Sevginin ölçüsü ölçüsüz sevmektir. -Spinoza |
|
||||||||||
|
1.Bölüm KARA TEPE Kışın Canbol tepesi ve sıra dağ boyunca yağan karları yaz ortalarına kadar uzaktan görür, Ağustos sıcağında o yöne baktıkça yüreğimiz yanardı. Canbol tepesinin bulunduğu sıradağın hemen eteklerinde üç köy vardı. Günyüzü, Evren ve Çağıl. Buradan Güneye doğru eğimle uzanan geniş arazide tarım ve hayvancılık yapılırdı. Buradan güneye doğru bakılınca, semalarında daima kartalların dolaştığı zümrüt yeşili çamlarla örtülü, ovaya hakim kara bir tepe dikkat çekiyordu. Bu tepenin eteklerinde küçük bahçeleri, çatıları güneşle parıldayan evleri ile Cengeriş, bizim köy kuruluydu. Köyün altından vilayete giden şose geçiyordu. Onun biraz aşağısından sığ göllerinde sazanlar, alabalıklar, kurbağalar, su yılanları, yengeçler ve bin bir türlü su hayvancıkları yaşayan küçük deremiz akardı. Sonbahar yağmurlarının coşturmasıyla kabaran dere suları, yaz sıcaklarında biz çocuklara yüzme havuzluğu yapan bentleri yıkar, bunlar her yıl yeniden kurulmayı gerektirirdi. Esasen ekili arazinin sulanmasında kullanılan bu bentler iki taneydi. Amansız yaz sıcaklarında serinlemek ve yüzmek için onlara en azından ekinler kadar ihtiyacımız vardı. Havalide karasal iklim hüküm sürer, her mevsim dört ay ve kendine has asli farklarını yaşatırdı. Kar, kış bol olduğu gibi, yaz sıcakları da can yakıcıydı. Bahar bizde eğriceden (Hıdrellez) sonra başlardı. Yeşilin bütün tonlarının temsil edildiği arazi ve dağlarda dolaşır, larvalarından yeni çıkmış kelebekler renga renk çiçekler arasında bir o yana bir bu yana uçuşurken, bu manzarayı izlemek içimi bir başka coşturur, onların arkasından koşar dururdum. Elimde genellikle özenle yapılmış bir değnek olurdu. Meşe ağacından yapılma değnek yazılarda dolaşırken daima taşıdığım aksesuarım ve aynı zamanda savunma silahımdı. Bizim orman köye yakın ve meşesi bol olduğu için herkesin bir değneği olabilirdi. Evren köyünün çocukları ile arazide karşılaştığımızda bizden değnek isterlerdi. Çünkü onların orman çocukların kolayca gidemeyecekleri kadar uzak ve sarp sıradağın arkasındaydı. Taşıdıkları değnekler genelde kavak veye söğüt ağacından olur, bunlarsa pek dayanıklı olmaz, sert bir darbede kırılırlardı. Evrenli çocukların değnek sahibi olmak istemelerinin asıl nedeni, biz dahil, diğer komşu köylerin çocuklarıyla yapılan yakın dövüşler ve bunlara o esnada ihtiyaç duymalarıydı. Bu bakımdan, bizim çok sağlam pelit değneklerimiz aynı zamanda stratejik bir malzeme sayılıyordu. Küçükler hafif ve ince olanlarını taşırken, büyükler ucu goballı (Topuz) uzun ve kalın olanları tercih ederdi. Pelit veya ardıç değneklerimizi herkese vermez, sadece tanıdığımız iyi niyetli çocukalara, bizde pek yapılmayan peynir karşılığında verirdik... Her bahar gelişinde karın biraz kalkmasını mütakip kırlara çiğdem ve nevruz sökmek için giderdik. Turuncu nevruzların yapraklarını, beyaz taç yapraklı çiğdemlerin köklerini de yer ve bunlardan taçlar örerdik. Bunları köklerinden sökmek için bir kazgıç gerekirdi. Sökme işinde kullandığımız bir tür değnek olan kazgıçları yine pelit ağacından yapar, sivriltilmiş uçlarını sertleştirmek için ateşe sokarak iyice kuruturduk... Kendi yaptığımız kızak, kaykı ve izgilerle bol karın tadını uzun kış boyunca çıkarmış, ardından yeni bir bahara ulaşmıştık. Berrak gök yüzündeki yörüngesinden çalan güneşle eriyen kar, köyün üst başındaki yamaçlardan aşağı küçük derecikler yaratarak akıyor ve köyün içinden geçerken neşeli şırıltılar yaratıyordu. Hemen bütün çocuklar, ellerde faraş ve kürekler, bent yapmak, sularla oynaşmağa bayılıyorduk. Bizim evler köyün orta yerinde, armudun derenin sol yanında yer alıyordu. Akan suların zamanla oluşturduğu hendek köyü bir başından öte başına geçiyor ve boylu boyunca çocuklarla çevrelenmişti. Herkes bir diğerinin üst tarafına bent kuruyor, suya bir süre göllendirdikten sonra yaptığı bendi yıkıp, aşağısında kalan diğer bentleri yıkmayı hedefliyordu. Bu çok zevkli bir yarıştı. En kolay ve güvenlikli bent oyuğun en üst tarafına yapılandı. Kürek ve bilek gücüne güvenen kimse en aşağıya bent yapabilirdi. Fakat bazen aksi olur, en yukarıya iri bir bent yapan Naci, bendini yıkarak aşağıda yer alan bütün bentlerin arka arkaya yıkılmasına yol açar, bundan büyük keyif alırdı. Bu sırada iyice coşkun akan bulanık su, gürültülü bir minyatür bir sele dönüşür, uğultusu bütün köyü tutardı. Yine böyle bir oyuna dalmıştık ki, bir ara aklıma kırlara çiğdem sökmeğe gitme fikri gelivermişti. Bunu benden iki yaş küçük kardeşim İhsan ve bir yaş küçük amca kızı Fehime’ye söyleyince onlar da katılmak istemişlerdi. Derken ellerimizde kazgıçlarla yola düşmüştük. Köy deresine yüz adım yaklaştığımızda suyun çağıltısı iyice duyuluyordu. Bu sırada amcam ve henüz gurbete çıkmamış olan babam, dere kenarındaki tarlamızın üst tarafından geçen ark boyunca kavak fidanı dikiyorlardı. Biraz ötelerinden geçerken bizi görmüş, ama pek oralı olmamışlardı. Biraz sonra etrafı iri söğüt ağaçlarıyla çevrili bostanların arasından geçip, dere kenarına inmiştik. Karşıya geçiren bir köprü olmadığı için, bu maksatla kullanılan eğri söğüdü kullanacaktık. İki metre kadar yukarısından kesilmiş olan bu söğüdün kesim noktasından yukarı, yanlara doğru çaprazlama yükselen iki çatalı vardı. Biraz yukarıda yer alan, yeniden yapılmayı bekleyen yıkık bent kalıntısından akan su, burada küçük bir şelale yaptıktan sonra bu söğüdün altında gölleniyor, burgaçlar yaptıktan sonra Karadeniz’e kadar uzanan yoluna devam ediyordu. Çatal dalların arasına kadar dikkatle yürüdükten sonra karşı kıyıya ilk atlayan ben olmuştum. Sonra amca kızı ve sıra İhsan’a gelmişti. Atlamak üzere çatala kadar tırmanan İhsan son anda atlamaktan vazgeçip, köye dönmek istediğini söylemesin mi? Buna çok kızmıştım. Beni kızdıran asıl neden kırlara gitmek istemeyişi değil, karşıya atlamaktan çekinmesiydi. Onu kızıştırmak için; - Bak, şu Fehime, kız olduğu halde nasıl atladı, sen güya erkek olacaksın. Utanmıyor musun? Demiştim. Bir an atlayacak gibi olan İhsan, yine caymak üzereydi ki: - Dur lan, dur hele. Korkmana hiç gerek yok. Cesaretlenmek için şöyle de, bak nasıl atlayacaksın; “Karganın yüreği hamur, benim yüreğim demir”. Haydi, seni bekliyoruz! -Karganın yüreği hamuuur benimki demiiir! Diyen İhsan, nihayet kendini öne fırlatıyor ve anında karşı kıyıya ayak basıyordu. Bunu yapacağından emindim. Fakat o da neydi. Atladığı noktada bir an duralayan İhsan, sonra dengeyi kaybediyor ve hemen arkasında daireler çizen soğuk suya sırt üstü yıkılıyordu. Onu hayret ve şaşkınlıkla izlerken o an müdahale edememiştim. Doğrusu, böylesine beceriksizlik edeceği hiç aklıma gelmemişti. Derken sessizce sulara batan İhsan kendini suyun akışına bırakmış, hiçbir direnme göstermeden gidiyordu. Ben ayağımdaki kara lastiklerimi çıkarmış, pantolon paçalarımı yukarı sıvazlarken, Fehime çığlık çığlığa yardım çağırıyordu. -Dursun emmi, yetişin! İhsan suya düştü, boğuluyooor! Atılıp onu yakalamak ve sudan dışarı çekmek istiyordum. Ancak o an bulunduğu nokta hayli derindi. Oraya dalmam, belime kadar ıslanmam demekti. Hem nasıl olsa birkaç saniyede boğulmazdı. Nitekim su onu iki adım daha aşağıya, sığlaşan bir noktaya taşıyınca, hemen dalarak kolundan yakalamış ve var gücümle çekip, ayağa kaldırmıştım. Fakat o, muhtemelen utancından, ayakta durmak istemiyor, tekrar soğuk sulara batmak istiyordu. Suyun derinliği şimdi apış arasına kadar ulaşıyordu. Debisi hayli yüksek olan su anında ayaklarımızın altını oyup dengemizi bozuyor, ayakta zor duruyorduk. İhsan bir türlü kurtulmak istemiyor, bana direnirken ağlıyordu. Sonunda onu zar zor kıyıya çekebilmiştim. Bu sırada babam karşı kıyıda belirmiş, amcam derenin biraz aşağısından kıyıya inerek dereyi tarıyordu. Üzerinden sular sızan İhsan’ın ayağındaki lastiklerden biri eksikti. Bunu fark edince daha çok ağlıyordu. Çünkü bunlar sadece ona alınmış ve dizayn olarak tıpkı gerçek kunduraya benziyorlardı. Bana alınmadığı için onları bilhassa seviyordu. Bir daha öylesini zor bulacağı için üzülüyordu. Bu arada yanımıza atlayan babam bize birer tokat atıp, hemen köye dönmemizi emrediyordu. Geri dönüş için tekrar karşıya geçmek gerekiyordu. Bu defa, az yukarıda bendin kurulmasına yarayan kalın söğütlerin üzerinden geçecektik. Buradan geçerken ayaklarımızın ıslanması artık sorun değil, zaten ıslaktı. Üç dikili iri kazığa basıp, atlayarak tekrar karşıya geçmiş, İhsan’ın ıslak giysilerini çıkarmıştık. Böylece onun daha çok üşümesini önleyecektik. Güneş olmasına rağmen hava yeterince sıcak değildi. İhsan üşüyor, diş dişe çalarak titrerken köyün yolunu tutuyorduk. İhsan zaman zaman ağlamaklı olurken, onu güldürmek için gömlek ve sair giysilerini bayrakmışçasına kazgıçların ucuna takmış, düğünlerde olduğu gibi ilahi söyleyerek yürüyorduk. Nihayet eve vardığımızda annem hemen onu yatak serip onu yatırmış, ama birkaç gün hasta yatmasına engel olamamıştı. O gün İhsanın beni hayli kinleyip, ilk fırsatta öç alma niyetinde olduğunu birkaç gün sonra fark edecektim. Önünde erik, armut ve güllerin bulunduğu küçük bir bahçe bulunan, aşağı evin, ahırınki ile bitişik toprak damında onunla “Dolan kuş” oynuyorduk. Kollarımızı yana açıp, kendi etrafımızda fır fır dönüyor ve başımız dönünce yere yıkılarak, dönmeğe orada devam etmekten hoşlanıyorduk. Toprak dam gerçi çok genişti, ama bu şekil yuvarlanmamın da bir sonu olmalıydı. İşte öyle bir esnada kendimi ansızın havada ve yere düşerken fark ederek, son anda elimle saçak direğinden yakalamış, havada asılı kalmıştım. Fakat kendimi yukarı çekip, kurtaracak kadar güçlü değildi kollarım. Parmaklarımı bir birine kenetlemiş, İhsandan, annemi yardıma çağırmasını istiyordum. Tamam, diyen İhsan gerçi hemen gidiyor, ama anneme haber vermek yerine, yukar ki evin duvar dibinde bulunan küçük tavuk kümesinin üstünde oturup, biraz bekledikten sonra geri geliyordu. Onu görebildiğimin farkında değildi. Yanıma gelince: -Tamam, söyledim. Şimdi gelecek. Diyordu. Gerçeği yüzüne vurup, bunun hesabını fena soracağımı haykırmak istiyor, ama düşmekten kurtulmam için tek umut gördüğüm için, bunu rizke atamıyor, annemi çağırması için ona tekrar yalvarıyordum. Aşağıya düşeceğim noktada bahçe çitinin kazık ve sırıkları vardı. Bunların üzerine düşmem çok tehlikeliydi. İhsan tekrar gidiyor ve yine aynı sonuçla dönüyordu. Gücüm iyice tükenmiş, kendimi, ne olursa olsu artık, diyerek bırakmak üzeydim ki, oradan geçmekte olan amcamın karısı beni görüp, hemen yardıma koşmuştu. Ayaklarımdan yakalayarak önce omzuna, sonra yere inmemi sağlamıştı. Tabii ki, ilk işim elime bir çubuk alıp, yavaş yavaş oradan sıvışmak üzere olan İhsanı yakalamak ve yaptığı bu vefasızlığı ona ödetmek olmuştu. Ben mi daha zorbaydım, o mu çok inatçı söylemek zor, ama ikide bir bozuşuyorduk kardeşimle. Benden iki yaş küçük olduğu halde, akranlarımın kardeşleri gibi, “Abi” demek yerine, adımla hitap ederek, onurumu incitmeği yeğliyordu. Gücenikliklerim giderek birikiyordu. Bir gün birlikte derenin kıyısından dönerken ansızın aklıma gelip, elimde söğüt çubuğu, ona; - Bundan sonra bana Abi diyeceksin lan, tamam mı? Diye öneriyordum. O bildik inadıyla; - Hayır, demiyorum! Fakat ben inadını kırmağa kararlıydım. Elimdeki çubukla kıçına doğru önce hafif, sonra giderek şiddetlenen darbeler indirmeğe başlayınca şaka yapmadığımı anlamış ve : - Tamam, diyorum.”Abi”! Diyordu. - Bir kere ile olmaz, köye kadar diyeceksin, haydi başla! - Tamam. Abi, abi, abi... abi... Böylece tekrarlıyor ve nihayet bana “Abi” demeği öğreniyor, fakat buna rağmen asilikleri sürüyor, kolay kolay söz tutmuyordu... Altı yaş büyük bir de ablam vardı. İki yaz boyunca köyün körpesini (kuzu, dana ve oğlaklar) otlatmağa başladığımızda henüz beş-altı yaşlarımdaydım. Sabah erkenden kalkar, armudun derede toplanan körpe sürüsü ile köyden çıkardık. Ormanın eteklerinde, bozlaklarda ve daha arkalardaki kırsal kesimlerde yayarak köye dönerdik. Akşam olup, dönüş vaktini önceki çoban geleneğinden öğrenmiştik. Bu, karşıda yükselen Canbol tepesinin yamacında görülen iri bir ağacın yandaki kayalığa düşen gölgesi idi. Gölge kayanın üst başına ulaşınca dönüş vakti geldi, demekti. Yaz sıcakları bastırınca serin göl ve gölgeleri ile dere boyları beni daima cezp ederdi. Bunun bir başka nedeni, sevdiğim kızların oralarda, mısır tarlaları ve bostanlarda bulunuyor olmaları idi. Körpe sürüsü ile ekili dere kıyılarına yaklaşmak pek mümkün değildi. Körpenin yaylım alanları dışarıdaydı. O yüzden, su içmeyi bahane ederek dere kıyısına iner ve bir daha kim bilir ne zaman dönerdim. Dere boyunu yukardan gören tepelerde, körpenin yanında dolaşırken gözümü o yönden ayıramazdım. Bir bahane ile gittiğimde geri çağırmak isteyen ablam olanca sesiyle arkamdan ünler, hemen gelmeyince küfür ve kargışlar yağdırırdı arkamdan. Ablamın sesi de kendisi gibi güzeldi. Canı sıkılıp, kahırlandıkça bir yanık türkü tutturur, engebeli arazide yankılanan sedaları karşı tarlalara kadar ulaşır, çapa yapan kadınlara müzik ziyafeti verirdi. Öğlen vakti olunca, körpeyi dağlardan iki saatliğine düze indirir, dere ve değirmen arkının geçtiği, içinde iki de iri gölgeli söğüt bulunan çimenlik Eğrekte dinlenmeğe getirirdik. Bu sırada öğlen azığımızı, ki bu genellikle kuru ekmekten ibaret olurdu, yerdik. Bu sarıda diğer mal yayan çocuklar da orada toplaşır, hemen dere kıyısına koşar, yüzülmeğe pek elverişli olmasa da, çünkü yüzebileceğim yerleri genellikle mandalar kapar, biz de serinlemek için bu sulara dalar, onların sırtlarına binerek oynardık. Çimenlikte başlayan boğa dövüşleri eksik olmaz, hemen koşarak onların etrafını çevrelerdik. Körpe yaydığımız düzlükler, dereler, bayırlar bahar gelince türlü bitki örtüsüyle bezenir, manzaranın seyrine doyum olmazdı. En sevmediğim zamanlar Mayıs ve Haziran ayları idi. Çünkü danalara tebelleş olan bir kara sinek onları tedirgin eder ve kaçıp uzaklaşmalarına sebep olurdu. Kaçanları geri getirmek benim görevimdi. Bir gün, en çok kaçan iki danayı iple bir birine bağlamış, uzunca ipin ortasından tutuyordum. Ansızın tekrar kaçışmaya başlamasınlar mı? İkisinin aynı anda ipe asılmalarına karşı duramamış ve ipi salıvermek zorunda kalmıştım. Şimdi arkalarından gidip, onları tekrar geri getirmem gerekiyordu. Nitekim onları ilerdeki bir bozlakta yeniden bulmuş ve ipin ortasından yakalamıştım. Bir an tepkisiz kalan danalar yeniden tezmesinler mi... Önce etrafımda sağa sola kaçışıp, sonra beni saran ipi aynı yönde çekmeğe başlamış ve ben ipten kurtulmağa çalışırken sırt üstü arkamdaki dikenli bir kızamık kümesinin üzerine düşüvermiştim. Dikenler kalın ve yoğun olduğu için yattığım yerden hiç kıpırdayamıyordum. Çünkü en küçük bir kıpırdanma dikenlerin batmasına yol açıyordu. Bir süre öylece kalmış ve ancak ablamın gelmesiyle kurtulmuştum. Körpe yayarken çok kez canım sıkılır ve bir eğlence arardım. En hoşlandığım şeylerden biri, dağlardan inen sel oyuklarında, iri taşların altında yılan, kertenkele ve kuş kovalamaktı. Bunun heyecanına doyamazdım. Yağmur yağıp, sel gelmesinden sonra kurşun misketleri aramak için bilhassa buralarda dolaşırdım. Bazen her adımda bulur, bunları biriktirip, avcılara satardım. Avcalar bunları kendi doldurdukları fişeklerde kullanırlardı. Kurşunlar doksan üç harbi diye bilinen Osmanlı Rus savaşı sırasında atılan top mermilerinden saçılmış olmalıydılar. Bu yöre Rus istilasına uğradığında alınamayan tek nokta bizim kara tepe olmuş. Burayı ele geçirmek isteyen düşman haftalar boyu mermi yağdırmış, ama bir türlü alamamış. Canbol ile Çimen Dağı arasında kalan ovalık ve engebeli bölgenin en yüksek noktalarından biri olan bu tepenin üzeri küçük bir hava alanı olabilecek kadar düz ve genişti. Düşman saldırısı karşısında savunmak için çevresine siperler kazılmış, burada sonuna kadar dayanılmıştı. O zamanlar şehit düşen iki nefer hala burada, dallarına rengarenk andak bezleri takılı yaşlı bir ardıç ağacının altında yatıyorlardı. Hemen yanı başlarında ve kim bilir kim tarafından ilk kez kurulmuş olan, küçücük kapısından ancak çocukların sığabileceği derme çatma, minyatür bir taş kulübe vardı. Uzak köylerden gelen ziyaretçiler hayır için onun yumuşak topraktan zeminine bozuk para gömerlerdi. Yolumuz bu tarafa her düştüğünde uğrar, toprağı karıştırarak para bulmağa çalışır, çoğunlukla bularak sevinirdik. Yaşımız büyüdükçe, burada av kuşları, keklik, hopal ve tavşan avlamanın haz ve heyecanlarını tadardık. Ormanda dolaşırken susayınca eteklerinde bulunan soğuk su kaynaklarından içer, acıkınca bitki yaprak-kökleri ile yabani meyvelerden çeküm, alıç ve palamut yerdik... Karatepe’nin bendeki anlamı çok farklıydı. Çocukluktan yetişkinliğime kadar, bütün evrelerimde ona tırmanmış, kendimi gece, gündüz onun çetin sınavlarına sokmuştum. Kendimi orada tanırken, Karatepe adeta kişiliğimin görgü tanığı olmuş, ruhum sanki asli özelliklerini ondan almıştı. Sık bitki örtüsü içinde her zaman yabani hayvanlardan ayı, kurt ve domuz sürüleri barınak bulur, bunlar çoğu kez hayali rakiplerim olurdu. Sık meşe kümeleri ve çamlar arasında yürümek için her adım sonrasında çıkabilecek tehlikeyi göze almak gerekirdi. Bu bakımdan dağa gitmek gerçekten cesaret istiyordu... Körpe yaymağa çıktığımız ilk günü hatırlıyorum. Henüz köyün başlarında, Kargaların Kıranı aşmış, ormanın eteğine varmıştık. Ablam birden dehşetle; “Kurt!” diye haykırıp, onun bulunduğu yeri işaret ediyordu. Fakat ben nedense göremiyordum. Sadece kurdu değil, beş adım ötemdeki hiçbir şeyi göremiyordum. Sanki gözlerim uzağı görme yeteneğini birden kaybetmişlerdi. Oysa o güne değin sadece adını duyduğum kurdu görebilmeği ne kadar istiyordum. Ablam bir taraftan tutturduğu yaygara ve havarla çalıların arasında dolaşan köpekleri çağırıp, kurdu kovalamaları için onları kıskıslarken, bir taraftan ona dair, “Kırçıl, sıpıç, kırpık kulak, canavar...” gibi sıfatlar sayıyordu. Ama ben bir türlü göremiyordum onu. O gün duyduğum dehşet, merak ve heyecanı bir daha asla yaşayamadım... İki de bir kendimi denemek, cesaretimden emin olmak isterdim. Bunun baş nedeni korkudan nefret edişim, ikincisi ise macera tutkumdu. Tabii ki ben de korkuyordum tüm çocuklar gibi. Ama bunu yenmek için üstüne gitmekten başka çarem yoktu kurtulmak için. O nedenle önce Karatepe eteklerinde yer alan kıranlar ve sık ağaçlı düzlüklere yalnız çıkmakla başlamıştım. Bu birkaç günde olup, biten bir uğraş değildi elbet. Aylar ve yıllara yayılan bir çabaydı. Dağlara tırmanırken hem fizik, hem de görgü ve bilgiye dayanan güçlerim gelişiyordu. Çok zaman yaptığımız gibi, yine bir akşam Halil emmilerin evin damında, bacanın duvarına yaslanmış, yaşıtlarımla sohbet ediyorduk. Her nasılsa, dağa tek başına kimin gidebileceği iddia konusu olmuştu. Kimse buna cesaret edebileceğini açıklamıyordu. Yaşıtlarımdan ve bilhassa dolaştığımız Aydın, bunu yapsa yapsa Hürşad yapar diye önermiş, ama o dahi bundan tam emin görünmüyordu. Denemeğe o an niyetlendiğim bu ilk gece tırmanışım olacaktı. Henüz onüç yaşlarında idim. İddianın başarma koşulu; Büyük Düzün üst tarafında, iki yolun çatında bir çama tırmanmak ve orada kibrit yakmaktı. Nitekim harekete geçmiş ve köyün içinden bir koşuda Kargaların Kıranı aşmıştım. Büyükdüz’ün alt tarafını çevreleyen çalılığa daldığımda dışarısı dolunayın ışığı ile gündüz gibi iken, orman zifiri karanlıktı. Gerçi daha meşeliğe adım attığımda bu işe giriştiğime pişman olmağa başlamıştım, lakin artık çok geçti. Dediğimi yapmalı, çam üstünde kibriti yakmayı başarmalıydım. Orman çok sessizdi. Yavaş yavaş tırmanırken bir yandan düşünüyor, vahşi bir hayvana rastlama ihtimalini en aza indirgemek için kedi kadar sessiz ve pür dikkat olmağa bakıyordum. Gittikçe hızlanarak yürümüş ve nihayet kurt, kuş, in cin duyamadan tepenin böğründeki yüksek bir çama tırmanmış, uzun bir ıslığın ardından kibriti yakmayı başarmıştım. O an çok mutluydum. Akranlarım inkar edecek bile olsa, Karatepe ve dolunay şahitti elbet buna. Çok sürmedi, duyduğum büyük mutluluk gizli bir endişe ile gölgelenmeğe, zihnime üşüşen yeni gerçekler beni korkutmağa başlamıştı. Artık bu işi başarmanın en mühim şartının köye salimen dönebilmeğe bağlı olduğunu düşünüyordum. Aksi halde bunun anlamı yoktu zaten. Bunca gürültü yaparak, tekin olmayan orman sakinlerine kendini ifşa ettikten sonra aşağı inmeğe kalkışmak bir çılgınlık gibi gelmeğe başlamıştı. Bu durumda nasıl kurtulacaktım Tanrım... Keşke düşlerimde olduğu gibi yine uçabilseydim. Fakat ne yazık ki mümkün olmuyordu bu gerçek hayatta... Bence, düş ile gerçek arasındaki en mühim fark işte bu uçamayıştı. Yaptığım akılsızlığa ağlasam ne yazardı ki. Çaresiz olsalar dahi, melekler bile haşarı çocuklara acımıyordu işte. Ama burada sabaha değin bekleyemezdim. Nihayet çamdan inmeğe karar verdim. Lacivert gök yüzündeki harika mehtap altında cılız ışıkları seçilen asude köyüme son bir kez bakıp, aşağı inmeğe başlamıştım... İnsanı iliklerine kadar korkutmak için tek başına yeterli bir karanlık denizine gömülü çam dibine inerken, onlarca kem göz ve kulak tarafından ablukaya alındığımı sanmamak elimde değildi. O nedenle, her dalın üzerinde bir an etrafı dinliyor, sora çıt çıkarmadan inmeğe devam ediyordum. Bu arada yeni hal çareleri, cesaret artırıcı formüller kuruyordum: “Karanlık her göz için eşit bir engeldir, o halde buradan kurtulmanın çaresi, gözlerden daha çok, kulak kesilebilmeğe ve bacaklarımın gücüne bağlıdır”... Aşağıya atılan her adımla birlikte hançereme inanılmaz büyük bir haykırış toplandığını hissediyor, bunu tutmakta zorlanıyordum. Kalp atışlarımın dışarıdan duyulmaması için olağan üstü bir çaba sarf ediyordum. Nihayet yere ayak bastığımda orman hala bir sessizlik ummanıydı. O an keşfettiğim silah bana müthiş bir özgüven vermişti. Bu silah hançeremde biriken büyük çığlıktı. Öyle sanıyordum ki, onu salıverecek olsam, infilakı şimşekten doğan bir yıldırım gibi, bu meşum karanlığı aydınlığa boğup, çevremdeki bütün tehlikeleri bir anda berhava edecekti. Artık hiç korkmuyor ağaç kümeleri arasında fütursuzca ilerliyordum. Derken az sonra köyü kısmen gördüğüm bir noktaya erişmiş ve artık o müthiş silahı tetiklemek ve ne olacağını görmek istiyordum. Salıverdiğim o haykırışla kulaklarım bir anda çınlarken, namludan atılan kurşun misali ileri atılıyor ve önüme dikilen düzinelerce meşe kümesinin üzerinden uçarcasına geçip, saniyeler sonra orman dışına, aydınlık düzlüğe ışığına ulaşıyordum... Ablam Mürtezelerden, babamın ahbabı Ahmet ustanın oğlu Yılmazı seviyormuş. Kırlarda körpe yayarken Yılmazı uzaktan geçerken görürdüm. Bazen bir kümenin dibinde, kağıda sarılı birkaç salkım üzüm, elma vs. olduğunu hayretle görür, bunları alarak afiyetle yerken, onları Yılmazın gizlice bıraktığını hiç düşünmezdim. Hakikati ancak yıllar sonra ablamdan öğrenecektim. Uzaktan uzağa seviştikleri için, meğer Yılmaz bizi izler ve yaklaşarak kasabadan getirdiği o meyveleri çaktırmadan bırakırmış. Bense ablamın nasıl olup da oralarda meyve bulacağımı bildiğine akıl erdiremezdim. Zaten fazla da sormazdım. Malum “Üzümünü ye, bağını sorma” derlerdi... Ablamın muhtemel izdivacı söz konusu olunca, annemin aklından geçen, onu küçük ağabeyi Selahattin’in oğlu Muammere vermekti. Oysa babam, o kimi isterse ona vereceğini söylüyordu. Bu durumda onu Yılmaza verme yanlısıydı. Fakat annem beni; “Dikkat et, bacın Yılmaza kaçabilir” diye uyarıyordu. O sırada çoğunlukla ablamla aynı yatağı paylaşıyorduk. Ben uyurken kaçmağa kalkarsa bunu fark etmek ve gerekirse önlemek için bir çare düşünmüş ve bulmuştum; onu geceliğinden kendi pijamama firkete ile gizlice bağlayacaktım. Artık her gece öylece yapıyor ve sonra uyuyordum. Fakat bir bayram sabahı uykudan uyandığımda bir de ne göreyim; firkete açılmış ve ablam yatakta yoktu. Çeşmeye, ahıra, konu komşuya bakılmış, ama ondan eser bulunamamıştı. Tek ihtimal kalmıştı, o da Yılmazla kaçmış olmasıydı. Evde, başta babam, herkesin morali bozulmuştu. Neden bunu yapmıştı, kimse anlam veremiyordu. Babamı bilmiyorum, ama ben diğer bütün çocuklar gibi bayram namazı için camiye gitmiştim. Kafam fena halde bozuktu. Üzgün ve çocukların bakışından tedirgindim. Köyde bilmeyen kalmamıştı ablamın kaybolduğunu. Bana ablamı soracaklar diye endişeliydim. Derken bayram namazı bitmiş ve cemaat avluya çıkmış, bayramlaşmalar başlamıştı. O sırada, namaza gelmiş olan Yılmazın babası Ahmet ustayı fark etmiş ve hemen yanına yaklaşarak; -Ahmet ici, o oğlun Yılmaz nerede? Diye manidar sormuştum. Ahmet usta gayet mülayim ses tonuyla: - Bilmiyorum, onu ne yapacaksın Hürşad? - Anasını belleyeceğim onun! Bunu derken gayet ciddi ve asabi olduğum için, Ahmet ustadan benzeri bir tepki bekliyordum. Fakat o munisçe tebessüm ederek: - Hürşad onu bul getir, sen de belle anasını, ben de! Demişti. Ahmet ustanın verdiği bu karşılık beni hem şaşırtmış, hem de için için güldürmüştü. Çalışkan, dürüst ve çok nüktedan bir adamdı Ahmet usta... Artık yaşıtlarımla evin bir çift koşum öküzünü otlatıyordum. Bu, körpe sürüsünü yaymaktan daha zevkli bir işti. Bilhassa yağmur yağdıktan sonra, arazinin yeniden yeşermesine fırsat vermek için yazılar yasaklanıp, mal, davar dağa sürülürdü. Öyle zamanlarda beş on kişi akşamları köyde sözleşir, yarın ormana hep birlikte giderdik. Ormanda iken yağmur yağarsa gür yapraklı çamların altına sığınır, kuru dallardan ateş yakardık. Mevsimi ise, iki kişi seçilip, araziye inerek bostanlardan mısır ve patates, belli evleklerden mantar toplar, getirirlerdi. Ateşin etrafına dizilir, patatesleri közün altına gömer, mısır ve mantarları üzerine dizerek kızartır, bunları yemeğe doyamazdık. Havalar düzelip, güneşlik olunca bu kez düzlük, taze otlar bitmiş araziye inerdik. Hayvanları otlağa salar, bize özgü türlü oyunlar oynamağa başlardık. Kara kaydırma, tenme (sektirme), birdirbir sıkça oynadığımız oyunlardandı. Dikkat etmez, oyuna fazla dalarsak hayvanlar ekili tarlalara zarar verir ve tabii karşı tepelerde dolaşan korucuların hışmına uğrardık. Hayvanlar tarlaya henüz yöneldikleri sırada genelde bunu gören korucu, önce olanca sesiyle bağırıp, düdük çalarak, hodakları uyarmağa çalışır, bu işe yaramazsa gelir ve hayvanı zarar verenleri şiddetle cezalandırırdı. Korucu ormanı dolaşırken yanına tüfek ve nacak alır, araziyi kontrole çıkarken pelit çubuk ve aynı ağaçtan bir değnek taşırdı. Gerektiğinde çubukla küçükleri, değnekle büyükler döverdi. Korucu daima köylüden seçilirdi. Babam daha önceleri bir yıl, Rasim amcam mükerrer defalar koruculuk yapmışlardı. Rasim amcamı anınca, bir anım hemen aklıma gelir. Bir gün Fındıklı deresinde aniden bastıran sağanağın ardından gelen korkunç sele kapılacaktık. Böyle şiddetli yağışa ilk defa rastlıyordum. Rüzgarla birlikte serpiştiren yağmurla karışık dolu yağıyordu. Dereden beriye henüz geçirmiştik ki, dağdan önce büyük bir uğultu, ardında inanılmaz bir sel gelmeğe başlıyor, dere yatağındaki meşe, kızamık kümeleri yerinden sökülüyordu. Yerler çamur ve kaygandı. Yüzüme karşı esen yel ve kamçı gibi acıtan yağıştan adım atamıyordum. O sırada yine koruculuk yapan amcam her nerede ise gelip, beni bir kızamık kümesinin dibine çekmiş, ben titreyerek oracığa çömelirken, o iri gövdesini bana siper etmişti. Amcamın şansına, ilk defa ve sadece onun zamanında devlet tarafından verilmiş olan korucu üniforması, o yağmur ve çamurda berbat olmuştu. Titreyerek, sırılsıklam köye döndüğümüzde, annem endişeyle bekliyordu. Köyün içinden dahi seller aktığını gören annem soba yakıp, yatak sermiş olduğu için hemen yatarak üşütmekten kurtulmuştum. Bir sürü sevecen ad takarak bizi seven annem, bütün anneler gibi çocuklarının üzerine titrerdi. Uzun kış geceleri ve böyle yağışlı havalarda evde ocak başında oturur, etrafını çevirerek bize hikaye, masal anlatmasını isterdik. Annem, inanılmaz uzun ve fantezi yüklü masallar bilir, anlatırken ruhlarımız kanatlanıp, diyardan diyara uçar, masal kahramanlarıyla ağlayıp, onlarla gülerdik. Şah İsmail, Arab-ı Zengi, Çam atan, Tepegöz, Köroğlu, Kerem ile Aslı ve daha niceleri onun anlatı listesine eklenebiliyordu. Körpe yayarken, Rasim amcamın yetiştirdiği çoban köpeği Bölük daima yanımızda bulunuyordu. Kırpık kulakları, siyahtan griye kadar değişen don rengi ve güçlü yapısıyla safkan bir Kangaldı Bölük. Süleyman amcamda ona benzeyen bir de kardeşi var ve onun adı Çomar idi. Bu köpekler kurttan, ayıdan ve yaban domuzundan korkmaz, hemen saldırırlardı. Bölük olmasa körpe yayarken daha çok sıkılırdım. Bölükle çalıların arasında dolaşır, kertenkele ve yılan kovalardık. Bölük sözümü dinler; “Kıs!” dememle derhal harekete geçerek gösterdiğim her hedefe saldırırdı. Boyun ve göğsünde çengelli tasma takılıydı. Boynunu kapatan çengel savunmasına yararken, göğsünde sarkan saldırı silahıydı. Göğüsle çarptığı hayvanı ilk anda işaret parmağı uzunluğunda üç çiviyle yaralayabilirdi. Çomara çengel takılmadığı için, bir gün az kalsın kurtlara yem oluyormuş. Onu ağır yaralanmış, kanlar içinde amcamla dağdan geldiğini görmüştüm. Meğer kasabanın dağında bir kurt sürüsünün ardından gitmiş ve kurtlar onu tuzağa düşürüp, böyle yaralamışlar. Fakat amcam apış arası ve karnından yaralanmış olan Çomarı bizzat ameliyat ederek, yaralarını dikip onu mutlak ölümden kurtarmayı becermişti. Sabahları köyün ortasındaki yaşlı çatal armudun altına körpeleriyle gelenlerin yanında çokluk, köpekleri de bulunur, bu anlarda bize it dalaşı seyretme şansı çıkardı. Köyde Bölükle Çomardan daha iri ve güçlü bir köpek daha vardı. O kasabın celep köpeği Karabaştı. Gözünün biri dalaş esnasında yaralanmış, çevresi kısmen hasar gördüğü için ona “Kor it” derlerdi. Onun gibisini hiç görmedim. Müthiş bir hayvandı Karabaş. Bir gün amca oğlu İsmail’le caminin orada, eniştem Yılmaz gilin evin yanında bulunuyorduk. Yağmur yağmış, yerler çamurlu, duvarın dibinde oyalanıyorduk. Bu sırada Karabaş, ilerde harmanın öte başında kasapların evin önünde yatıyordu. İsmail yaramazlık etmeden duramazdı ya, iki de bir ona taş atıyor, hayvanı rahatsız ediyordu. Ben yapma diyorsam da dinlemiyordu. Önce sadece ikaz etmek istercesine bir kez havlayan Karabaş, artık gına getirmiş olacaktı ki, bir daha havlamış ve yattığı yerden kalktığı gibi üzerimize doğru koşmağa başlamıştı. İsmail iki yaş daha büyük olduğu için benden hızlı koşuyor ve öndeydi. Ben arkada kaldığım için hapı yuttuğumu düşünüyordum. Çünkü az sonra karabaşın ilk yakalayacağı ben olacaktım. Köpek, nihayet bir hayvan değil mi, ne anlardı suçludan masumdan. Kanımca, madem ki onunla birlikteydim, o halde Karabaş da arkada kalan beni kapacak ve bu herkese ders olacaktı. Fakat o da ne? Yanımdan hızla geçen Karabaş, durup beni ısıracağına, hızla ilerliyordu. Derken koşmakta olan İsmail’e yetişmiş ve onun sırtına bir göğüs darbesi indirmesi ile yüzü koyun çamurlu yola sermesi bir olmuştu. Sonra ise, ancak olgun insanlara uyan bir davranış örneği sergileyen Karabaş, vakur bir eda ile geldiği yere dönüyordu. İsmail yaramazlığının sonucunda düştüğü yerden kalkmış, çamura belenmiş haline pişmanlıkla bakarken, ben sonsuz hayret ve şaşkınlıktan ona gülmeği dahi unutmuştum... Arap ve Karagöz, severek otlatmağa götürdüğüm öküzlerin adlarıydı. Arap, adını renginden alıyordu. Çünkü sim siyah bir donu vardı. Dedemin arada bir tere yağı sürdüğü, geniş bir hilal gibi yukarı kıvrık, sivri uçlu, parlak boynuzları ve güçlü yapısıyla son derece uysal bir hayvandı Arap. Ama Karagöz tam bir asi ve hatta deliceydi. Onun donu turuncuyla kahverengi tonlarda değişiyor, güçlü boynuzları yandan öne doğru kıvrılıyordu. Yakınında şemsiye açılmasından hiç hoşlanmaz, ürkerek kulaklarını diker, kapatıncaya kadar teyakkuzda durur, yoksa kaçıp, uzaklaşırdı. İkinci sevmediği şey iki sözcüktü. Evet, Karagöz bu iki sözcüğü duyunca adeta çıldırır, zincirle bağlı olsa koparır, ahırları, çitleri yıkıp gitmek isterdi. Bu iki sözcük; “Guguk ile İbik “ten ibaretti. Evin olgun erkeklerinden başkasını saymaz, kadınlar onu boyunduruğa koşamazdı. Ben onları ekili tarla aralarında kalan tumplarda çok semiz otlarla otlattığımdan ötürü olsa gerek, bana itaat ederdi. Hatta bir gün samimiyetimiz o denli ileri gitmişti ki, Karagöz sırtına binmeme dahi izin veriyordu. Nihayet karınları iyice doymuş, öğlen istirahatı için köye dönerken, önce okşadığım boynuna binmiş, sonra yavaş yavaş sırtına geçmiştim. Bu inanılmaz bir gelişmeydi. Kotanlardan hareketle önce dereden sonra düz yolda ilerleyerek bizim Eğri tarlanın hemen yanı başından geçiyorduk. O sırada tarlada ablam, annem ve ninem çapa yapıyorlardı. Bir de ne görsünler, Karagözün sırtına binmiş, onlara el sallayarak yaklaş mı yor muydum. Ablam buna inanmamış, son bir deneme daha yapmadan edememişti. Bunu önceden tahmin ettiğim halde, nedense onu yapmaması konusunda uyarmamıştım. Çünkü Karagözün bu kadar uysallaşıp, at gibi ehil davranacağını havsalasının almayacağını biliyordum. Nitekim tam önlerinden geçerken ablam Karagöze hitaben; - Guguk! İbik! Diye sesleniyordu. Son anda endişeyle dur, yapma diyordum ki, o anda yine deliliği tutan Karagöz, kulaklarını dikerek, sağa, sola zikzaklı zıplayışlarla ilerlerken, bizimkiler durmuş, sanki heyecanlı bir rodeo gösterisi seyrediyorlardı. Öküzün sırtında tutunabileceğim hiç bir şey olmadığı için, önce birkaç kez havalanmış, son havalanışı müteakip de tepe üstü yere çakılıvermiştim. Az sonra kendime gelip, sendeleyerek ayağa kalktığımda, acıdan ziyade bana çok daha dehşet veren bir olayla karşılaşıyordum. Gözlerim görmüyordu artık. Bir anda kör oldum sanıp, kahır ve öfkeyle ağlarken, ablama küfürler yağdırıyor, ne yapacağımı bilemiyordum. Yaşayabileceğim daha korkunç bir felaket olamazdı. Bu müthiş olay karşısında ne yapacağımı düşünürken, bir ara elimi sağ gözüme götürmüş, parmaklarımla kapağını aralayınca çok sevinmiştim. Çünkü tamamen kör olmadığım fark etmiştim. Tek sorunum göz kapaklarımı kontrol eden sinirlerdeydi. Zira kapaklar kendiliğinden hareket etmiyor, açıp, bırakınca tekrar kapanıyorlardı. Bu hal hiç görememekten elbet çok daha iyiydi. Bundan sonra, köye kadar el yardımıyla kontrol ettiğim göz kapaklarıyla gitmiş, aradan üç saat kadar geçtikten sonra şükür gene eski sağlığıma kavuşmuştum. Ama Karagözün sırtına binmeye tövbe ettiğim gibi, bu yaptığını da ona ödetecektim. Öyle bir zaman gelecek ti ki, sağ elimin parmakları aşırı güçlenip, çıplak elle böğrüne bir vuruş yaptığımda, tıpkı boynuz yemiş gibi böğürerek iki büklüm olacak ve bundan sonra bir adım mesafeden sadece omuzlarımı oynatmam bile onu aynı korkuyla böğürtmeğe yetecekti... Bir gün gelmiş, annemin babası, Hayrı dedem ölmüş, köyü olan Zarabotda vefatının elli ikinci gecesi münasebetiyle mevlit okutulacaktı. Sabah erken yola çıkmış ve takriben üç saat yürüyerek oraya varmıştık. Görünüşe bakılırsa o gün dönmeyecek, geceyi orada geçirecektik. Oysa bu köyde gecelemek istemiyor, kendimi huzursuz hissediyordum. Bunun sebebi, başka bir gelişimizde görmüş olduğum acayip bir düş esnasında korkmuş olmamdı. Hani derler ya, “korkulu rüya görmektense hiç uyumamak daha iyidir”. Ben en iyisinin bu köyden akşam olmadan kaçmak olduğunu düşünüyordum. Mevlit, akşam namazını müteakiben camide okutulacak ve cemaate toplu yemek verilecekti. Burada iki dayım ve bir teyzem vardı. Evlerde mevlit için yemekler hazırlanırken, biz çocuklar dışarıda, bir kenarı meşeye kadar uzanan meyilli düzlükte oynuyorduk. Yanımda büyük dayımın oğlu, yaşıtım Şükrü vardı. Onunla çok iyi anlaşır, becerilerimizle övünür, aramızda türlü yarışlara girişirdik. Herkesin köyü kendine güzel gelir, ama bana onlarınki daha bir tekdüze ve sıkıcı geliyordu. Buna karşın bizim köyde olan başkalıkları anlatıyor, Şükrünün merakını ha bire kamçılıyordum. Gel şimdi seninle bizim köye gidelim desem babasından korkup, istese de gelmeyecekti. Tek çare onu bir yolunu bulup kızdırmak olabilirdi. Çünkü kızarsa yapamayacağı şey yoktu Şükrünün. Ne de olsa cesurluk konusunda rakiptik. Meydanlıkta bulunan büyük yaşlı ardıç ağacından başlamış, tırmanmadık ağaç bırakmamıştık. Sonra koşu, at binme ve hatta karşı mahallenin çocuklarına sataşmağa kadar bir çok konuda yarışmış, ama eşitliği bozamamıştık. Şimdi ortaya yeni ve farklı bir iddia atmanın zamanı gelmişti: - Şükrü, ben buradan tek başıma bizim köye bile gidebilirim, ya sen? Şükrü hiç aşağı kalır mı; -Ben de. Diyordu hemen. Bunu sağlama almanın tam sırasıydı. -Gitmeyenin anasını...mi? Diye sorunca, Şükrü tereddütsüz olumlu cevabı veriyor ve gene; -Ben de anasını.... im! Diyordu. Bizim edebiyatımızda geri dönülmez türde bir yemindi bu. Çünkü dediğini yapamayan her kim ise kendi anasına bizzat sövdüğü gibi, başkasının sövmesine de razı oluyor demekti. Böylece bizim köye gitme kararı kesinleşmişti. Fakat elimizi çabuk tutmalı, karanlık kavuşmadan ve kimseye hissettirmeden yola koyulmalıydık. İlk etapta, aradaki ormanlık alanı geçip, bizim köyün göründüğü sırtlara varacaktık. Derken mevlit hazırlığı yapan evlerden birine girip, üçer tane “Bişi” (Yağda kızartılmış hamur işi) alarak dışarı çıkmıştık. Sözde, oynamak için birbirimizi kovalıyorduk. Bu her ikimizin de ilk büyük macerası olacağa benziyordu. Bu yüzden çok heyecanlıydık. Biraz yukarıda, ıslak yapraklarında birikmiş su damlacıklarının batmağa meyletmiş akşam güneşiyle parıldadığı pelitlerin, çam kümelerinin arasına dalmıştık. Yerler az önce yağmış olan yağmur nedeniyle ıslanmış, fakat zemin otla kaplı olduğu için bunun bir zararını henüz hissetmiyorduk. Nitekim ormanın alt tarafından geçen yola inip, bunu izleyerek dağın öte tarafından akan ceviz deresine varmıştık. Fakat burada hiç hesapta olmayan bir şey, korkunç bir sel akıyordu. Kapılacak olsak, daha boğulmağa bile fırsat kalmadan taşlara çarpılarak ölürdük. İşin en kötü yanı karşıya geçirecek doğru dürüst bir köprünün olmayışıydı. Zaten bizim derelerin çoğunda köprü bulunmuyordu. Buradaki yegane köprü, kıyıdan yükseltilmiş ve başları taşların arasına sıkıştırılarak karşıya uzatılmış olan bir çift pelit sırıktan ibaretti. Bulanık akan korkunç sel suları sözde köprünün beş parmak altına kadar yükseliyordu. Köprünün başına gelip durmuştuk. Bu sırada muhtemelen ikimizin aklından geçen düşünce aynı ve bu geri dönmekti. Kararımızı aynı anda açıklarsak yemin zail olabilirdi. Ama bu mümkün değildi. Çünkü bu her şeyden önce bizim için bir gurur meselesiydi ve kimse korktuğunu ilk açıklayan olmak istemiyordu. Ben ona bakıyordum, o bana. Derken daha cesur olabileceğimi göstermek için bir adım ileri çıkıp, sırıklara eğiliyordum. Fakat selin baş döndürücü hızla akışı ve kulak zarlarını zorlayan uğultusu beni orada tutuyordu. Bu iki sırığın üstünden yürümeğe imkan yoktu. Zira ayak basılan zemin düzgün olmadığı gibi, yürürken yaylanıyordu. Bu durumda her an dengeyi kaybedebilirdim. En iyi yöntem, ikimizin de çok iyi yaptığı ağaca tırmanma ve bu durumda sürünme usulüydü. Derken yüzükoyun sırıkların üzerine abanmış ve ileri doğru sürünmeğe başlamıştım. Şükrü arkamdan takip ediyordu. Hemen altımızda çağlayan sel suyu ile adeta burun buruna gelmiş, onun samani köpüklü dehşetengiz yüzeyine ürküntüyle bakıyor, santim hesabı ilerliyorduk. En küçük hata ve istem dışı bir sarsıntı bizi her an azgın sulara gark edebilirdi. Biraz sonra karşı tarafa ulaşmış ve yerden sevinçle doğrulmuştuk. Az sonra küçük derelerden koşar adım geçiyorduk. Nihayet ulaştığımız sırttan baktığımızda karşımıza batmak üzere olan güneşin son ışığında üç köy görüyorduk. İlk anda çok şaşırmış, karşıda dizi halinde imiş gibi görünen üç köyden hangisinin bizim köy olduğunu seçemiyordum. Bizim köy olması gerekeni önce sol başta ve uzaktaki sanmıştım. Zira, arkasında kara bir tepe ve ortasında iki ulu kavak bulunuyor ve genel büyüklüğü ortada görünen köyle aynıydı. Dikkat edince onun iki misli daha uzakta olduğunu anlıyordum. Şu halde o köy Keradam köyü idi. Bizim köy bana inanılmaz yakın gelen, ortada görünen olmalıydı. Çünkü hemen yanında yer alan komşu Karaköy bunun somut bir kanıtıydı. Bu tespite sevinerek Şükrü'ye; -Tamam, işte şurası bizim köy! Derken, normal yolu bırakıp, en kestirmeden köye çabucak ulaşmak üzere ileri atılıyorduk. Bu sırada sırtında erzak torbası ile önümüzden geçen bir köylü kadını, bize bu saatte nereye gittiğimizi soruyor, biz de Cengeriş’e, diye cevaplıyorduk. Fakat hiç hesapta olmayan şeyi az sonra fark ediyorduk. Çünkü yağmurdan iyice ıslanıp, çamurlaşmış olan tarla toprağı yürürken ayaklarımızı sarıyor, giderek büyüyen koca topaklarla yürümek çok daha zorlaşıyordu. Böylece ilerlerken az sonra güneş tamamen batıyor ve hava iyice kararıyordu. Biraz ileride ise önümüzü ikinci bir dere kesiyordu. Ama şansımıza burada sel yoktu. Hemen ayaklarımızdaki kara lastik ve çorapları çıkarıp, pantolon paçalarımızı yukarı kıvırıyor ve yalın ayak dereyi geçiyorduk. Karanlık iyice bastırmış, artık önümüzü görmekte bile zorlanıyorduk. Fakat çok sürmeden gözlerimiz karanlığa alışıyordu. Bu arada dolunay da önünü kesen kara bulutlardan sıyrılmağa çalışıyor, bir an görünüp, sonra kayboluyordu. Bundan sonra önümüzde sadece bizim dere kalıyordu geçilecek. Artık Şükrü ile dilediğim gibi yarışabilirdim. Nitekim ilk deneme fırsatı çıkmıştı bile. İçinde yürümekte olduğumuz tarlanın ortasında bir karartı duruyordu. Önce kaygısız yürürken birden durup: -Şuna bak Şükrü, bu bir ayı değil mi? Diye soruyor ve hemen ardından kendim cevaplıyordum; -Ana! Diye, yalancıktan bir korku nidası ediyor ve davamla; Bence bu bir ayı, baksana. Diyordum. Şükrü her ne kadar çok cesur olsa da, benim korkar görünmem, ister istemez ona da tesir ediyordu. Böylece Şükrünün cesaretini zorluyor, benimle yarışa kalktığına pişman etmek istiyordum. Ama Şükrü öyle kolay korkup, panikleyecek biri değildi. Ne de olsa o, Kesimgillerden, orman kolcularının baş belası deli Rahmi’nin oğluydu. Rahmi dayımı bu havalide tanımayan yoktu. Belalı biriydi ve kaç kez hapis yatıp, çıkmıştı. Köyleri bir orman köyü olduğu için atlarıyla dağdan kaçak ağaç getirir, bu yüzden kolcularla dahi çatışırdı. En çok anlatılan bir karşılaşması şöyleydi. Kolcular baskın verince ormana dalmış ve çalılar arasında gizlenmişti. Kolculardan biri tam önünden geçerken birden elde silah önüne atlıyor ve silahı doğrulttuğu Kolcuya: “ Dur Ulan, sakın kıpırdayayım deme. Bana derler Rahmi Aksoy, aç ağzını getir salavatını, çağır Allah’ını, şimdi seni öte dünya postalıyorum çünkü...” Ben durunca Şükrü de duruyor, ne yapılacağına birlikte karar vermemizi bekliyordu. Geri dönelim desem, dönecek, ileri yürüsem yürüyecekti. Karşımızda duran karaltının bir ayı olması ihtimali bence yüzde on bile değildi. Tarlanın içinde ve yerinden hiç kıpırdamıyordu. Burası olmadığı gibi, yakın çevrede başkaca mısır tarlası falan da yoktu. O halde ayının burada bir yoktu. Kanımca bu bir kuşburnu, ardıç veya kızamık kümesi olabilirdi. Ama bunu açıklamıyor, tam aksine onun bir ayı olacağını söylüyor, sonra da yalandan; -Ben geri dönüyorum, ya sen? Diyordum. Bu durumda o da: -İyi, dönelim öyleyse. Diyordu. Bu beklediğim cevap oluyor ve: -Ne olursa olsun, ben ileri gidiyorum. Diye atılırken, Şükrü hemen; -Ben de. Diye, takibe koyuluyordu. Sonunda yüzde yüz ölüm bile olsa benimle gelmekte tereddüt etmeyeceğine kanaat ettiğim kuzenim Şükrünün cesaret ve sadakatine için için hayran oluyordum. Nihayet bizim köyün deresine ulaşıyorduk. Lakin aksilik bu ya, burada da dere yatağını tamamen dolduran sel vardı. Ancak karşıya geçmek için yene de bir yol biliyordum. Tek çare, o an bulunduğumuz yerden biraz daha yukarıda ve derenin iki yanında yükselen büyük söğüt ağaçlarından ikisinin bir birine geçen dallarından yararlanabilmekti. Bunu Şükrü’ye açıkladığımda gösterdiği hayret bana gurur veriyordu. Bu yolu bilmesem işimiz yaş ve belimize kadar kısmen ıslanmış bir halde, karanlıkta sabahı bekleyecektik. Gerçi bulutlar dağılıp, az ötemizde ay ışığı vardı, fakat dere kenarı ağaçların gölgesinde kaldığından koyu karanlıktı. Bu nedenle köprü olarak kullanacağımız ağaçları bulmak zorlaşacaktı. Nitekim ilk denememizde yanından geçerken göremeyip, değirmenin önünde bulunan cinli çortun yanı başında durmuştuk. Bu gölle ilgili hikayeyi biraz önce Şükrü’ye şöyle anlatmıştım: Bizim köyde Ozan oğlu adında eskiden yaşamış bir adam varmış ve günün birinde evinde dolaşan bir peri kızını ansızın batırdığı çatallı iğne ile yakalayarak itaat altına almış ve ona ekmek pişirtmek istiyormuş. Çünkü perilerin pişirdiği ekmekler hiç tükenmezmiş. Nitekim ona ekmek pişiren Peri kızı, sonra yalvarıp, kendisini değirmenin önünde bulunan belli bir çorta bırakmasını istemiş. Bu yakarışlara acıyan Ozan oğlu, bir akşam üstü onu bu çorta bırakmış. Fakat peri kızının koyduğu “Sakın geriye dönüp, bakma” şartına, merakına yenilerek uymayıp, geri bakınca, o sırada diz kapağına kadar suya girmiş olan peri kızının ecinnilerce anında parçalanıp, gölün kızıla boyandığını görmüştü... Burasının işte o çort olduğunu söyleyince, ayıdan, kurttan korkmayan Şükrü birden panikleyerek: -Deme ya!? Aman hemen kaçalım buradan! Diyordu. Nitekim geri dönüyor ve bizi karşıya geçirecek olan köprü söğüdü bu defa buluyorduk. Bu kalın ve yaşlı bir ağaçtı. Yüksek dalları neredeyse karşı kıyıya kadar ulaşıyordu. Ben önde Şükrü arkada bunu tırmanıp, öteki kıyıya iniyor ve ay ışığı süt liman, sevinçle köyün yolunu tutuyorduk. Az sonra şose boyunca uzanıp giden dikili telgraf direklerini ona gösteriyordum. Onların köyde böylesi olmadığından, bu hayli ilgisini çekiyordu. Ağaca tırmanma yarışlarımızda bunlardan bahsederek onu çok merak ettirmiş, benim yaptığımı yapamayacağını iddia etmiştim. Yarın sabah gelip bunlara tırmanmayı muhakkak deneyecekti. Nitekim bizim eve ulaşmış ama onca gürültümüze rağmen ablamı uyandırıp, kapıyı açtıramıyorduk. Neyse ki hemen karşı evde oturan halam ve dedem bizi duyup, içeri almış, karnımızı doyurup, yatak sermişlerdi. Çok yorulmuştuk. Yarın birlikte yapacaklarımızın hayalini kurarak yattığımız gibi uyumuştuk Fakat sabah olup, uyandığımda Şükrü’yü yanımda göremeyişime ve gece olanlara çok üzülmüş, büyük bir düş kırıklığı yaşamıştım. Meğer biz oradan ayrılıp, akşam olduğu halde eve gelmeyince köyde bir şivan, bir velvele kopmuş, doğru dürüst mevlit bile okutulamadan at binen dayımlar, komşu köyleri dolaşıp bizi aramağa başlamışlarmış. Ceviz deresini geçip, o sırtta yön tayini yaptığımız sırada gördüğümüz Günyüzü köyünden olan o kadından gittiğimiz yeri öğrenmiş ve gelip bizi bulmuşlardı. Bu olaydan sonra sevgili kuzenim Şükrü ile ne yazık ki bir daha asla görüşemeyecektik. Çünkü aradan bir iki ay geçmeyip, ceviz deresinin karşı yakasında bir gün mal yayarlarken, Selahattin dayımın oğlu, büyük kuzenimiz, Muammerin bir kaza kurşunu ile vurularak, hayatını kaybedecekti. Bu kez annemle onun cenazesine gidecek, yarıştığımız o yaşlı ardıç ağacının altına kurulan çardakta onu otopsi yapan hükümet tabibinden onun bir çatal yürek taşıdığını duyacaktım...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hüsrev Özel, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |