Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk duyan insandır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
BERMUDA BAŞLANGICI --GİRİŞ-- Aslında devrik dünya ile kırık dünya bir zamanlar aynı yapı imiş. Eskiler öyle anlatırdı yani. Bizler ise bu devrilişi ve insanlık tarihini birinci ağızdan dinlemiştik zamanında. Attalia Çar Atlantis’in ağzından: --ATLANTİS TARİHİ-- "Aslına bakarsanız olaylar benim çocukluğumda başlamıştı. Ben 20’li yaşlarda iken. Karada yaşıyorduk o zamanlar. Babam Brah Dünya imparatoruydu ve biz iki kardeştik. Nuh ve Atlantis. İnsanlık ve teknoloji olabildiğine gelişmişti. Ama bir şey eksikti. İnsanlar Yüce’yi unutmuştu. Babam Brah bile muğlak düşünceler içerisinde idi. Çünkü Nuh Dünya üzerinde son kalan din okuluna giderken. Ben dünya üzerindeki ilk büyücü okulunda okumuştum. Büyücü okulunu açan da, din okulunun yaşamasını sağlayan da babamdı. Babamın kararsız tavırları zaten kötüleşen imparatorluğu daha da yıpratıyordu. Yaşımız yirmi idi olayların yeni yeni patlak verdiği zamanlarda. Biz ikizdik… Ve babam Nuh’u din okuluna yolladı. Bildiğim kadarıyla elli yaşlarında iken kaçmıştı okulundan. Bana dediğine göre kaçış sebebi din adamlarının putlaşmış düşünceleriydi. Kardeşim denize kaçmıştı. Yüzerek ıssız bir adaya ulaşmıştı. Dediğine göre: Yüce ile bağlantıya geçmişti. Aslına bakarsanız ben hala ona inanıyorum. Anlattıkları gerçekti çünkü." Hüzünlenmişti koca çınar. Kardeşine ne olmuştu acaba. Altı kardeşten kimsenin cesareti yoktu böyle bir soruyu sormaya. Bir süre sonra devam etti babam: "Ben yetmişli yaşlarımda idim: Büyücülük okulunun altındaki magma patladığında. Çok devasa bir yapıydı, yazık oldu. Çok uzun yıllarım geçmişti orada ve ben çok değerli bilgiler öğrenmiştim. Sırf büyücülük okulu uğruna evlenmeyi reddetmiştim. Babam Nuh’un kaçışından sonra Kuzey Çar’ının kızı ile evlendirmek istemişti beni. E sonuçta oğlunun biri kaçmıştı, diğeri ise altı magma olan bir büyücülük okulunda idi. Soyunu düşünüyordu İmparator. Ben büyücülük okulunu arka plana atmıştım. Boş bir bahane ile kızı beğenmediğimi dile getirmiştim. Kabul etmemiştim. Magmanın patlamasından sonra babam yanına almıştı beni. Bana uygun bir kız kalmamıştı imparatorlukta. Kuzey Çar’ının kızı Sadrazam’ın oğlu Eralu ile evlenmişti. Eralu çok iyi bir savaşçıydı. Güney Çar’ının iki kızı vardı. İkisi de İsyankar Lord’lara kaçmışlardı. Batı Çar’ının kızı yoktu ve Doğu Çar’ının kızı da kayıptı." Şimdi de gülümseme vardı yüzünde. Onu çözebilmek kolay değildi. Kimbilir onun kadar uzun yaşabilirsek bizde onun gibi böyle düşünceli olurduk. Babamın ara ara suskunluklarında yani dalgınlıklarında hepimiz sabırla ve sessizce bekledik. Gülümseme yüzünü terk edince babam konuşmaya devam etti: "Büyücülük okulu yeryüzünün en devasa yapısı idi. Öyle bir mimari ve öyle yüksek katları yapmaya kimsenin aklı, gücü yetmiyordu. Babamın bir hayali vardı. İmparatorluğunun merkezini; büyücülük okulundan yüksek bir bina inşa edip, oraya konuşlandırmaktı. Babam bir yandan İsyankarlar’la savaşıyordu diğer yandan imparatorluğunu geliştirmeye devam ediyordu. Açıkçası imparatorluğun teknoloji açısından gelişmesi sekteye uğramıştı. Sonuçta bilim adamları başlatmıştı isyanı. Babam bana bir görev vermişti. Bir arşdelen inşa etmemi istemişti. Arşdelen yüksek binalara denirdi. Babamın benden isteği ise büyücülük okulunun iki katı yüksekliğinde bir arşdelendi. Belki altı ay kapandım odama, projeyi çizmek için. Ve arşdelenin inşasına başladım yetmiş iki yaşımdayken. On yıl sürdü 248 katlı arşdelenin inşası. Bittiğinde gerçekten şaheser olmuştu. 124’üncü kata kadar mermerle kaplıydı ve 248’inci kata kadar ise cam alüminyum alaşımı kaplıydı. Çatıda bir paratoner vardı. Gelmiş geçmiş en büyük paratoner. Ucu çok sivri idi. O paratoneri yerleştirdiğim gece rüyamda paratonerin bir iğne gibi babama saplandığını gördüm. Kabusumdan uyandığımda karşımda Nuh vardı. Adadan geri gelmişti, tabi biz sonradan öğrendiğimiz adadan... O kadar yıl geçince aradan Nuh'un öldüğünü bile düşünmüştük. Nuh bana ‘Dünyanın sonu geldi…” diye başlayan uzun bir konuşma yapmıştı. Sabah babamın karşısındaydık. Nuh Yüce’den aldığı mesajları babama anlatıyordu, gece boyu bana anlattıklarını. Ve babam veda konuşmasını yaptı bizlere: ‘Güzel çocuklarım eğer dünyanın sonu geldiyse benimde sonum gelmiş demektir. İşi uzatmaya hiç gerek yok. Bu isyankarlar Dünya’ya zaten yeterince zarar veriyor yıllardır. Bunların tümünün sebebi insanlarımın Yüce’yi unutmuş olmasından kaynaklanıyor. Ben bile kararsızdım bu güne kadar. Madem ki Yüce Nuh’la iletişime geçti. İnsanlık ona emanettir. Senden istediğim Atlantis: Bir şekilde Nuh’a inanmayıp ta temiz kalpli kalanları toplayıp onları yaşatman. Ben her an ölebilirim, bu yüzden ikinizde hakkınızı bırakmayın bende.’" Babam kendi babasının konuşmasını bizlere yaparken hüzünlenmişti. Hatta öyle hüzünlenmişti ki sesi ağlamaklı bir hal almıştı. Babasının sözlerini tükettiğinde ise yine bir dalgınlık hali başladı ve bizim için sessizlik. Sonra devam etti. "Aradan bir hafta geçmişti. Yeryüzünde büyük depremler olmaya başlamıştı. Çok sağanak yağmurlar ve ceryan çeken yıldırımlar. Normalde yıldırımlar ceryan salardı toprağa. Ama bu yıldırımlar arşa geri çekiyordu sanki ceryanı… Ceryan ne diye sormayın anlatması hiç kolay değil. O olmasaydı teknoloji olmazdı. O olmasaydı küçük gece güneşlerimiz. Hayvansız arabalarımız olmazdı. Nerdeyse hiçbir şeyimiz olmazdı. Ceryan teknolojinin temel taşı sayılırdı. Neyse canlarım, bunu anlatmak gerçekten kolay değil. Bu yağmurlar deniz seviyesini yükseltmeye başlamıştı. Ve ben babamın bana tarif ettiği temiz kapli insanları toplamaya başlamıştım. Hepsini topladığıma inandığım vakit, Arı dağına yönelmiştim. Nuh ise Yüce’den aldığı tasvirle ceryansız bir araç yapımına gitmişti. O güne kadar İnsan ırkı hep korkmuştu denizden. Nuh ise bilinmeyen bir şey yapıyordu. O ne yaptı bilmiyorum. Ama belli ki başarılı olmuş. Yeryüzü ırkı onun çocuklarıdır çünkü. Ona biat edenlerin çocukları. İkinci nesildir yeryüzü insanları. Birinci nesil bizim atalarımızdı, Yüce'yi unutan ve onun gazabına uğrayan atalar..." Şimdi yüzünde öfke vardı. Böyle keskin mimikler onun konuşmasında böyle duraksamalara yol açıyordu. Devam etti babam: "Bense topladığım insanları şehrin kuzeybatısına Arı dağının zirvesinde büyük bir mağaraya götürdüm. Gıda sıkıntımız yoktu. Okuldaki hocalarımdan bir tanesinin bu mağaraya öncelerden ne olur ne olmaz diye sakladığı kuru gıdaları vardı. Hepsi soğuk bir bölmedeydi. İnsanlarım mağaranın giriş kısmındaki bölmelerde günlerini geçirirken ben derinlere indim. İnsanlarımı sarayda en çok güvendiğim korumam Repas'a emanet ettim. Keşfime çıktım, hocamın beni bir kere getirdiği bu mağarada ne tür gizemli şeyler olduğunu gerçekten merak ediyordum. Daha önce gelmeye cesaret edememiştim. Çok derinlerde büyü aparatlarıyla döşeli bir oda bulmuştum. Bu odayı okuldaki hocamın işidir diye süzerken biri çıktı ortaya. Doğu Çar’ının kızı Elem… Onunla uzun konuşmalar yaptık, anlatmayayım. Neden babasından kaçtığını annenize sorun. O uzun konuşmalardan sonra insanların denizlerde yaşayabilmesi için uğraştığı büyüsünün son noktasına yardımımı istedi anneniz." Şimdi yüzünde daha güzel bir gülümseme vardı. Anlattıkları gittikçe daha bir meraklandırıyordu insanı. Ve bazı şeyleri eksik anlatıyordu babam. Ona soru sormayı kimse deneyemezdi. Anlattıklarını bölmeyi hiçbirimiz istemezdik. Böyle bir şeyi yapmaya kalkıştığımızda babam sorunun cevabını verecek ve daha sonra bir daha hikayesini anlatmaya devam etmeyecekti. Sorularımız babam susana kadar bekleyebilirdi. Bunu tecrübe etmiştik. "Günler süren araştırmalarımız sonucunda bunu başardık. Anneniz bir biyobüyücüdür. Araştırmalarımız sonuç verdiğinde mağaranın üst katlarına çıktık. İnsanlarım telaş içerisinde idi. Sular neredeyse mağaramız seviyesindeydi. Yıldırımlar ve diğer felaketlerse olabildiğine azmıştı. Ama ben bu telaşı susturdum. İnsanlarıma her şeyi anlatmadan önce farklı bir şey yaptım. Elem’i insanlarıma tanıttım ve diz çöktüm: ‘Benimle bir ömre var mısın?’ dedim ona. O uzun bir sessizlikten sonra 'Evet' dedi. İnsanlarıma her şeyi anlattım. Sonra Elem’le beraber mağaranın girişine çıktık. Bütün dünya sular altında kalmıştı. Anneniz ve ben ilk olarak kendimize uygulamıştık büyüyü. Suların altına indik. İmparatorluğun merkez şehri Attalia’ya yöneldik. Ama gördüğümüz manzara felaket manzarası sularla sınırlı değildi. Bütün şehir depremlerle yıkılmıştı. Sadece benim yapım kalmıştı. Yukarı çıktık. Arşdelen’imin yarısına ulaşmıştı sular. Ufak balkonlardan birine çıktık, sular üstünde olan. Sonra İsyankarlar bizi fark etmesin diye, psişik büyülerimi kullanarak görünmez yaptım ikimizi. Bütün İnsanlık yok olmuştu, isyankarlar haricinde." Yine hüzün vardı babamın yüzünde. Babamın büyücülükte uzmanlık alanı psişik büyülerdi. Anneminse biyobüyüler. Bir ara babamın gözlerinde yaşlar gördüğümü sandım. Anlatışı olabildiğine etkileyiciydi. "Elem kanatlandı, onun kanatlarını ilk kez o gün gördüm. Arşdelen’imin son katına kadar çıktık. İçine girmek imkansızdı, içi beyaz bir sisle doluydu. Sonra biz geri çekildik, havada asılı kaldık. İsyankarlar uçan araçlarıyla canlılardı. Yüz kadar uçan araç vardı. Tam o sırada İsyankarlar’ın tüm araçları arşdelenin yarı katının seviyesine üç etrafına toplandılar. Bizse sadece izliyorduk. Ne yapacaklarını ve buna karşı ne yapabileceğimizi bilmiyorduk. O uçan araçlar mavi ışın topları ile ateş ettiler. Bir süre sonra arşdelen ortasından ikiye ayrıldı. Devrilmeye başladı. O sırada havada bir canlı gördüm. Babam son kattan düşmüştü, bina devrilirken. Bina ağırlığı ile babama yetişti. Babam Brah paratonerin ucuna saplandı. Etrafa kanlar saçıldı. Babam ölüyordu. Ona doğru hareket ettiğimizde; kulakları sağır edecek seviyede bir gürültü geldi. Olduğumuz yerde kilitlendik kaldık. Çok uzaktık, ama yaklaşamıyorduk. Bir güç bizi olduğumuz yere kilitlemişti. Birkaç saniye sonra belki yüzlerce yıldırım düştü yeryüzüne. Sanki çektiği tüm cereyanı kusarcasına yüzlerce yıldırım düştü. Yıldırımlar paratonerce çekilince anladım. Ceryan çekmediğini. Ceryanları kusuyordu adeta. Yıldırımlar İsyankarlar’ın araçlarını mıknatıs gibi paratonere çekti. Tamamı parça parça oldu, babamla beraber. Arşdelenin yarısı paratonerin zemine saplanması ile tam ters döndü ve diğer yarısı ile paralel ve aynı seviyeye ulaştı. Sonra yine o güne kadar olmamış bir deprem oldu. Biz havadaydık belki ama depremi hissetmemek mümkün değildi. Deprem yaklaşık bir dakika sürdü. O bir dakika da Arşdelen’in iki yarısının da ellişer katını zemine gömdü. Su yüzeyine kabarcıklar yükseldi. Kabarcıklar artmaya başladığında beyaz sisi kusmaya başladığını anladım. Şimdi Arşdelen’in kopan parçasına Kırık Dünya, asıl parçasına ise Devrik dünya diyoruz. Ben babamın mezarı diyebileceğim yerin üstü olduğu için Kırık dünyayı kullanmak istemiyorum. O yüzden halkımın evi Kırık Dünya. Ve Devrik Dünya Elem ve benim evim. Sizlerin evi. Sarayımız…" Ufak hıçkırıklarla başlayan ağlaması zamanla sertleşti. Atlantis'in gözyaşları aktı. Çocuklarının önünde ilk kez ağlıyordu belki. Bu duraklama baya uzun sürdü. Ama kimsenin ağlamaya engel olmaya niyeti yoktu. Uzun sürenin sonunda tekrar başladı konuşmasına, Çaratlantis: "Bütün bunlar olduktan sonra Arı dağına geri dönüp insanlarımıza büyü yapmamız gerektiği aklımıza geldi. Geri dönüş yoluna koyulduk. Çok yüksekten uçuyorduk. Elem üstte idi, elleri ile beni tutuyordu. O Arı dağına götürürken bizi, ben uçsuz suları seyrediyordum. Bir ara kardeşim Nuh’un deniz aracını gördüğümü sandım. Elem’e sordum, görüyor musun diye. O da gördüğünü teyit edince. O tarafa doğru yöneldik. Ama paratonere yöneldiğimizde bizi sabitleyen güç yine durdurdu bizi. Gördüğüm kadarıyla Nuh yanına sadece insanları almamıştı. Hayvanlar ve bitkilerde vardı, o devasa deniz aracında…" Bu kadar uzun yaşayıp. Böyle net hatırlayabilmek hem çok yıpratıcı hemde çok iyi olmalıydı. Ama her şeye rağmen onun yerinde olmak istemezdim. Kısa bir duraklamadan sonra devam etti: "İnsanlarımızın yanına ulaştık. On-on beş insan vardı. Hepsini büyüledik, üç beş gün sürmüştü bu olay. Yağmur devam ediyordu. Sular yükseldikçe yükseldi. Depremler devam etti. Kara parçaları yer değiştiriyordu suyun altında. Sular mağaramıza ulaştığında, Atlantis halkı su hayatına başladı…” Babam uzun bir sessizliğe kapılınca anlamıştık, hikaye bitmişti. Odadaki yedi kişide de hüzün vardı. İşte böyle anlatmıştı babam, yıllar önce. Attalia kentinin tüm yapıları kayıptı. Babamın dediğine göre hepsi toprak kaymaları ile sürüklenmiş ve bu gün Türkiye’nin güneyinde bulunan Antalya kenti civarına ulaşmıştı. Gerçek Attalia da bu gün Devrik ve Kırık dünya haricinde yapı yoktu. Zemin balçıklaşmıştı. Bu zemine yapı yapmak imkânsız, hele sular altında… DEĞİŞ-TOKUŞ Sudan çıkmıştık, babamın son hatırası, uçan iki mavi şovalye pelerini ile. Pelin donakalmıştı biz çıktığımızda. Pixe’nin ayakları yoktu. Onu kucağıma aldım ve karaya ayak bastım. Etrafta kimse yoktu. Pixelans’ın yaptığı büyü ile aynı kara kutu düştüğünde olduğu gibi tüm dünya donmuştu: Üçümüz ve henüz etkileyemediğimiz Asi Bermuda’lılar haricinde… Pelin kendine geldi. Yüzü korkudan bembeyazdı. Pixe elimde ölmeye başlamıştı. Yüzü kıpkırmızı idi. Bir tarafta bembeyaz yüzlü kardeşim diğer tarafta gittikçe morlaşan kıpkırmızı kardeşim vardı. Pelin’e yöneldim: “Hiçbir şey sorma Pelin. Evde her şeyi anlatacağım. Şimdi sen direksiyona geç, biz arka koltuğa. Çabuk eve gitmeliyiz. Acele etmezsek Pixelans ölecek.” “Şahin sen misin?” “Lütfen Pelin benim ben!” “Ben…” “Hadi lütfen acele eve gidelim, söz her şeyi anlatacağım.” Pelin şaşkındı, doğaldı tabi… Baktım olacak iş değil. Direksiyona ben geçtim. Pixe’yi arka koltuğa yatırdım. Pelin yanıma oturdu. Evden çıkarken arabaya koyduğum, pet şişelerdeki suları Pelin Pixe’ye içiriyordu. Hızla eve gittim. Aklımda olabildiğine hızla eve gitmek vardı. Pelin’in sorduğu soruları cevaplamıyordum. Bazılarını cevaplıyordu Pixelans, güçlükle… Eve gittik. Pixe’yi küvete koydum suyu açtım ve küvet suyla doldu. Üçümüz banyodaydık. Uzun bir süre Pixe ile beraber Pelin’in sorularını yanıtladık. Onu razı ettik ruh değişimine.İlk ruhunu salan Pelin olacaktı. Pelin iki ruhlu olunca salacağı ruhu bilemeyebilirdi. Bu da bizi uğraştırırdı. Pelin delirebilirdi. Bu konuda tecrübeli olan Pixe ilk önce ruh çekti. Pelin saldı. Ona uzun uzun anlattık, ruhunu nasıl salacağını. Sonra Pelin gözlerini kapattı. Dudaklarını Pixe’nin dudaklarına kapattı. Burnundan olabildiğine sert bir nefes çekti. İçinden hayal edebildiği cenneti düşündü. Ve bütün nefesini Pixe’nin ağzına verdi. Birkaç saniye sonra karbondioksitli bolca bir hava çıkardı Pixe. Sonra aynı işlemi o da yaptı. Pelini denize saldık, Atlantis’e… TAPİAR ADASI Kardeşim Pixe ile Bermuda’nın üstündeki yegâne ada Tapiar adasında idik. Burası bizim güç toplama adamızdı. Buraya her geldiğimde içimden bir his bu adanın Amcam Nuh’un Yüce’nin vahiylerini aldığı ada olduğunu söylüyor. Ben bunları düşünürken Pixelans gerekli malzemelerle yanıma geldi. Ne kadar da çok benziyordu Pelin’e. Şu anda onun bedeninde olsa bile, kendi bedeni de çok benziyordu. Bir daire çizdim zemine, artı işareti oluşturacak şekilde dört noktası vardı; Kuzey, Güney, Doğu, Batı. Tüm malzemeler hazırdı. Bir daire, dört noktası var, dört köşe. Kuzey köşesinde erimekte olan buz parçası. Doğu köşesinde kutsal kitap Kuran-ı Kerim. Batı köşesinde Kırık Dünyanın en son yani en dipteki katından çıkardığımız mavi inci. Güney köşede ise kömür ve benzin vardı. Orta noktaya yöneldik. Bıçağımı çıkardım cebimden. İkimizin de koluna çizik attım. Kanları dairenin merkezine akıttık. Alevler yükseldi. İçimize çektik alevleri. Güney köşeye yöneldik, dairenin içinde kalarak. Kömür ve benzine üfledik. Alev aldı güney köşe, aynı anda kuzey köşedeki buz daire çizgisi üzerine dağılmaya başladı. İkisi batı ve doğu köşede birleşti. Buz ve Ateş Kuran’a ulaştığında; ona dokunmadan geri dönüşe geçtiler. Aynı anda inci parlak bir patlamayla güç zamanın geldiğini söylemiş oldu.Pixe kuzeye ben güneye yöneldim. Ben ateşi Pixe buzu geri çekti… Yanımda getirdiğim laptop’ımla internete girdim. Haber sayfalarına… Girdiğim ilk haber sitesindeki manşet: BERMUDALILAR GERİ Mİ DÖNDÜ? Nasıl olur da Asi’ler bu kadar kısa sürede güç toplamışlardı. Kaçan büyücünün yetenekleri ne kadardı? Bu sefer başımızda büyük dert vardı gerçekten… BN CN Bütün soruların cevabı 3. ve son bölümde. CENAP ŞATOLAR Marslı bu sefer bambaşka bir sürüvenle geliyor karşınıza. Tarihi şatolar, saraylar, kaleler katloluyor. Polisiyenin böylesini görmediniz. Polisiyeden ötesi, işin içinde tarih ve komedi de var. Ama en güzel yanı modifiyeli arabalar. Bu seride tadamayacağınız tek şey orklar ve şeytanlar olacak. Dur bir saniye; bolca şeytan olacak. Ama o şeytanlar Donnie Fasteg'in içinde olacak! Ve sizinle... İddaa ediyorum, hiç bir Hollywood filminden böyle tat almadınız. Şeytanınız bol olsun! Sonbaharı bekleyin... MARSLI
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bahattin Ceyhan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |