Kitabının bir kopyasını gönderdiğin için sağol. Onu okumakla hiç zaman yitirmeyeceğim. -Moses Hadas |
|
||||||||||
|
Ee bebeğim ee, ee bebeğim ee… Radyonun sesini kısmalı, köy yeri burası, anlamazlar, karanlıkta onlar, bak az sonra ezan okunacak, uyu bebeğim uyu, büyü de adam ol, köy yeri burası; gündüz buğday, arpa, inek, kuzu… Akşam, dedikodu, çekişme, karanlık, bebeğim uyu, kapa radyoyu bebek uyanacak. Onlar bilemez, karanlıktayız bebeğim; yaylalarda ürkünç sesleri, nefesleri, cinler… Abdestini al emi, ezan okunmakta, safları düzeltin, ee bebeğim ee, uyu da büyü bebeğim, anacığın görecek mi seni, anacığın korkmakta, kıs o adamın sesini, karanlıkta yayla havası, uzak ovaların ardında sabah çoktan olmuştur… Uyu bebeğim uyu, deden neneni bir güz ikindisi atıyla; beyaz, doru atıyla göklere uçarak kaçırmış, uyu bebeğim büyümek için uyu, büyüyünce masallar, ak saçlarımdan, arpa kokan ellerimden… Anlatacağım… Kapa radyoyu, kalk namaza git, yüzümüze güneş doğmaz bizim, bebeğim uyudun, bak kuzular karanlık geceden al şafaklara, melekler elmalar getirsin, yalandır bebeğim, elmayı yiyen ölmez, inanma bebeğim… Yazın ortasında, öğlen vakti… Çalışılır mı? Çalışmalı. Çocuk büyüyecek. Para lazım, buğdayı biçsek, şöyle böyle çıksa beş mut. Yaz biter, kış geçer, bahar, yaz, güz… Çocuk büyüyecek. Çalışmalı, soğuk sularımız çok, dedeye söylesek, suyun yönetini çeviriverse, dedem çocuk var, dedem maması, boku… Peygamberdevesi, çıt çıt, dana kelle… Bu ne sestir, bu ne sessizliktir… Dağın eteklerine kadar yüzlerce insan; kadın, erkek, bebek, çocuk… Pantolonlar yırtık, yüzler yanık ve çocuklar… Temreli elleri kolları, dağın yamacında bulanık bir kümbet, kimi ağlata kimi sevindire… Yüzdük dedem, büyüdük de yüzdük, derilerimiz kendinden koptu, konuştular, anlaştılar, suyun yöneti o adama gitti. Ya çocuklar dedem, ya memeden emilen süt, kadın sıkıntılı, çocuk ağlamaklı, gitsek mi buralardan… Şu ovaları aşsak, eşeklere bindirsek yükümüzü, gitsek mi? Amca, dayı, hala gelse mi bizle? Gelmezler, bu tarlalar, ağaçlıklar, dere kenarları… Bırakılmaz, bırakmazlar, bırakamayız… Kümbetin yanında atlılar, çocukken de vardı bunlar, kahverenginin üstünde tırısa kalkan muhtar, eliyle bizi işaret etmekte. Yanında ayakları potinli, ellerinde kağıt, dürbün… Çocukken dedem, hani jandarmalar gelirdi, çavuşun elinde el radyosu, türküler, kadınlar, bilmediğimiz adamlar, bunlar jandarma değil dedem, dedem çocuk, muhtar tarlaları ölçüyor elinde mezura… Elliklerimiz, tahtadan, acı geçirmez, yorgunluk bilmez oraklarımız. Muhtar biz ne biliriz imzayı, parseli… Öldü babamız, dağıldı kardeşlerimiz… Muhtar, sabahtan akşama, bayramdan seyrana, toplaşırsak ne iyi… Adamlar bilmediğimiz dilde konuşmaktalar, kadınımı sarmış bir sıkıntı, korkma avrat, korkma kan yanaklı kadınım, ben seni hani o Eşref’in düğününde… Muhtar konuştu adamlarla, bunlar dedi hep fukara, bir bebeleri, üç beş kuzu, at, serseri bir köpek bir de inekleri vardır… Fakiriz ağabey, şu gördüğün tarla, o geldiğin yol, atını suladığın o kümbet… Buralarda böylece, önce askere yollanıp sonra evlendirildik… Adam bu dedem, devlet baba göndermiş. Sen anlamadın tabi dedem, ben askerde yazıcıydım, en yakın arkadaşımsa muharebeci… Adam bu dedem, kolay mı? Devlet baba yollamış, enine boyuna tarlaları ölçmekteler, ne sordularsa söyledim dedem. Suyu vermedin onu da söyledim. Bebem var dedem. Adamlar bizi fakir bellediler, öyle not düştüler sarı sarı kâğıtlara… Kuzum, ineğim, atım, köpeğim… Bebemle avratı da sayınca gülüştüler… Onları not düşmediler dedem. Çalışmalı, ellikler giyilecek, tak tak tak, bu ne sessizliktir… Hani nerede arı vızıltıları, çıt çıt öten börtü, böcek? Kadın sıkıntılı, aşağıda ezanın sesi, döne döne okumakta altmışlık imam, tanıdığımızdır dedem. Haftada bir Cuma dinden çıkarız hafazanallah… Kim bu adamlar? Adam, cevap ver. Konuş emi. Abdestini aldın mı? Güneş tepemizden ayrılmakta. Vakit geçmeden, çeşmeden su, evden elektrik gitmeden, kıl namazını. Bitirelim işimizi, gün bitmeden çıkmalı yola. Konuş adam, babamdan istedin beni, önce vermedi, namazlara gelsin gitsin, düşünürüz, hayırlısı ne ise… Bu işin hayrı yok adam, sen konuşmadıkça ben böyle titredikçe, bu işin seveceni sevilesi kalmamış adam. Güneş, güneş günü uzatmakta adam, konuş bakalım… Ben susarım, susarak sorarım sana, sen beyimizsin, evimizin direği; atımızın, göçümüzün köpeğimizin sahibi, iki cihanda nasibimizsin… Bebek ağlamakta, büyüyünce sevmeyecek ninnileri, kırklara karışanların, gizlere bürünenlerin masallarını dinlemeyecek… Ona anamın anasının ördüğü çantayı vereceğim… İçinde kitap, içinde adamlar, ip atlayan kız çocukları, kara tahtalarda yeni yeni masallar… Büyük şehirler, büyük büyük ovalar görecek benim çocuğum. Dede çocuk büyüyecek, ahırda inek, bahçede kuzu, kapıda kedi köpek, etme dede, eylediğin hayırlı değil, yanında iki melek, hani iki cihanda gülsün torunun, hayırlara dolsun torban… Yol versin su bize; arpa, buğday, kümbet dolarsa harımdan; salatalık, marul… Satmalı, sarı kâğıtlı potinli adamlara satmalı buraları. Uzaklara bey, uç ovalara bey baba, hani o rüzgârın sürüklediği, papatya, diken, parlak sarı otlar, düğün günü gelin duvağındaki simler gibi parlamaktayken zaman, çıkıp gitsek bir ikindi. Güz olmadan, anam babama kaçmadan, beyaz doru atı alsak, köy kahvesinde türkü çığırsa biri, çocuğum, ben, beyim, sen gitsek hani… Suyu bol, eşeği kuzusu kardeş, damlarında ocak tüten düğünlerinde kadın efeler oynayan o köye varsak bir vakit. Belki sabaha, belki de akşama, gün ortası sağılmaz inekler kadın! Anam öğretti bunları; başını kapa, pencereden uzak dur, damak şekeri gelmiş anne, doğacak çocuğuna, nasip olursa torununa al, sus sakın kıprama, çocuk gelecek; karnı burnunda yeni gelin, dedem dinledin mi? Dedem etme dedikçe çekiştin bize, beyim solgun, beyim durgun, kümbetten su çeke çeke dedem biter mi bu dert? Hayırlara yor kızım. Başa gelen musibettir, çocuğunu gölgeye götür, başında dur, ağlarsa gül, gülerse ağıt yak. Bize su yok bebem, ana sütünden mahrum, baba sevgisinden yetim, olmasın, kalmasın, yaşasın bebemiz… Dedemiz sevmedi bizi, iki inek bir köpek, anangiller çok çekti, sen çekme yavrum. Deden sever seni, hele bir gül yüzüne, kurbanda et götür, ramazanda elini öp, dede ben geldim, dede suyu tarlaya, elini bana ver de öpeyim, dede kardeşim yok benim, bahçede kediler yavrulamış, dede ne zaman büyüyeceğim ben, duvardaki mavzeri, yüklükteki aynalı defteri ne zaman vereceksin… Oğlum büyümüş, deriden potin, lastikten don, koca koca bakar gözleri. Ey oğul, biz seni bu yaylada, uzun mu uzun tarlalarda güneşten, yılandan, ebem otundan, böcekten koruduk, kolladık, yüzüne isim, içine masal okuduk. Büyümüş çocuğum, zaman akmış, parlamış sular, yağmurlar kara, kışlar yaza karışmış, biz yaşlanmışız, dedemiz sağ henüz, nenemiz öleli oluyor bir otuz sene. Gözlerimiz görmez olmuş oğul, kulaklarımız duymaz da. Çocuğum büyümüş, anamın anasından kalma heybe, çanta, kitap, yılan derisinden simli kemer, ellerimle ördüğüm, içlenip ağladığım çeyizleri; içlikleri, çarşafları, karşı köyün yorgancısına iki yüz liraya tembihlenen yorganı al al… Eee bebeğim eee! Çocuğum ninni dinlemez artık, okulda öğretmeni, camide belletmeni, imamcamız ölmüş on yıl önce bir gece yarısı. Kara tahtalara isimler yazılmış, Atam sen sağ olasın, köyümüz de köyümüz, biz milletin efendisiyiz, öyle miyiz oğlum? Bak büyük baban geldi, elinde tespih, başında fötr, öp elini, ne dedi hocan, bahçedeki kınalı kuzun büyüdü mü, baktın mı keçilerin boyunlarına, keneler a kuzum, sen bilmeden kötülük yayarlar, keçiler ölürse, inekler süt vermezse, tarlamıza su gelmezse, bu bereket, bu yanık yüz, de ki nasıl gülsün? Çığır a oğlum, çeşme başlarında kızlara ıslık, kahve köşesinde erkeklik çığır… Biz kocadık a kadın. Düşlerimizde görülen cüceler, iliklerimize inen devler hep bir gittiler. Kalmadı a kadın; ne yanağında al kan ne bağrımda sevgi. Geçti artık a gülüm. Bel büküldü, zorumuz zamana yenildi, ak düştü saçlarımıza. Buğdayı eken yok, arpayı biçen kayıp. Ölüp gitmiş çobanlar, yenice açılmış acenteler, ilaçlar, doktorlar, baytarlar, uğrar olmuş ölü toprağımıza. Ama aynı sessizlik a kadın, aç hele kara derili radyoyu, bak oğlan bahçede türkü çığırmakta. Korkma kadın, sesin bittiği yerden geçtik biz, dedemiz yaşar, bize de yeni gelin bakar, allı pullu torunlar ağlaşır durur, ölür gideriz biz de. Aç hele radyoyu, gelecekmiş yine sarı kâğıtlı adamlar… Tarlamızda bir bağ, bir dağ, bir tepe yol alır gideriz. Ağabey fukarayız bilesin ya. O kümbet kurudu, oğlanlar büyüdü, inekler öldü, kaldık bir delik çorap bir fistan, hani biz böyle iki kocamış ey dedem; senden kalanlar ne ise bizden kalanlar, yakın ağabey, oldu olası sevmedi dedemiz bizi, bilin hani mahcubiyetimiz bundan, bundan biline sizin için kesmeyişimiz kınalı kuzuyu, ocakta pişer çayımız çorbamız, kadın at hele yere işlemeli sofrayı, beyim, ağabeyim, biz anca bayramdan bayrama bir de bu çocuk doğdu doğalı hep üç beş kişilik kurduk soframızı… Bir yaz öğlesi vaktin ne olduğunu bilemeden biz, geldiler… Sarı sarı güçlü develere binmiş kalabalıkça bir katar, önünde ardında atlar, kadınlar, kap kacaklar. Dediler köy halkı nerededir? Biz öte yurttan gelmekteyiz. Kalaycılık, kapçılık, fistancılık ve hurdacılık yaparız. Varsa para, yoksa buğday, un, arpa, et, ekmek. Köy halkı nerededir bre ocakçı başı, varsa çayın koy bakalım, katarımız yorgun, develer ürkek, yollarınız pek sarp. Kahvemiz doldu taştı lakin biz dedik köylü dağdadır, bu zamanda tarladır, hayvandır… İleriden bir kadın, sırtında ağlayan çocuğu kara mı kara, sallayıp susturmakta… Yanımızda yorgun oturan katar başı, ayaklarında uzun botu, elinde renkli tespihi, sıkıntılı fakat güleç, çayını içti, katarıyla konuştu, develeri çöktürdü, gür ve üryan sesiyle pazarı kurdurdu bir kalemde… Kahvemiz doldu kızım, siz yoktunuz o vakit, anan babana kaçmadı, baban anana biçare yanık… Yanan ocağım, kurulu düzenim, kara derili radyom yok daha… Bir anam var beni beklemekte akşama, bir de davarlarım… Yerleştiler meydana, kadınlar kurdu ocaklarını, irili ufaklı çadırlar, baba direkleri, çuvallar, killer dikenli dikenli. Ana ana! Koş ay anam! Pazar kuruldu, eski kapları, yırtık fistanı, ahırdaki çanı al da gel. Karınca kararınca ocakçı başı, şu yolculara su veriver, elinde varsa kabın kacağın, ustaların eline bırakıver, ezan okunmadan, akşam bize kavuşmadan su niyetine hani, yapar, yür yıkar veririz… İlle de para değil halam, teyzem, komşular hu! Arpa, un, buğday, ekmek hani varsa et. Katarımız uzun yoldan gelmekte, köyünüze gelmeden jandarma, korucu, çavuş… Arandık, elbet dedik de bizim marazımız ekmekle… Öyledir bey amca; biz böyle kendimizi bildik bileli, göçebeyiz… Yağmurdan sele, yazdan kırağı otlara kaçarız… Dedemiz bilmezdik senin allı pullu göçebeye tutulduğunu. Bilmezdiniz a kızım. Anlatıldı da dinlemedik. Bir ben gördüm, inandım da deli dediler, anan sana hamile baban bana dargın, duramadım gittim birkaç sene uzaklara… Dönüp yerleşelim dedik de anamız öldü, düzenimiz yıkıldı, sütümüz kesildi, kümesimiz, ahırımız tümden tarumar… Betimiz bereketimiz kaçtı a kızım. Ben ki tutulunca o yurdun allı pullu kızına, hani o siz bilmezdiniz ya, göçebe bir sevdanın peşinde süklüm püklüm, ovalar da ovalar, bir iz, bir neşe, bir su kenarı bulsak da dinlensek. Ben gayrı kızım çok da yaşadım, çok da yoruldum… Unutmadım amma; acı, iz, o dağlar, tepeler, yeşilden yamaçlar… Ben allı kızın ardında, allı kız katarının yanında, belki bir iz, bir yüz, altımda benden akıllı bir eşek; belki ölünür, belki yaşanır… Gittim kızım, koca Koçaş’ı aştım da köyümüze gerisin geriye… Duyduk amma. Asker basmış, korucular ateş açmış, katar dağılmış, çocuklar anasız, develer adamsız, kadınlar biçare… Mesnetsizin biri kelimelerden hırsızı seçmiş de bağırmış adamcağızlara. Karalı karalı köylüler hep birlik olup aşmışlar tarlaları… Av bu ya a kızım. Sanırsın izbe avı; kurt, çakal, köpek ses getirmemiş de mesnetsizin adı muhtar… Ağamın duası okundu bu sabah. Dedemin tabutu, üzeri yeşilli yazma, kimse bilmez oğul ama kimseye de anlatma… İmamın arkasında oluk oluk akmakta köylü… Dedemiz gitti, kahvenin masası boş kaldı, demedi bize, ses etmedi, bilemedik allı pullu göçebe kızını. Yıllardır suskunluğu bu olsa gerek, çeşme başına inmeyişi, günü bitirişi, vakti daraltışı bundandır demek… Koş a oğlum! Babanın, atanın elini öp, işlerini yoluna koy. Biz böyle geldik de böyle gitmeyiz. Koş a oğlum! Atan seni bekler hani unutmazsan bayramdan bayrama… Bilemedik a dedem. Suyun adı olmuş Çingen yurdu. Bilemedik a dedem; meğer al gelinlikli kızıl gelin, meğer hatunların gece gördüğü yaz rüyası, meğer onların korkusu, çocukları uyutan, erkekleri susturan, köpekleri havlatan, gece esen yelden, gündüz çıkan buğdaydan, o anlatılan, o bilinmeyen gelin sebepmiş. Meğer katarın kızı, Çingene kalaycısının tek evladıymış… Bilemedik a dedem; köpeğe, çakala ses ettirmeyip çoluğa çocuğa mavzer doğrultan, gelini al kanlara boyayan, bilemedik ya batasıca adı muhtarmış… Bilemedik a dedem… Anamızmış meğer al gelinlikli gelin.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © niyazi bircan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |