediğim yere doğru bakıp camın arkasındaki kocakarıyı o da fark etti. “Haklısın... Sigara için sağ ol.” “Önemli değil.” Ayağa kalkıp ayrı yönlere doğru yürüdük. O kadar yorgundum ki, evrende var olan şeylerin benimle hiçbir alakası olmadığını düşünüyordum. Eve dönüp, saçma olduğunu düşündüğüm bir şeyler düşünürken uyuya kalmışım. 28 Ertesi sabah güç bela da olsa uyanarak, saat sekizde iş yerinde olmayı başardım. Dördüncü bölgenin masasına geçip bir yandan dünkü iadeleri ayırıp, bir yandan da o günün postalarını düzenlemeye koyuldum. Ben işimle uğraşırken, Ekrem bey yanıma geldi. “İlk gün nasıldı evlat? Bir aksilik çıktı mı?” “Hayır bir sorun olmadı Ekrem bey.” “İyi... Haydi sen işine bak, ben birazdan yine uğrarım konuşuruz.” İyi bir adama benziyordu Ekrem. Kimseye sorun çıkarmak ister gibi bir hali yoktu. On dakika sonra gelip iade olup olmadığını sordu. “Var,” dedim ve otuza yakın iade zarfı önüne koyup tek tek mazeretlerimi anlattım. Hepsini dikkatle dinledikten sonra iade zarflarını alıp, devam etmemi söyleyerek gitti. Ben de tekrar masadaki postalara daldım. Kesişen sokaklar, caddeler, kestirme yollar... Bunların birbirileriyle özenle ve dikkatle eşleştirilmesi hakikaten önemliydi. İşin püf noktası buydu. Sabah üşenmeden yapacağım ayrıntılı bir tasnifin, bana rahatlıkla iki üç saat kazandıracağını ilk günden kavramıştım. Bu da demekti ki, akşam dört, beş sularında özgürdüm ve kirli odamda kendimi dünyanın dışında bir yerlerde hayal edebilecektim. Kafam önde kendimi zarflara kaptırmışken, hemen yanı başımda dikilen biri “Kolay gelsin,” dedi ve benimle beraber yanındaki zarf tomarına girişti. Yüzümü ona doğru çevirerek “Sağ ol,” diye karşılık verdim. Otuz yaşlarında görünüyordu, önden iki dişi dökülmüş ve tek kolu yoktu. “Yeni başladın galiba?” “Evet.” “Neden bu işi seçtin? Zor iştir...” “İş yok ki. Bulabileceğimin en iyisi buydu.” “Anlıyorum...” Biz konuşurken adamın biri daha masaya gelerek bize katıldı. Kafamı yana çevirdiğimde adamı hemen tanıdım. Dün muhasebeci kadınla tartışan adamdı. “Zordur ama zevkli iştir aynı zamanda.” diye söze katıldı. Göz göze geldik. “Yeni mi başladın sen?” diye sordu o da. “Evet.” “Alıştığında seveceksin. Ben üç yıldır yapıyorum bu işi. Sırf zevk için. Parasına ihtiyacım yok.” “Evet zor ama zevkli bir işe benziyor.” “Öyledir öyle...” dedi ve masadan birkaç zarf alıp gitti. Bir yandan laflayıp bir yandan da postaları ayıklarken Kenan; şu bizim küçük şef yanımızda bitivermişti. “Elinizi çabuk tutun beyler. Bu gün, geçen haftadan kalan evrakların artık dağıtılıp, bitmiş olması gerekiyor. “Bu Kenan denen herifi hiç sevmedim.” “Pek sevilmez zaten.” “Her yerde böyle biri çıkar muhakkak.” “Haklısın birader.” Normalde beraber çalıştığım adamlarla konuşmam fakat o an kirli bir masa üzerinde aynı yazgıyı paylaştığım, onu veya beni hiç mi hiç ilgilendirmeyen değersiz zarf tomarlarını tek koluyla ayıklamaya çalışan bu adamın acısına ortak olmam gerektiğini düşünüyordum ama ona acımıyordum. Eğer ona karşı bir şeyler hissetmem gerekiyorduysa, daha çok kendimi suçlu gibi hissediyordum. “Ne zamandan beri buradasın?” “Bir sene oldu.” Tek kolla benden iyi iş görüyordu. Seri ve hızlıydı. “Tek kolla işimin zor olduğunu düşünüyorsun değil mi?” “Gayet iyi görünüyorsun. Burada iki buçuk yıl daha çalışsam, senin kadar hızlı olabileceğimi sanmıyorum.” “Sadece yükte problem yaşarım. Bu yüzden daha az ama önemli evrakları verirler bana. Kesinlikle mazeret kabul etmeyen, mutlaka ulaştırılması gereken zarflar. En güvendikleri adamlardan biriyim.” “Aynı bölgedeyiz galiba? Umarım biraz yardım edersin bana.” “Bu gün dağıtıma beraber çıkalım. Sana işini kolaylaştıracak bir iki şey gösteririm. Zaten kendin birkaç gün sonra işin kurdu olmaya başlarsın.” Saat on bire doğru işimizi bitirip çıktık. Yolda isminin Ali olduğunu öğrendim. Bir ara kolunu sorayım dedim sonra vaz geçtim. Taksim yönüne giden bir otobüse bindik ve çantalarımızı bacaklarımızın arasına alıp yan yana oturduk. Karşımızdaki dörtlü koltukta oturan; bizden daha mağrur, daha sağlıklı ve daha korunaklı görünen kadın ve erkeklere bakarak. 29 Kolsuz Ali, ben ve diğerleri sırtımızda yüklerle günleri ve postaları eritirken, bir ay sonra Ali’nin dediği gibi işin kurdu olmuştum. Dolaştığım bölgelerdeki iş hanlarından bir iki çay ocağıyla anlaşmış, sadece civarda dağıtılması gereken postaları alıp diğerlerini taşımamak için çay ocaklarına bırakıyordum. Sonra bir başka bölge ve başka bir çay ocağı. Bu bana her gün için dört beş çay parasına patlıyordu fakat daha az bel ağrısı için ödenmesi gereken makul bir bedeldi. Dediğim gibi hem işi öğrenmiş hem de hızlanmıştım. Teslimat karşılığında muhakkak imza almam gereken zarflar dışında; telefon faturası, kredi kartı ekstremleri, gibi daha önemsiz sayılan zarfları fazla uğraşmadan posta kutusuna atıyor, ya da varsa kapıcıya teslim edip geçiyordum ve imreniyordum o bıyıkları çökelek kokan adamlara. Kendilerine bodrum katında tahsis edilen dairede, tombul karılarını ha bire doğurtmaktan başka yaptıkları bir işleri yoktu. Çoğu da güvenilmez, beş para etmez adamın ta kendisidir. Şu bizim Seyit gibi. Çevredeki diğer apartmanlardan aynı köyden gelmiş üçü beşi her gün bir başkasının kapısının önüne iskemleleri atıp; koca götleri, çirkin suratları, pantolonlarından görünen kirli beyaz çoraplarıyla oturup çekirdek çıtlarken, apartman sakinlerinin birinin karısının arkasından, kocasının onu nasıl becerdiğine dair konuşmaktan da geri kalmayacak aşağılık adamlardır. Kapıcıları dikkatle incelerseniz, Anadolu köylüsünün ahlak standartlarındaki ikiyüzlülüğün ve gazetelerin üçüncü sayfalarındaki tecavüz olaylarının nedenlerine dair bir çok ip ucu bulabilirsiniz. Bana kalsa, taşındığım apartmanda yapacağım ilk iş kapıcının işine son vermek olur. İşler yolundaydı ve tabi ki bu da, insanda ister istemez bir rehavet ve güven duygusu yaratıyordu. Öyle ki, dağıtım yaptığım apartmanlara işemeye başlamıştım. Sıkışınca pantolonun düğmelerini açıp arkamda bir sidik göleti bırakıyordum ve soğukkanlılıkla orayı terk ediyordum. Bir kapıcı veya apartman altındaki bakkal tarafından fark edilip, kıskıvrak yakalanabilirdim fakat beni bundan daha çok korkutan, yakalandıktan sonra apartman sakinleri ve yönetici tarafından alıkonarak, şirkete telefon açılıp durumun haber verilmesi olacağıydı. Bu utanç verici sahneyi kafamda canlandırabiliyordum. “Alo... Beyaz Güvercin dağıtım şirketi mi? “Evet buyurun.” “Hanımefendi ben Nişantaşı, Krizantem Sokağı, Karpediyem apartmanı yöneticisi emekli albay Niyazi Estrir.” “Evet sizi dinliyorum beyefendi.” “Hanımefendi şu anda Ferit Keskin isimli dağıtım elemanınızı apartmanımızın içerisine işerken suçüstü yakalamış bulunmaktayız.” “Ne...! Anlayamadım beyefendi? Elemanımız apartmana mı işemiş? Ama böyle bir şeyin olması imkansız!” “Hanımefendi kendisi yanımızda. Buyurun bu küstahça davranışının hesabını kendisi versin.” Yaşlı moruk telefonu bana uzatırken, bir yandan da kaçmamam için belimden kavramış kapıcının kollarında işim bitik bir vaziyette telefonu alıyordum. “Jale hanım anlatılanlar ne yazık ki doğru.” “Ferit bey inanamıyorum size. Şirketimizi de zor durumda bırakabilecek böylesine bir ahlaksızlığı nasıl yapabildiniz!?” “Jale hanım benim prostatım var. Sık çişe çıkarım ben. Raporlarım var, şirkete gelince gösterebilirim.” Durumu kurtarmak için o an için salladığım bu yalanı umursamayan yönetici, tekrar telefonu alıp devam ediyordu. “Bayan biz şimdi bu terbiyesiz adamı derhal polise teslim edeceğiz. Şirket olarak haberiniz olsun.” “Beyefendi şu andan itibaren, o şahsın şirketimizle ilgili hiçbir bağı kalmamıştır ve kendisine gereken ceza verilecektir. Sizden bu talihsiz olay için özür diliyor...” Bunları düşünürken tüylerim diken diken olsa da yine de karşı koyamıyordum kendime. İşediğim yer ve kurumlar arasında, Nişantaşı’nın hatırı sayılır tarihi binalarında bulunan bir çok muayenehane, sivil toplum örgütü ve konsolosluk bulunuyordu. 30 O gün 1 Mayıs’tı. İşçi bayramı... İşyerine geldiğimde herkes bundan bahsediyordu. Tabi ki bizim de postacılar olarak eyleme gideceğimizden veya bir organizasyon tertipleyeceğimizden değil, yapılacak büyük gösterinin bizim işyerinin caddesindeki meydanda olacağından, o günlük bir tatil veya gösteri bitip yollar açılıncaya kadar çalışmamak gibi benzeri bir değişiklik söz konusu olup olmayacağı üzerineydi konuşmalar. Bizim bölgedeki bütün yollar trafiğe kapatıldığından, herkes bir otobüse binebilmek için Çağlayan’dan Şişliye kadar yürümek zorundaydı ve kimsenin o kadar yolu yürümeye niyeti yoktu. Herkesin aklında bir yolunu bulup kaytarma düşüncesi vardı. Büyük şef Ekrem’i görünce, “Ekrem bey biliyorsunuz yollar gösteri yüzünden kapalı ne yapacağız? Şişli’ye kadar yürüyecek miyiz?” diye sordum. cevap olarak “Evet biliyorum çocuklar... Bu nedenle, bu gün çalışmıyoruz, paydos!” gibi bir şeyler duyma beklentisi içerisinde. Sırıtarak cevap verdi. * “Yollar yürümekle aşınmaz.” Her zaman ki gibi postaları ayıklayıp on bir gibi çantamı sırtlanıp çıktım. Civardaki tüm sokaklar, caddeler polis noktaları kurularak tutulmuş ve kontrol altına alınmıştı. Ana caddeye çıkana kadar üç defa çantamı didik didik ettiler. Sırtımda çantayı gören çeviriyordu. “Kimsin sen?” “Postacıyım.” “Aç bakalım çantanı.” İçinde bomba veya Bulgaristan Komünist Partisi’nin manifestosunu bulamayınca, “Kaybol” deyip uğurluyorlardı. Yüzlerce, binlerce insan ellerinde parti ve örgüt bayrakları; davullu, zurnalı, sloganlar ve marşlar eşliğinde alana ve üzerime doğru akarken; kan ter içinde, güç bela yürümeye çalışıyordum ki, karşıdan, kalabalığın içinden bana doğru gelen bir tanıdığı fark ettim. Bir zamanlar, üniversite yıllarında bir konferans salonunda gazetecinin biri konuşurken Mao Zedung döneminde Çin’de halkın giydiği tek tip mavi pamuklu elbiseyi “Çıplak gezmekten iyidir” diye övmeye başlayınca “Hadi lan, oradan...” diye söylenip salondan çıkmıştım. Konferanstan sonra, önümdeki koltukta oturan ve çıkarken söylendiğimi duyan, romantik devrimci bir fıstıkla bu konu yüzünden ufak çaplı bir polemik yaşamıştık ve bu polemik bizi bir süre sonra yatağa sürüklemişti. Yan yana gelince kucaklaştık. Yanında bir kız daha vardı. “Gözlerime inanamıyorum Ferit sen misin?” “Evet İdil’ciğim yanılmıyorsun benim.” “İki seneden fazla oldu görüşmeyeli neler yapıyorsun? Ha bu arada bu arkadaşım Buse. Buse bu da Ferit...” İdil benden biraz uzun boylu kusursuz bir vücuda sahip bir esmer güzeliydi. Buse ufak tefek bir sarışındı. Hırçın ve gergin görünüyordu. Belli ki, eyleme Nisan başından beri konsantre olmuştu. Zoraki tanışma diyaloğumuzu “Memnun oldum,” diyerek noktaladık. “Gösteriler için mi geldin?” “Hayır... Bu gün çalışıyorum.” “Öyle mi ne yapıyorsun?” “Sırtımdaki postaları dağıtmak zorundayım. Sen neler yapıyorsun gazeteye devam mı?” Türkiye’de ilk dörde giren gazetelerden birinde güzel bir işi vardı. “Hı hı devam...” “Bana da bir iş ayarlasana şu gazeteden posta dağıtmaktan anam ağlıyor.” “Ne tür bir şey?” “Köşe yazıları yazabilirim.” “İkimiz de kovuluruz Ferit.” “Haklısın.” Ayaküstü sohbetimiz sürerken insanlar sağımızdan solumuzdan meydana akmaya devam ediyordu. “Kusura bakma gitmek zorundayız Ferit. Bulmamız gereken arkadaşlar var, birbirimizi kaybetmeyelim.” “Tabi ki.” “Beni muhakkak ara tamam mı? Numaramı biliyorsun.” “Tamam arayacağım tatlım.” Ayrılırken, eski günlerin hatırına bir öpücük kopartmak niyetiyle dudaklarımı uzattım fakat dudaklarından öpmemem için başını yana doğru çevirdi. Kısmet yanaklarınaymış. Tekrar kucaklaşıp görüşebilmek dileğiyle ayrıldık. Şişli’ye vardığımda dinlenmek için meydandaki camiye girdim. Caminin avlusu polis kaynıyordu. Onlar da dinlenmek için camiyi seçmişlerdi. Abdest alınan çeşmelerden birinde elimi yüzümü yıkadım. Elinde telsiziyle koca kafalı bir polis yanıma damladı. Elinde telsiz olmasa ve yüz metre öteden görsem, yine de bir adamın polis olup olmadığını rahatlıkla anlayabiliyordum. Bir keresinde Ayça’yla Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde bir simitçinin önünden geçerken canı çekmiş ve kendisine simit almamı istemişti. “Ne kadar simit?” “Yüz bin lira abi.” Bana abi diyen adam nereden baksan kırk yaşında vardı. Tabi bunun konuyla bir alakası yok. Burası herkesin birbirine abi, baba dediği bir ülke nasılsa. “İyi ver bir tane.” “Sarayım mı abi? Elde mi yersiniz?” “Sarmana gerek yok.” Simidimizi aldık ve tekrar yürümeye koyulduk. “O adam polisti.” “Hangi adam?” “Simitçi.” “Simitçi mi?” “Evet.” “Yine başladın saçmalamaya.” “Saçmalamıyorum hayatım. Polisti o adam diyorum sana.” “Nereden uydurursun böyle tuhaf şeyleri.” “İyi bir gözlemciyim hayatım. Benim işim bu; insanları izlerim.” “İnsanları izlermiş... Seni yalancı. İnsanlardan nefret ediyorsun sen. Onlarla göz göze gelmemek için gittiğimiz her yerde sandalyeni ters çeviriyorsun ve yolda yürürken bile yere bakıyorsun. Senin gözlemlediğin tek şey yanındaki kadın. Bunu da, senden başka hiçbir canlı yaratığa bakmaması için yapıyorsun.” “Ama o herif polisti diyorum tatlım. Neyse unut gitsin.” İşlerimizi halledip iki saat kadar sonra eve dönmek için meydana çıktığımızda bizim simitçiyi fark ettim. İki saat önce gördüğümüz yer, meydandan en az iki yüz metre aşağıdaydı. Heyecanla Ayça’yı dürttüm. “Tatlım baksana!” “Ne oldu?” “Karşıda heykelin önündeki adamı görüyor musun?” “Şu yerleri süpüren adamı mı kastediyorsun?” “Evet, evet...” “N’olmuş adama?” “Simit aldığımız adam bu.” “Ama hayatım bu adam belediyenin çöpçüsü görmüyor musun?” “Görüyorum. Hem çöpçü hem simitçi, yani sivil polis anlıyor musun?” Oraya doğru yürüdük ve adamın tam önünden geçiyorduk. “Dikkatli bak tatlım. Tanıyabildin mi bay simitçiyi?” Şöyle yan gözle iyice bir inceledi herifi. “İnanamıyorum haklıymışsın... Peki nasıl anlamıştın tatlım?” “Simidi sana uzatırken dikkat etmiştim, kolunda altın kaplama bir saat vardı.” “Genç ne iş yaparsın sen?” diye sordu koca kafalı telsizli polis. “Kuryeyim dağıtım yapıyorum.” “Çantanda postalar mı var?” “Evet isterseniz gösterebilirim.” “İyi bir göster bakalım.” Çantayı açtım şöyle bir üstünkörü göz attıktan sonra kapattım. “Haydi kolay gelsin.” “Sağ ol.” Camiden çıkıp Nişantaşı’na doğru yürümeye ve postaları dağıtmaya başladım. Nişantaşı’na vardığımda bir sokağın köşesindeki bir binadan sola dönerken, diğer sokaktan çıkan bir adamla çarpıştık. Elimdeki zarflar yere düştü. “Önüne baksana lan!” diye çıkıştı adam. Otuz, otuz beş yaşlarında, üzerinde kareli bir gömlek olan, ben boylarda, oranın ahalisinden olmadığı belli, tahsilatçı kılıklı bir tipti. “Ne bağırıyorsun kardeşim! Sen de dikkatli olsana biraz!” “Doğru konuş hasta etme adamı!” Bir an hapishaneleri düşündüm ve mezarlıkları ve karıları tarafından aldatılan adamları ve paylaşılamayan arsalar yüzünden çıkan ihtilafları ve bahçelere dadanan tavuklar yüzünden çıkan kavgaları... Her şey bir anda olup bitiyordu demek ki. “Ya Allah ya sabır!” diyerek, eğilip yere düşen zarfları toplamaya koyuldum. Adam da tam bir iki adım atmıştı ki tekrar dönüp yanıma geldi. “Ne konuşuyorsun lan arkamdan!” “Bak birader çek git yoluna. Arkandan filan konuştuğum yok.” “Duydum oğlum... Ne dır dır ediyorsun lan öyle karı gibi arkamdan! Delikanlıysan yüzüme karşı konuşsana!” Bir mayıs kanlı geçeceğe benziyordu. Şöyle derin bir nefes alıp gerindikten sonra “Sen kaşındın oğlum!” diye bağı- rıp suratının tam ortasına bir sağ direk oturttum. Kısa süren bir afallamanın ardından karşılık vermek için üzerime gelince, bu sefer yakasından kavrayıp burnunun ortasına bir kafa çaktım. Kafa bereketli bölgeye isabet etmişti. Bir anda, patlamış bir su borusu gibi oluk oluk kan fışkırmaya başladı herifin burnundan. Fakat pes etmeye niyeti yoktu. Bu sefer de boynuma sarılmıştı ve boğuşmaya başlamıştık. Boynunu sağ kolumla sıkıca kavrayıp, sola doğru savurarak ayağına çelme takıp yere fırlattım. Tam yerdeyken de tekmelemek üzereydim ki, çevreden olayı gören bir iki kişi gelip belime sarılarak beni durdurdu. “Sakin ol arkadaş! Niye kavga ediyorsunuz?” “Kendi bulaştı birader bana.” İçlerinden bir tanesi atladı. Altmış yaşlarında vardı. “Ben gördüm olayı bu çocuğun bir suçu yok öbürü belasını aradı.” O sıra beriki toparlanıp, “Görürsün sen! Bulacağım seni buralarda!” diye kancık kancık söylenince bizi ayıranlar bunu “Siktir git lan!” diye kovdular. Üstüm başım yine bir orospu çocuğunun kanıyla berbat olmuştu. Yere düşen zarfların bir kısmı da aynı şekilde... Zarfları toplayıp çantaya attım. Elimi yüzümü yıkayacak bir yer bulmalıydım. Az önce dönmem gereken yerden sola dönüp bir sigara yaktım. 31 Bir ay sonu maaşımı aldığım gün, uzun süre sonra yeniden ayaklarım beni bir bar taburesine sürükledi. Posta çantasını eve fırlatıp, saat altı sularında başladım içmeye. Dokuz, on gibi kafam kıyaktı. Barın bir köşesinde, ayakta duranların üzerine içkilerini bırakmaları için duvara monte edilmiş tahta tezgahın önünde dikilmiş biramı yudumlarken, sol tarafımda kalan ikinci masada oturan herifin yanındaki kızın, beni izlediğini fark ettim. Ona doğru döndüğümde gülümsedi. Küçük bir tebessümle karşılık verdim. Doğrusu bir anlam verememiştim bu işe. Kızın yanında herif vardı ve hiç de Adapazarı’ndan birkaç günlüğüne gelmiş misafir kuzen havası yoktu adamda. “İlişkilerinde bir geçiş dönemi yaşıyor olmalılar,” diye düşündüm. Kız herifin bir boka benzeyip benzemediğine henüz karar verememiştir. Günlerdir bir sürü kitaptan, besteciden, ıvır zıvırdan konuşulmuş, vizyondaki bütün filmlere gidilmiştir fakat kız hala emin değildir... Bana neydi ki, orada yalnız olan bendim. O tarafa bakmamaya çalışarak içmeye devam ettim. Bir süre sonra dayanamayarak tekrar o yöne doğru döndüm ve kızla tekrar göz göze gelip, karşılıklı gülümsedik. Bir yandan adamı da kolluyordum fakat ya oralı değilmiş, ilgilenmiyormuş gibi davranmaya çalışıyor, ya da henüz durumun farkında değildi. Bu sefer bir daha kıza bakmamak üzere kafamı çevirdim. Başkasının ağacından dökülenleri toplamak tarzım değildi fakat kızın pes edeceği yoktu ve yapılabilecek en sürpriz hamleyi yaparak, masadan usulca kalkıp birden yanımda bitiverdi. “Merhaba,” dedi gülümseyerek. “Merhaba,” diye karşılık verdim. Benden biraz daha uzun boyluydu. İri kahverengi gözleri ve seksi dudakları vardı. “Sana bir bira ısmarlayabilir miyim?” “Yanındaki herifin buna izin vereceğine emin misin?” “Sorun değil o.” “Peki neden benim gibi bir salağa bir bira ısmarlamak istiyorsun?” “Bilmem... Güzel gülümsüyorsun.” “Teşekkürler... Bira teklifini kabul ediyorum.” Olayı fark eden ve saatlerdir benimle beraber dikilen, durmadan sigara içip kısık gözlerle etrafı süzerek, içeriye kolayca yatağa girilebilecek bir hatunun girmesini bekleyen tipler bunalıma girmişler, pis pis bana bakıyorlardı fakat gecenin şanslı adamı bendim ve kızsa biraları kapmış bana doğru geliyordu. Biranın birini bana uzatıp gülümsedi ve konuşmadan yerine döndü. Bundan sonra hamle sırası bendeydi. Kız bu kadar rahat davrandığına göre demek ki, aralarında bir şey yoktu. Olsa bile bu yolların yolcusu olan bir adamın çok fazla seçme şansı yoktur bu gibi durumlarda. Çünkü aradığı bela tam ayağına kadar gelmiştir. Fazla düşünmeden gidip oturdum masalarına. “Bira için teşekkür ederim.” Kız gülümseyerek karşılık verdi. Herifse zoraki bir gülümseme fırlattı. “Ben Ferit,” dedim oturunca. Kızın adı Tuba’ydı. Herifinkiyse Çetin. “Sizi burada ilk defa görüyorum.” “Benim ilk gelişim ama Çetin arada bir gelir.” “Ya sen...? Hep buralarda mısın?” “Bir hastalık, kaza, bela olmadığı sürece genelde buralardayım.” Doğru cümleler... Sempatik ve klasımı ortaya koyacak cümleler kurmalıydım. Biraz daha ciddi olmalıydım. “Ne iş yapıyorsun?” “Postacıyım.” “Ciddi misin sen?” Bir hayli şaşırmıştı. “Neden?” “Değişik bir tarzın var. Postacıya benzemiyorsun hiç.” “Dört sene üniversite okudum sonra bıraktım.” “Niçin bıraktın?” “Yanlış seçimdi. Ekonomi...” “Peki ya postacılık?” “Hiçbir işte kalıcı olmam ben. Sadece vakit kazanmaya çalışıyorum.” “İlerisi için bir planın var mı?” “Bir gün yazdıklarım para ederse, sadece içebilirim diye düşünüyorum.” “Yazar mısın?” “Berbat.” Sohbet sürerken Çetin’i de kollamayı ihmal etmiyordum. Konuştuklarımızın hiçbiriyle ilgilenmiyor, olumlu veya olumsuz hiçbir tavır sergilemiyordu. Tam bir kapalı kutuydu orospu çocuğu. “Yazarlarla aran nasıl? Yani kitaplarla...?” diye sordum. “Tahmin edemeyeceğin kadar iyi.” “Kafka mesela?” “Dava...” “Karamazov Kardeşlerden sonra yazılmışların en iyisi bence.” “Belki de daha iyi...” “Belki...” Çetin kalktı ve tuvalete gideceğini söyledi. O gider gitmez, Tuba’nın çenesini avucumun içine alıp kendime çektim. İtiraz etmedi. İsteyerek ve hissederek öpüştük. “Kim bu herif?” “Boş ver önemsiz.” “Canımı sıkıyor.” “...” “Seni seviyor mu? Acı çekiyor gibi bir hali var.” “Galiba...” “Sen?” “Hayır.” “O adamı burada istemiyorum.” “Saçmalama!” “Haklısın.” Çetin tuvaletten dönmeden önce durumu açıklığa kavuşturmam gerekiyordu. “Peki bu gece için ne yapabiliriz bir fikrin var mı?” diye sordum. “Grup yapar mısın?” “Grup mu?” ... Çetin dönünce kız “Kalkalım,” dedi. “Ferit’te bizimle geliyor.” Çetin’in suratına baktım hiç bozulmuşa benzemiyordu. Hatta hoşnut kalmış da denebilirdi. İşin içinde bir tuhaflık sezinliyordum ve “Neden ben?” diye soruyordum kendime. Yine bir tuzakla mı karşı karşıyaydım yoksa? Ertesi gün gazetelerin üçüncü sayfalarında yazardı: “Beyoğlu’nda bir barda tanıştıkları genç postacıyı alem yaparken içkisine attıkları ilaçla uyutup soyan biri kadın iki kişi, bir daha ki işlerinde kıskıvrak yakalandılar. Sanıkların itirafları sonucunda, daha önce de aynı yöntemle yüzlerce kişiyi soydukları ve...” Boş kuruntuydu tabi ki. Gucci’den giyinip yılan derisi cüzdan taşımıyordum ki. Beş parasız bir münzevi olduğum, her halimden belli oluyordu. “Peki... Ne zaman isterseniz çıkalım.” Kadıköy yakasında oturuyorlardı ve motosikletle gelmişlerdi Beyoğlu’na. Onlar motora binip gittiler. Bende arkalarından bir dolmuşa binip, geçtim karşı yakaya. Çetin kızı eve bırakıp, anlaştığımız gibi beni Boğaz Köprüsünün hemen çıkışında alacaktı. Dolmuş yolda ilerlerken, hala mantıklı bir şeylerin peşinden gidip gitmediğime emin değildim. Keriz gibi kandırılıp, o kadar yolu geri dönmek vardı bir de. Neyse ki, dolmuştan iner inmez herifi karşım da buldum. Motoru hafif yan kırmış, üzerinde bekliyordu. Arkasına atladım ve gazladık. Hayatımda ilk defa bir motosiklete biniyordum ve bir iki dakika içinde yüz kilometrenin üzerine çıktığımıza emindim. Kafamda kask yoktu. Ki olsa bile, o hızla bariyerlere girdiğimiz zaman sadece kask sağlam kalırdı. Ödüm bokuma karışmış, korkudan Çetin denen herife sımsıkı sarılmıştım. “Kaç kilometre yapıyoruz?” Gürültüden sesimi duyamıyordu ibnenin evladı. “Kaç basıyorsun şu an diyorum!” “Yüz kırk!” “Allah belanı versin senin yavaş olsana biraz! Daha yaşayacak günlerim, yazmayı düşündüğüm bir sürü kitap var benim! Ölmek istemiyorum! İmdaaat...!” diye her an bağırabilirdim. “Ne oldu korkuyor musun!?” “Yok, yok! İyiyim!” Neyse ki, on dakika sonra gideceğimiz yere varmıştık. Motordan indiğim de kaskatı kesilmiştim. Öbür tarafa kafayı şöyle bir uzatıp gelmiştik. “Hız tutkunusun galiba?” “Bu ne ki... İki yüzü bastığımı bilirim.” Motoru apartmanın karşısında uygun bir yere park etti ve geri geldi. Evin kapısından girdiğimizde, geldiğimizi duyan Tuba içeriden seslendi. “Geldiniz mi?” “Evet!” diye cevapladı beriki. Ayakkabılarımı çıkarmaya çalışırken Tuba tekrar seslendi. Yatak odasında olmalıydı. “Merhaba Ferit!” “Merhaba!” “İstersen duş alabilirsin!” Kadınları biraz olsun tanıyorsam, bunun anlamı “Duş al!” demekti. O geceden önce sekiz aydır yıkanmadığını düşünürlerdi. Ayakkabılarımı çıkarıp direk banyoya girdim. Küvete girerken, “Çetin’den kurtulmanın bir yolu olmalı,” diye düşünüyordum. Ilık ve rahatlatıcı bir duş alıp çıktım. Ben banyodayken ikisi de soyunup yatağa girmişti. Yatak odasından sessiz bir misafir gibi girdim içeri. Yatakta sorun yoktu. Üçümüzü de alacak kadar büyük görünüyordu. “Keyifler nasıl?” diye sordum içerdekilere. “Haydi gelsene sen de.” dedi Tuba. Her erkek kendini arada bir, üç kadınla birden aynı yatakta düşler ama böyle bir duruma karşı hiçbir hazırlığım yoktu. Çetin’in bir sansar sessizliğinde, yatağın içinden beni izlediğini biliyordum. Bir an ibne olabileceğini düşündüm. “Tamam yavrum siz başlayın ben geliyorum.” Dönüp çişimi yapmaya gittim. İkisi sevişmeye başlamışlardı bile. Ne yapacaksam bir an önce yapmalıydım. Kendimi toplayıp yatak odasına geri döndüm. Döndüğüm de işi bayağı ilerletmişlerdi. “Ah...! Ah devam et evet...” Bense ortalıkta adi bir röntgenci gibi dolaşmaya devam ediyordum. Fısıldayarak, “Ne yapıyor?” diye Çetin’e beni sordu. “Bizi izliyor galiba.” “Belki de bundan hoşlanıyordur. Ah! Sen devam et.” Hızla soyunup yatağa girdim. Çetin kızı, yüzü bana bakar şekilde yan yatırmış arkasından gidip geliyordu. “Nihayet gelebildin ha...” Cevap vermeden dudaklarına yapıştım. Çetin gidip gelmeye devam ederken biz de öpüşüyorduk. İkisi de gayet rahattı. Belli ki daha önce defalarca yapmışlardı bunu. Benimse ne yapmam gerektiğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Değişiklik iyi olur herhalde diye düşünerek, öpüşmeyi bırakıp göğüslerini yalamaya başladım. “Oh... Ohh, harikasınız ikinizde.” Sonra daha aşağıya karnına ve oradan da bacaklarına doğ- ru indim. Kızın bacaklarını öperken çok büyük bir talihsizlik oldu ve bir anlık dikkatsizlik sonucu yanlışlıkla Çetin ’in bacağını öptüm. Kan beynime hücum etmişti ama herife bir şey demeye hakkım yoktu. Grup yapıyorduk ve dünya üzerinde, grup yaparken bu yüzden kavga çıkarmış kaç adam olabilirdi ki? Tekrar yukarı doğru çıkmaya başladım. “İçime girmek ister misin?” “Evet.” Doğal olarak konuşmalarımızı duyan Çetin kızın içinden çıktı. Onu saf dışı bırakmak maksadıyla kızı sırt üstü çevirip, içine girmek için klasik pozisyona geçtim ve bir yandan da öpüşmeye başladık. Artık uzun bir süre beni rahatsız edemez diye düşünürken birden bir atmaca gibi konarak, dudaklarını bizimkilere dayayıverdi. Ağzını dayamasıyla kendimi geriye atmam bir oldu. O andan sonra “Kesin ibne bu herif,” diye ciddi ciddi düşünmeye başladım. Onlar öpüşe dursun, artık kızın içine girme zamanı gelmişti fakat benim ufaklık yine benimle oyun oynamaya niyetliydi. Yine kalkmıyordu... “Neyin var senin? Haydi girsene içime. İstemiyor musun yoksa?” “Saçmalama... Biraz yorgunum galiba siz devam edin.” dedim ve kenara çekildim. Benim pozisyona bu sefer Çetin geçti. “Neyi varmış tatlım?” “Bilmiyorum... Yorgun olduğunu söylüyor. Garip de birine benziyor.” Biliyordum yavaş yavaş homoseksüel olduğumu düşünmeye başlamışlardı. “İyi misin Ferit? İstersen Çetin’le de takılabilirsin çekinme benden” dedi ve manidar bir şekilde gülümsedi. “Hiç komik değilsin Tuba.” Bozulduğumu anlayınca iş tutmayı bıraktı ve bana döndü. “Kızma hemen, espri yapıyorum.” Belki gerçekten espri yapmıştı, belki de gerçekten homo olup olmadığımı deniyordu her neyse... Fakat Çetin denen herifin, bu espri karşısında sessizliği tercih etmiş olması düşündürücüydü. Şimdi bu herifle aynı yatağa tekrar nasıl girecektim? Topladım kendimi ve hızlı bir giriş yaptım. “Çekilsene sen biraz Çetin. Ben devam etmek istiyorum.” Çekildi, çıktı kızın içinden. İçimde biriken enerjiyle giriştim kıza. Deli gibi öpüyordum her yerini. Öyle ki, Çetin’e boş alan kalmıyordu. Hiç oyalanmadan bacaklarını omzuma alıp sertçe içine girdim. Hızla defalarca gidip geldim. Gidip geldim. Kız zevkten kudurmuştu. “Yap, yap” diye bağırıyordu. Yatağın üzerinde ters çevirip arkasına geçtim. Çetin’de ağzına vermişti ama artık umurumda değildi. Eski Yunan’dan bu yana tüm çiftleşme tanrıları şölen istiyordu benden ve ben emrindeydim onların. Saatlerce, günlerce sürdü sanki. İçinden çıktığımda kan ter içinde kalmıştım. Doğrulup, sigara paketimi çıkarmak için, yatağın kenarına soyunduğum gömleğe uzandım. Çıkarıp bir sigara yaktım. Çetin yataktan çıkıp banyoya gitmişti. “İstediğin buydu değil mi?” “Kırıcı olma lütfen.” “Haklısın.” Kısa süren bir sessizlik oldu. “Sabah nasıl gidebilirim buradan?” “Evin az ilerisinde bir otobüs durağı var...” “Anladım... İyi geceler sana.” “Sana da...” Son sözler bunlar oldu ve Çetin’de banyodan dönüp yata- ğa girdi. Üçümüz beraber o yatakta uyuduk. 32 Tam bölgemde tanınan ve itibar gören bir postacı konumuna gelmiştim ki, artık tecrübeli olduğum için kısmen daha zor bir bölge olan, boğaz bölgesine vermişlerdi beni. Nedeniyse, buralarda yerleşimin sahil kesimlerinden başlayıp sırtlara doğru uzanmasıydı. Bu, şu demek oluyordu; işe yeni başlamış acemi bir postacı, bu sırtlardaki yokuşlara kurulmuş evlerin olduğu sokaklara girdiği zaman akşama kadar dünyasını şaşırıp, ertesi gün şirkete telefon açıp işi bıraktığını söylerdi ve bu da zaten hiçbir zaman yeterli olmayan eleman sayısını daha da azaltmaktan başka hiçbir işe yaramazdı. İşim zorlaşmıştı ama olsun manzara güzeldi. Boğazın bu güne kadar hiç dikkat etmediğim güzelliklerini, doya doya izleme fırsatı buluyordum. Ne avuntu ama değil mi? Bu bölgede olmam sebebiyle, bir çok tanınmış kalantor para babasının ve magazin programı kahramanının malikanelerine sık sık yolum düşüyordu. Günlerden bir gün, izini sürdüğüm adamlardan biride Ferdi Tayfur olmuştu. Çantamda taşıdığım, Zat-ı Alimize ait postayı kendisine teslim etmek için Emirgan sırtlarında bayağı bir ter döktükten sonra nihayet tarif edilen adrese gelmiştim. İki katlı, bahçeli bir evin önündeydim ve iki küçük çocuk futbol oynuyordu. Çocuklara, “Ferdi Tayfur’un evi burası mı?” diye sordum. Bir tanesi, “Evet abi burası,” diye cevap verdi. “Evde mi şu an?” “Yoklar abi. Sen ne için aramıştın ?” “Mektup bırakacaktım.” “Bana ver. Ben onlara veririm abi.” “Sen kimsin oğlum?” “Benim babam buranın kapıcısı abi. Mektubu ona verirsem Ferdi Tayfur’a verir.” Çocukların ikisini de şöyle bir süzdüm benimle konuşanın üstü başı dökülüyordu. Diğerinin hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olduğu belliydi. “Arkadaşın kim?” Çocuğun kendisi yanıt verdi. “Biz de Ferdi Tayfurların alt katında oturuyoruz.” “İyi haydi bakalım. Alın bu mektubu Ferdi Tayfur’a verirsiniz. Sakın kaybetmeyin ha!” “Tamam abi merak etme sen kaybetmeyiz.” Mektubu çocuklara vermiş gitmek üzereyken birden futbol topunun cazibesine kapılıp geri döndüm. Çantamı omzumdan indirip kaldırımın üstüne fırlattım. “Haydi gelin bir maç yapalım.” “Tamam abi yapalım!” diye atladı ikisi de. “Şimdi şöyle yapalım, birinizle ben maç yaparken diğeriniz kaleye geçsin, sonra öbürü çıkar kaleden bu sefer onunla maç yaparız. Kazanan şampiyon anlaştık mı?” “Anlaştık!” “Haydi o zaman beşte devre onda biter.” Birbirilerini kayırmamaları için tembihledim. İlk önce kapıcının çocuğu kaleye geçti ve diğeriyle maça başladık. Mücadele ilk başlarda başa baş gitse de, ona-dört yendim ilkini. Sonra o kaleye geçti ve kapıcının çocuğuyla başladık. Bu çocuğu öbürüyle kıyasladığın zaman müthiş oynuyordu. Benim için bayağı dişli bir rakipti. Goller ardı ardına geliyor ve kafa kafaya, kıran kırana bir mücadele oluyordu. Yirmi dakika sonra kan ter içinde kalmıştım ama her şeye rağmen yedi-beş öndeydim fakat çocuğun maçı bırakmaya niyeti yoktu ve ne yapıp edip, maçı son gol öncesi dokuz-dokuza getirmeyi başarmıştı. Artık her şey kimin bileklerinin daha hünerli olduğuna bakardı. Kaleci son gol için degajını yaptı ve havadan gelen yüksek topu göğsümle indirdim. Tabi ki, çocuğun boyu benden ufak olduğu için yüksek gelen toplar benim için avantaj oluyordu. Yere inen topu çocuğun sağından atıp, çalımla geçtim. Son golü atıp maçı kazanmam için hiçbir engel kalmamıştı artık fakat çocuğun yetişip benden topu alması için ayağım takılmış gibi yapıp tökezledim. Nasılsa hayatı boyunca kaybedecekti. Bari bu golü o atsın dedim. Yetişip ayağımdan topu kaptı, vurdu ve gol oldu. -son-
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © FATİH KAYNAK, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |