KELEBEK
1
Özgür olmak istiyorum. Halkın kanını emenler serbest, baklava çalan çocuklar tutuklu. Bizim de
onlardan farkımız yok
İnce ve yumuşak bir karanlık köyü sarıyordu, köyün yukarısındaki ormanda Çetin
sevgilisiyle buluşmak için ilerliyordu. Yaz aylarının ortasıydı, gün boyu kasıp
kavuran sıcaklık gitmeye başlamış, serinlik esintiyle çıkagelmişti. Genç adam, küçük bir tepenin
üstündeki alana geldi, buradan aşağıdaki köy çok tatlı biçimde görünüyordu.
Dağların üstünde, güneşin battığı yönde fantastik pembe ışıklar dalgalanarak eşsiz
bir tablo çiziyordu.
Çetin, ağacın altına oturdu, gözlerini içine çevirdi ve düşüncelere daldı. Onu unuttu,
hatırlayınca heyecanlandı, bir aksilik çıkmazsa gelecekti, umarım gelir diye
düşündü, çok zamandır onunla buluşmamıştı. Yarım saat kadar bir süre geçmişti,
anlaşılan bir aksilik çıkmıştı, tam oradan ayrılacağı sırada biri göründü
karanlıkta, siyah elbise giymiş, bir gölge, hızla ona yaklaştı. Tatlı kokusu Çetinin
burnuna hücum etti. Genç kız; selam dedi, saf, cana yakın sesiyle, bir elini uzattı,
Çetin, aysı eli hafifçe tuttu, el yumuşacıktı, bal gibi tatlı geldi ona.
Tamam, öpüşme, sarılma yok, her zaman böyleydi. Yanaktan öpmek de yok, her şey
evlenince olacaktı, kız böyle istiyordu çünkü. Her seferinde Çetin; bu kez bana
sarılsa, koy verse kendini diye umut ediyor; ama bu bir türlü gerçekleşmiyor. Ama
Çetin hiç vazgeçmiyordu.
Gövdesi kalın ağaca sırtlarını vermiş oturuyorlardı sessizce, yakında bir yerde bir
cırcır böceği ötüyordu neşeyle.
Nasılsın görüşmeyeli? dedi Çetin.
İyiyim dedi kız, buruk biçimde, çok keyifsiz.
Yanında siyah bir poşet vardı.
Ne var poşette?
Bilmem dedi, gülümsedi muzip biçimde.
Son bir kuş ormanda ötüyor, bir yarasa telaşla uçup geçti üstlerinden.
Çetinin ayağında kara lastikler vardı, birinin ucu yırtıktı, Kadriye onu görmesin
diye ayağını geri çekti.
Genç kız sessizdi. Her zamanki gibi değildi.
Kadriyenin iri kahverengi bakışlarından tatlı bir saflık süzülür ve Çetine sımsıkı;
adeta sonsuza dek sarılırdı, bebek gibi. Anne sütüne saldıran aç bir bebek gibi.
Şimdi neden böyle sönük, sert ve sanki mesafeli? Yoksa Çetinden sıkıldı mı? Çetin
korku ve üzüntüyle adeta salıncak gibi sallandı.
Yok canım dedi içinden, beni seviyor.
Kadriye, kelebek gibi sessizdi.
Genelde böyle olurdu, sohbeti Kadriye başlatırdı. Ama suskunluğu uzadıkça
uzuyordu.
Neden sessizsin? dedi Çetin, içi daralarak.
Of. Ne bileyim! diye parladı sıkılarak.
Kadriye, çok aşağıdaki köyün yeni yeni yanan ve kırpışan cılız ışıklarına bakıyordu.
Canın bir şeye sıkkın senin?
Yok. İçim sıkkın sadece. Göğe bak ne güzel.
Çetin, göğe baktı.
Şu dağa bak, ne güzel! dedi Kadriye neşelenerek, dönüp ona baktı, Çetin, kaçıp
gidelim dağa. Ne dersin?
18 yaşındaki Kadriyenin bir abisi vardı, şehirde bir fabrikada işçiydi, evliydi,
çocuklarıyla, ailesiyle meşguldü hep, arayıp sorduğu yoktu. Kadriyenin iki ablası da
başka şehre gelin gitmişti. Kadriye liseyi bitirememişti, son senesinde annesi
hastalanmış, ona bakacak kimse olmadığı için okulunu ve hayallerini yarım
bırakmıştı. Birbirinde teselli bulmak gibiydi tertemiz ilişkileri, unutulmuş; ama
yine de zarar veren ya da unutulmak istenen acıların üstünü birini
severek örter insan. Çabalar, var olmak ister, kendi hayatı olsun ister, yoldaşlık
yapmak, sevişmek ister, insan olduğunu hissetmek ister, insan yerine koyulmak
ister. Aile kurmak ister insan. Yalnızlık sarsıcıdır çünkü.
22 yaşındaki Çetin ise lise mezunuydu, okumakta gözü yoktu ve 2 yıllık bir
üniversiteyi kazanmış, okumaya değmez olduğuna karar vermişti, zaten okumak
için parası da yoktu. Yaşlı anne ve babasını yalnız bırakıp gidemezdi uzaklara.
Açıkçası ikisi de enkaz gibi can sıkıcı hayatlarını kullanışlı hale getirmeye
çalışıyorlardı birbirini severek.
Çetin, önüne baktı, kuru dalı alıp kırdı.
Çetin, duymadın mı beni? Kaçıp gidelim dağa dedim? dedi Kadriye oyun
oynamak isteyen yaramaz bir çocuk gibi. Bir garip parıltı gözlerinde belirdi.
Bu da nerden çıktı şimdi?
Pişkin ve itici biçimde güldü: Bizim iş yoksa olacak gibi görünmüyor.
Demek öyle diyorsun? dedi dalga geçer gibi.
Kadriye birden ciddileşti: Ne bileyim canım! Bazı iş var ki uzatmaya gelmez. Aldın
aldın, alamadın; ağlar yanarsın, kader dersin. Çıkarsın işin içinden.
Çetin, yoksulluğun imha edici pençesindeydi. 4 ineği vardı. Yaşlı anne ve babasına
bakıyordu. Düğün yapmak için para lazımdı. Kendine adam denilebilmesi için, yani
saygı duyulabilmesi için yapılması gerekenler vardı. Ezilerek ve acele ederek
yaşamak istemiyordu kurduğu hayalleri.
Birkaç yıl sonra parası olurdu herhalde, şans! Sığır işini genişletip büyük bir ahır
yapacaktı, en az 30 sığırı olacaktı. Kurban bayramlarında satmaya götürecekti
uygun olanlarını. Bir ay sonra 3 danası olacaktı, bunları iki köylü hediye edecekti ona.
Düşündü, konuya dair söylev vereceğine, şöyle dedi: İki çıplak hamama yakışır
derler.
Kadriye, hafifçe güldü. Bir eliyle ağzını kapadı, utandığında böyle yapardı, Çetin,
onun bir kez olsun ağzını gerip iri bir kahkaha attığını görmemişti.
Orası öyle dehani adam kafaya koyar, kız da ona inanır, kafa kafaya verirler,
kaçar giderler bir yere. Böyle olsa ne güzel olur! Hep böyle hikayeleri, böyle şeyleri
sevmişimdir. Tutkuyla birbirine bağlı çiftler. Herkese isyan eden tipler. Boyun
eğmez ve isyan eden tipler, cesur tipler. Kalıpların dışına çıkabilen insanlar.
Böyle işler, tipler romanlarda ve filmlerde. Öyle asiler ve uyumsuzlar, o işlere
kalkışanlar hapsi boylar. Devlet onlara hak ettiği cezayı bir güzel verir, rahat
durmaları gerekiyorken ne gerek var böyle şeylere.
Gidip birlikte adam öldürelim demedim, soygun yapalım demedim. Tutkudan söz
ediyorum, sevmenin gereğini, getirdiği çılgınlıkları yapmaktan.
Filmlerde olur bu.
Tamam işte, ben de böyle olsa ne güzel olur diyorum, misal verdim.
Senin canını sıkan bir şey var, ondan böyle konuşuyorsun. Onu söylesene?
Yok. kafama esti, böyle konuştum.
Şu Veysel iti seni rahatsız mı etti yine?
Yok. Ama evlerinin önünden her geçtiğimde beni yiyecek gibi bakıyor inek. Güldü
alaycı biçimde.
Bir turuncu kelebek göründü.
Ay ne güzel! dedi Kadriye.
Aynısında bir tane daha geldi. Peş peşe gidiyorlardı. Oyun oynar gibiydiler. Kelebek
Çetinin göğsüne kondu, az durdu ve uçup gitti.
Kadriye, sevinçle güldü.
Kelebek çok dayanıklıdır, biliyor musun?
Hayır dedi Çetin. En fazla bir hafta yaşıyor, nasıl çok dayanıklı olsun?
Annem öyle dedi azarlar gibi, annem öyle derse öyledir. Dün göçebe yörükler
geçti köyden, gördün mü, köy bakkalından bir şeyler aldılar. Bahçedeydim, domates
salatalık topluyordum, Yörük kadın kızlarıyla geçiyordu, ikisi küçük, biri büyük
çocuklar, gözüme savaşçı gibi, muazzam güzel göründüler. Domateslerden onlara
da vermek istedim, el ettim, yaklaştı kadın çekinerek. İki çanta domates, biber,
salatalık, patlıcan verdim onlara. Kızlarından biri emsalimdi, başındaki mor tokayı
çıkarıp bana verdi, hayatta aldığım en değerli hediyedir.
Kadriye, başındaki tokayı çıkarıp gösterdi.
Baaak, elmas kadar değerli bence bu!
Çetin, onun saçmaladığını (kızsal saçmalık) düşünerek tokaya baktı, güzelmiş
dedi yapmacık. Korktu, bu kız kaçıp gidecek evden, onlara benzeyecek diye.
Keşke göçebe yörük kızı olsaydım.
Saçma.
Ne konuşuyorsun be! Kaval! Saçmalayan sensin, kız tek tokasını verdi bana, içim
gitti üzüntüden, almamak için ısrar etmiştim, sen daha bana bir kırmızı gül hediye
etmedim, düşüncesiz herif!
Çetin, kendinden utandı, uzun bir sessizlikten sonra ezilerek dedi ki: Özür dilerim.
Ama şu var, onların ne kadar zorluk çektiğini bilmi misen?(orada bir şive yaptı onu güldürmek için)
Biliyim, bilmez olu muyum leyn, kopek dedi güldü deli deli. Göçebe yörük olalım
biz, dağ dağ gezelim, keçi bakalım. Güldü.
Olmasına olalım da sıkıntıyı görünce pes edersin, bu iş dışarıdan göründüğü gibi
değil.
O zaman dağda yaşayalım. Dağda bir evimiz olsun.
Zamanla her şeyimiz olur, babam annemle evlendiğinde kıçında kirli bir don vardı
sadece.
Genç kız güldü, yine bir elini ağzının üstüne getirmişti, dişleri görünmesin diye.
Birlikte mücadele edip birçok şeye sahip oldular. 20 sene.
Of! Hayallerimizi gerçekleştirene dek yaşlanacağız desene. Belki de
evlenemeyeceğiz.
Ne olacağına kafanı yorma, anı yaşa. Biz fakir ve küçük insanlarız, şehirlerde
üniversite birincileri zeki çocuklar işsiz, evde kız gibi oturuyorlar. Biz neyiz ki?
Eğitimsiz iki sap!
Gideyim, kusura bakma, içim bulanık, senin de canını sıktım dedi Kadriye,
annem merak eder, gideyim.
Çetin, kızın onu bırakmak istediğini düşündü: Belki de soğudu, başkasına kaynadı
içi. İnsan bu, şeytana uyar. Beton kazık gibi birinde sabit kalacak değil ya. Bunu
ona soramaz da. Seviyoruz, seviyoruz; ama belki de istediğimiz sonuç olmayacak.
Hayatın istediği olacak.
Şöyle dedi ona: Dur, sana bir şey diyeceğim. Bir gün ölürsem bir süre üzülürsün.
Sonra beni unut ve kendine yeni bir sayfa aç. Tamam mı, evlenip yuvanı kur.
Mutlaka benden çok seveceğin biri olacaktır. Bunu yapmazsan kendini hasta
edersin.
Genç kızın gözleri bulutlandı aniden, doldu.
Yüreği çok acımıştı.
Sen beni sevmiyon mu? Kaygan ve alev alev sıcak bir çift damla düşüverdi
gözlerinden yanakları üstüne.
Gelecekte ne olacağını bilemeyiz, dostum.
Sevgilim demiyordu, dostum demek ne kadar inciticiydi:
Ben sadece fantezi yapmıştım dedi genç kız, yerinden kaçan
güvercin gibi fırlamış gidiyordu, bir iki adım sonra durdu, dönüp dedi ki:
Komşunun mısır tarlasında çalıştım, belim çıktı. Para aldım. Yarın yine
çalışacağım. Güldü. Koşarak gitti, karanlıkta eriyerek.
Çetin, oturduğu yerde düşüncelere daldı. Öyle dediği için çok pişmandı. Ama
hayatta her şey olabilirdi. Şuna inanırdı: Birini seviyorsan onun için gerçekten
mücadele etmelisin. O kişi gübrenin teki olsa bile.
Ki anası babası sırt sırta verip köle gibi çalışıp (20 yıl) bir şeyler edinmişlerdi ve
büyük abisi kumarda hepsini kaybetmişti.
Beni yarı yolda bıraksa bile sorun değil diye düşündü.
Oturduğu yerden doğruldu. Eve dönecekti. Birkaç adım attı ve başı, gözleri geri gitti
aniden, çimen üstündeki siyah poşete kilitlendi gözü. İlerledi, siyah poşeti dikkatle
aldı, bir kutu vardı, kutuyu açtı. Bir çift kara lastik vardı kutuda. Demek çalıştığı
parayla bana bunları aldın diye düşündü, Ah Kadriye, sen ne kadar güzel
yüreklisin! Sana layık değilim oysa. Çünkü sana senin kadar iyi olmayı, düşünceli ve
ince olmayı hiçbir zaman başaramadım. Çok duygulanmıştı. Gözleri doldu
Kara lastikleri zevkle kokladı, poşete koydu onları ve bastı.
Evine yaklaşmıştı. Tek katlı sıvasız ev karanlık içindeydi. Evde elektrik aylardır
kesikti. Gaz lambası ışığıyla aydınlatılıyordu içerisi. Salon camından bir solgun ışık
yansıyordu dışarı. Yaşlı; ama çevik annesi onu bekliyordu, ona yemek verdi, sonra
yattılar.
Ertesi gündü, sabahın erken saatleriydi. Çetin sığırları sağdı, bakımların yaptı,
sonra onları otlayacağı alana kadar sürdü, oradan da çalışacağı, yani domates
toplayacağı köylünün tarlasına gitti, sığırlar akşam olurken kendiliğinden eve
geliyordu, kaybolurlarsa eğer Çetin onları aramaya çıkıyor, bulup getiriyordu.
Çetin, akşam yaklaşana dek komşunun tarlasında birkaç işçiyle domates toplamış,
onları kasalara yüklemişti, kasalar da traktöre. Daha günlerce çalışacaktı. Güneş
altında çalışmak mahveder insanı.
Evinin yolunu tuttuğu sırada hava kararmıştı.
Dostu Murat aklına düştü, Murat ona iyi bir köpek sözü vermişti, Çetinin köpeği
hastalanıp ölmüştü geçen ay, dostu köpeği getirdi mi diye kontrol etmek için
uğradı.
Murat, köpeği getirmişti, köpek huysuzdu, alışmasını bekliyordu, birkaç gün sonra
getirecekti. Ama Çetin; gelmişken alayım dedi, köpeksiz duramazdı,
sevmenin yanında köpek çok işe yarar bir canlıdır, ahırı bekleyecekti, köyde geçen
ay bazı köylülerin sığırları çalınmıştı.
Aslan gibi iri erkek kangal köpeği Çetine ısınmıştı, Çetinin maharetiydi bu elbette,
ona nasıl davranması gerektiğini sezmişti, köpek yürektekini hisseder.
Çetin çocuk gibi sevinerek köpekle yola çıktı, köpek önden sevinçle gidiyor, zinciri
güçlü biçimde çekiyor, onu sürüklemeye çalışıyordu, sanki yeni sahibine gücünü
kanıtlamak istiyordu, zinciri tutmak yorucuydu. Çetin, karşıdan gelenleri fark etti
karanlıkta, yüksek sesle konuşanları iyi tanıyordu, kavga çıkar diye yolunu
değiştirdi. Ama Veysel ve Mustafa arkadan koşup geldiler.
Nereye gidiyorsun Çetin, acelen ne, dur da köpeğe bir bakalım? dedi Veysel.
Köpek hırlamaya başladı.
Uzak dur, senden hoşlanmadı.
Neden, neyimizden?!diye parladı Veysel, Biz ne yaptık ki ona? Sakinleştir şunu!
Sinirlerimi bozdu.
Mustafa araya girdi: Yapma Veysel, gidelim dedi.
Ama Veyselin duracağı yoktu.
Köpek çıldırıyordu öfkeyle, Çetini sürüklüyordu, atılıyor, Veyseli
parçalamak istiyordu.
Veysel, aniden elini beline attı, tabancasını çıkardı, üç el ateş etti peş peşe, köpek
yere serildi. Cansızdı. Çetin, köpeğin başına koştu, ağlayarak.
Kadriyeden uzak dur. Yoksa seni de vururum! diye bağırdı Veysel.
Çetin, yerde bir taş görmüştü, iri taşı ona fırlattı ve hücum etti. Taş Veyselin kafaya
isabet etti, tabanca yere düştü, Çetin tabancayı ayağının ucuyla itti yolun kenarına.
Veysel, belinden bıçağı çıkardı, ona hücum eden Çetine saplamaya çalışıyor, Çetin
kaçıyordu, kısa mücadele sonunda Çetin yakaladı onu bıçak tutan bileğinden,
bıçağı almaya çalışıyordu, yere yuvarlandılar, mücadele yerde sürüyordu, bir acı
inlemeyle Veyselin gücü kesildi. Bıçak kalbine saplanmıştı.
Ne yaptın Çetin?! diye feryat Mustafa, Çetin 15 yaşlarında Mustafayla çok
takılmıştı, birbirlerine çok değer verirlerdi.
Aptal köpek yüzünden katil oldun! Seni sinir etmek için dedi, sevdiği bir kız vardı,
Emineyi alacağını söylemişti bana. Keşke soğukkanlı kalsaydın. Keşke ona biraz
sevgi gösterseydin.
Ölmemiştir, koş git yardım çağır, gardaş! dedi, eğilip baktı,
Veyselin iki gözü de açıktı: Ölmüş bu; ama yardım çağır sen dedi.
Ağlıyordu Mustafa. Fırlayıp gitti.
Çetin de koşarak evine gitti ve olup biteni anasına babasına anlattı. Odasına gitti,
eşyalarını hazırlıyordu. Askıda duran takım elbise dikkatini çekti. Çocukluk
arkadaşı Yaşarın 5 gün sonraki düğünü için para biriktirip aldığı lacivert takım
elbise, onu da bavula koydu. Ailesiyle vedalaşıp evden çıktı. Gizli yollardan
kasabaya indi, karakola gidip teslim oldu.
Veysel, gerçekten ölmüştü.
Mahkemede Mustafa onun lehine konuşmamıştı.
Çetine 'Kasten adam öldürme' suçundan önce müebbet hapis cezası verildi. Ardından bu ceza, suçu haksız tahrik altında işlediği gerekçesiyle 15 yıla indirildi. Duruşmadaki iyi halini göz önünde bulunduran mahkeme, cezayı 12,6 yıla indirdi.
2
Gardiyan Hasan Çetinin bavulu karıştırınca takım elbiseyi fark etti. Şöyle dedi: Bunu onlara
sakın gösterme. Çalarlar. Seni zengin sanırlar, yakanı bırakmazlar, hatta canını alırlar. Sakla
kıyafeti. Parasız kalırsan iyi paraya satarsın. Böyle şeyler burada çok değerlidir. Satmak istersen
talip olurum.
Çetine yeni ölmüş bir mahkumun yırtık pırtık giysilerini getirip verdi.
Bunları çöpe atacaktık, tam senlik dedi, Gariban Davut amca çok iyi biriydi, kalp krizinden
öldü, bir sene sonra çıkacaktı.
Fare leşinden beter kokuyorlar ama.
Herkes senden çok hoşlanacak. Güldü, Buranın makbul rengi budur. Dost bulmanı sağlar.
Çetin, 8 yeni mahkumla koğuşa girdi. Kapı kapatıldı.
Yeni gelenlere eski mahkumlar bütün dikkatlerini vermiş, sanki koğuşa yeni atılan vahşi
maymunları inceler gibi şen, mutlu ve acayip meraklıydılar. Her yeni mahkuma biri yanaştı, yer
gösterdiler.
Çetin yalnızdı, utanç içindeydi, korkuyordu ve ona kimse arka çıkmamıştı. Çünkü çok sefil
görünüyordu, sanki 12 bin volt elektriğe kapılmış ve giysileri bu hale gelmişti.
İncecik, solgun suratlı genç mahkum gözlerini Çetine dikmişti uzaktan, mahkumlar arasından,
birine el etti, Çetini yanına getirmesi için. Mahkum lafa daldığını, gidemeyeceğini söyledi el
hareketiyle.
Sohbetler, kahkahalar vardı. Gürültü, şamata çoktu.
Davudi sesli biri bağırdı: Sessiz olun o. çocukları, uyumaya çalışıyorum burada!
Kimse onu takmadı.
Tam bu esnada uzaktan biri daha Çetine gözlerine dikmiş, düşüncelere dalmıştı. Bir elinde sigara
vardı, dedi ki:
Ali, şuna bak. Tıpkı senin gibi. Sen de buraya ilk düştüğünde böyle kimsesizce bakıyordun.
Şaşkın, çaresiz, bitik.
Alinin yerinden kalkacak hali yoktu. Kanserdi ve ölümün gelmesini bekliyordu. Aldığı ilaçların
etkisindeydi.
Bitli lakaplı yaşlı mahkum Şeref 75 yaşındaydı, Alinin karşısındaki ranzanın altında uzanmıştı.
Uzandığı yerden yavaş yavaş kalktı. O da Çetini ilgiye değer bulmuştu.
Şeref Çetinin yanına kuş gibi geldi, gülümsedi, koldan tuttu hafifçe, sana yatacağın yeri
göstereyim genç adam, gel benle dedi. Kır saçları dökülmüştü, yanda ve arkada azıcık
kalmıştı, kar gibi beyaz bakıyordu, çok sevimli ve sempatik görünen bu yaşlı adamın yüzüne, ses
tonuna sanki bir baş melek yuva yapmıştı.
Alinin karşısındaydı Çetin. Ali, bitki gibiydi, rengi solmuştu, yeşil bakışlarında hayat canlılığı,
azmi yoktu. Akciğer kanseriydi. Çok zayıftı. Ama derin bir sevgi pırıltısıyla gözlerini Çetine
dikmişti.
Çetin, korkarak ranzaya, Şerefin yanına oturdu.
Ali dedi ki: Üst ranza boş, orası gariban Davut amcanın yeridir. Orada yatabilirsin.
Çetin, ağlayacak gibiydi. Bir şey diyecek gibi ağzını açtı, ranzasına baktı. Sonra önüne baktı.
Şeref, onun sırtını sıvazladı: Alışırsın alışırsın. Takma kafana.
Çetin, köpek bakım işinden anladığı için, parlak surat lakaplı Osman adlı gardiyan onunla
ilgilenmeye başladı. Çetin, her gün Osmanın özel otomobile biniyor, bir gardiyanla birlikte
Osmanın ormandaki evine gidiyordu. Ahşap, iki katlı evin yanında köpek kulübelerinde üç köpek
yaşıyordu. Hepsi de hamileydi. Birinde av köpeği, diğerinde Alman kurdu,
bir diğerinde ise Sivas kangal köpeği
Osman, bunları üretmeyi kafaya koymuştu; ama bu işten hiç anlamıyordu; ama köpekleri çok
seviyordu, bu işte bilgilenmek ve çok ilerlemek için çabalıyordu. Bunları üretip ilerde gözden
çıkarmak istediklerini, fazla gelenleri satmak, para kazanmak istiyordu. Çetin ise köpek bakımını
ve eğitimini çok iyi bilirdi, bu işi askerde öğrenmişti. Osman köpekler çoğalıp büyüyünce
bazılarını hapishaneye götürecekti, bu işi cezaevi müdürü destekliyordu.
Çetin, Osmanın orada köpeklerle ilgilendiği günlerden biriydi. Telefon geldi ve gardiyan Hasan
evden ayrıldı, acilen cezaevine dönmesi gerekiyordu, bir olay olmuş.
Osmanın karısı Feride pasta yapmıştı, elmalı pasta ve tuzlu kurabiye ve patates salatası. Feride,
ona mahkum gibi değil; uzun zamandır görüşmedikleri bir ahbapları gibi yakın, çok sıcak ve
yürekten davranıyordu. Onun başına gelenlere çok üzülmüştü. Çetin, bayılırdı elmalı pastaya ve
patates salatasına. Kadriyeyle bir gün malum buluşma yerinde, yani o ağaç altında buluşmuş,
Kadriye evde yaptığı elmalı pasta ve patates salatasını çıkarmıştı plastik kutulardan, birlikte
yemişlerdi. Pasta ağızda eriyordu adeta. Feridenin pastası ve salatası da o kadar şiddetli
biçimde lezzetliydi. Çay da vardı üstelik.
37 yaşındaki Osman Çetin gibi biri eline düştüğü için, onu istediği gibi kumanda edebileceği için
çok sevinçliydi. Ona içini, hayatını açmıştı: İkiz kızlarım olacak. Dört gözle bekliyorum o günü. 6
yıldır evliyiz. Bir türlü çocuğumuz olmadı. Karım anne olmayı deli gibi istiyordu dostum.
Dostum demesi çok hoşuna gitti Çetini, gördüğünde hiç hoşlanmamıştı ondan; ama tanımaya
başlayınca ufak tefek bu adamın çok iyi biri olduğuna karar vermişti.
Aralarında bir dostluk oluşmuştu; ama Osman konuşuyordu sadece, kendini, düşüncelerini
anlatıyordu. Çetin ise sessiz dinleyiciydi, gerekirse bir şey diyordu, o da köpeklerle, bakımlarıyla,
yapılması gerekenlerle ilgili şeyler, en uzun cümleleri onlarla ilgili olanlardı. Çetinin kanı
kaynamıştı Osmana.
Ertesi gündü. Sabah 5 sularıydı. Çetin uyandı, kavga vardı koğuşta, iki mahkum kavga ediyordu,
kavga küfürleşmede kaldı; ama Çetinin uykusu kaçtı: Bu ne böyle ya, daha gün doğmadı! diye
söylendi.
Alta ranzadaki Şeref kısık sesle muzipçe güldü, 70 yaşında karısıyla para meselesi yüzünden bir
kavga etmişti, evde baldızı da vardı, baldız da karısını savunuyordu, ikisini dövmeye kalkıştı, itiş
kakış oldu ve bu esnada evde duran av tüfeğini alıp ikisini de vurup öldürmüştü. Ölene dek
hapiste kalacaktı.
Şeref şöyle dedi: Bunlar her gün kavga eder. Kavga bizi hayata bağlar, durağan ruhumuz
şenlenir. Ama bu çatışmalar hep sözlüdür, asla fiziksel bir çatışmaya dönmez, hevesle bekleriz;
ama taraflar işin cılkını çıkarmaz. Her sefer bu kez birbirlerini fiziksel olarak yemeye başlasalar
diye dua ederiz; ama boşadır, biz umut kaybetmeyiz.Güldü.
Çetin, birkaç gündür peş peşe köpeklere bakmaya gitmiş; ama bugün çağrılmamıştı, canı çok
sıkılıyordu. O da vaktini marangozhanede değerlendirdi. Öğle saati oldu. Yemekler yendi
yemekhanede. Önceden yemekler koğuşta yapılıyordu, yangın çıkarmak ya da birbirilerini
yakmaya çalışmak ve isyan gibi olaylar çıkardıkları için koğuşta yemek yapmak yasaklanmıştı.
Sonra mahkumlar avluya çıktı.
Burası bir basket sahasının yarısı kadardı. Eski hapishanede mahkumlar nerdeyse kıç kıça
dolaşıyor, volta atıyorlardı. 150 kişi vardı burada.
Ali, Çetinin yanına geldi. Ali, çok sevdiği, nişanlı olduğu kızın ailesini çıkan bir kavgada silahla
vurup öldürmüştü; kızın annesi, kız kardeşi ve abisini. Düğün yapılmayacak! diye dedikleri için.
Gelinin çok değer verdikleri amca oğlunu benzetmişti Ali, ondan 100 lira alacağı vardı. Çocuk
parayı bir türlü vermeyince onu güzelce dövmüştü. Aslında damat adayını hizaya getirmek,
dövdüğü kişiden özür dilemesini istiyorlardı. Ama basit tartışma birden (hakaretler olunca) alev
alıp büyümüş, sopalarla Aliye hücum etmişler, Ali de emanet alıp beline koyduğu tabancayı
ateşlemiş, üçüne de sıkmıştı hırs ve öfkeyle. 18 yaşındaydı henüz. Güçlüydü, asiydi, ele avuca
sığmazdı. Hapse düşünce birçok büyük, yapılı bir mahkumu dayak atarak yere sermişti. Sanki
boks eğitimi almıştı. Çok iyi dövüşüyordu. Şeref de gençliğinde; yani 18 yaşlarında boksla çok
ilgilenmiş, lisanlı olarak boks müsabakalarına katılmış, Türkiye çapında birçok başarı elde
etmişti. Alideki doğal yeteneği ve yumruklarının gücünü fark etmiş, onu eğitmeye, koçluğunu
yapmaya başlamıştı. Bu sayede hapishanenin zor şartlarına ve geçmişte yaptığı suçun
acısına ve yakan pişmanlığına katlanmayı başarmış, bütün azmiyle ve neşesiyle var olmaya, hapis
yatmıyormuşcasına mutlu olmaya başlamıştı. Ona zevk veren müthiş bir meşgalesiydi Ali, canı
ciğeri. Ama bir sene sonra Alide kanser ortaya çıkmıştı. Bu kez Şeref onun hemşiresi olmuştu,
alması gereken ilaçları tam saatinde içiriyor, ona öz oğlu gibi bakıyor ve kolluyordu.
Ali, Çetinle muhabbet ederken Şeref de onlara takıldı.
Havada güneş vardı güçlü biçimde ve umut verici.
Şeref dedi ki: Hayret ya, bu çocuk gariban Davut amca gibi kokuyor. Kurtlanmış köpek leşi gibi.
Adamın yatağında yatıyor ondan dedi Ali, güldü.
Sen uyurken mahkumların birinin yatağıyla değiştirdim onu. Güldü, Peki bu çocuk neden
Davut amca gibi kokuyor?
Gariban Davut amcanın giysilerini giydiği için.
Vay be! dedi yaşlı adam, Size bir anımı anlatayım. Buraya ilk düştüğümde avluda, yerde bir şey
gördüm, gözler bozuk, çikolata sanıp ağzıma attım, meğer biri pislemiş, öğürdüm hemen.
Kahkahalar koptu bir anda.
Şeref Çetine mahkumları ve buranın prensiplerini, kurallarını, diğer deyişle
raconlarını anlatıyordu, burada grup gruptu insanlar. Bir yerde siyasi suçlular, bir
yerde katiller, bir yerde tecavüz gibi cinsel suçlar işleyenler, bir yerde gaspçılar, bir
yerde hırsızlar ve dolandırıcılar.
Şuradaki tek göz, davudi sesli, gözü hırsızlık yaparken kör olmuş diyorlar,
kendisine sorsan yiğitçe yaptığı kavgada oldu diyor, yanındakiler de dalkavukları.
Her koğuşun bir lideri vardır burada, istersen birine girersin, girersen çıkman zor.
Biz hiçbirine dahil değiliz. Ama Ali bir ara Tek Gözün; yani Abdullahın çetesindeydi.
(Kör gözü korsan gibi siyah bez bantla kapalıdır) Hastalığı çıktı ve çeteyle
alakasını kesti, çete de bu işten hoşnut oldu, onlar güçsüzü istemez. Çete liderleri
kudurur, birbiriyle kavga eder arada, çok nadiren fiziksel kavga çıkar. Fiziksel
kavgaya karışan çok dayak yer ve ışıksız hücreye atılır, ona bir kuru ekmek, biraz su
verilir, orada iri fareler, kocaman hamama böcekleri ve rutubet vardır, bu yüzden
burada fiziksel kavga çıkmaz.
Yüksek duvarlar kale gibiydi, dikenli tellerle örülüydü duvarların üstü. Belli
aralıklarla iki kule vardı, kulenin biri boştur, diğerinde nöbetçi gardiyan otomatik
tüfeğiyle beklerdi. Bir sıkıntı olursa ateş açarlardı mahkumlara ya da havaya.
En iyisi Osmandır, çok nişancıdır. Hiç acımaz, vurduğunu indirir. Bir kavga olsun,
ateş etmek serbesttir gardiyanlara. Mahkum ölse bile dert değildir, kaçıyordu,
vurduk diye savunma yaparlar. Uydururlar bir şeyler. Şimdiye kadar buradan
kaçan hiç olmadı, teşebbüs edenler hemen yakalandı, bazıları öldürüldü,
üzüldüğüm için onları anlatamam, sakın buradan kaçmayı düşünme, kuledeki
nöbetçi Osmanı aşmak çok zor.
Tam da Çetinin düşündüğü konuyu anlatıyordu. Çetin, buradan kaçmayı kafasına koymuştu.
Ali ve Şeref bir konuyu konuşurken uzaklaşıp gittiler. Çetin ise orada kaldı, uzaktan
insanları seyretmek, incelemek istiyordu, sırtını duvara vermişti. Keşke Veysele
karşı sakin kalabilseydi, keşke! Onun ölümüne çok üzülmüştü. Ve hayatının biricik
gayesi Kadriyeden uzak kalmak ölümden beterdi. Başına gelenleri sindirmek şöyle
dursun; inanamıyordu, bütün bunlar bir şaka gibiydi. Ama hepsi gerçekti. Senelerde
burada yatmayı başaramazdı, başarmak istemiyordu; çünkü bu ceza boş yere
verilmişti, eğer Mustafa onun lehine konuşsaydı birkaç yıl ceza alırdı, Ali
ve Şeref böyle anlatmıştı. Olayın tanığı Mustafaya baskı uygulamış olmalıydılar. Bu
ortam katlanılacak cinsten bir ortam değildi ayrıca. Çetin ve Şeref ona sürekli
olarak moral verip yardımcı oluyor, onu kolluyor ve buraya uyum sağlamaktan,
zamanla zihinde bambaşka bir resim açılacağından söz ediyorlardı. Çetin pişmanlık
ve zehir gibi bir acı hissediyordu. Böyle düşüncelerle boğuştuğu sırada Osman görev yaptığı
kuledeki nöbet yerinden aşağı inmiş, yemek yemiş, kuleye çıkacağı sırada Çetinin
yanına uğrayıp laflamak istemişti.
Hal hatır sordu.
Karım hastalandı, onunla ilgileniyorum, birkaç gün sonra tekrar bakarsın
köpeklere. Buraya çarçabuk uyum sağla. Fazla bir senen yok. Zaman çabuk akıp
geçer. Zihnini meşgul edersen. Dışarıyı unut. İlk kural budur. Başını belaya sokma.
Sabret. Sana sorun çıkaran olursa bana bildir. Ben icabına bakarım. Çetinin sırtını
sıvazladı ve ayrıldı, birkaç adım sonra durdu. Sağ ayakkabısının bağcığı
çözülmüştü, bağlamak için eğildi. Mahkumun biri elinde keskin bir şeyle
ona hücum etti, Osman onu fark etmemişti. Çetin, fırladı kedi gibi ve havada bir tekme çaktı
adama. Bu numarayı askerde öğrenmişti. Mahkumun elindeki bıçağa çok benzeyen alet yere
düştü. Osman, ona saldıran mahkumu etkisiz hale getirmek isterken diğerleri de ona yardıma
koştu. Az ilerde iri yarı ve tek gözlü Abdullah Çetine öfkeyle baktı ve bir elini gırtlağına götürerek,
sen öldün! işareti yaptı. Yanındaki iki kişi daha vardı, kaslı bir adam ve ufak tefek biri.
Ali ve yaşlı mahkum Şeref Çetinin yanında bitivermişti. Onu koldan tutup oradan
uzaklaştırıyorlardı. Yaşlı mahkum şöyle fısıldadı: Sen ne yaptın oğlum, her şeye
maydanoz olursan burada hayatta kalamazsın! Kafanı kırarlar, patlatırlar,
yaşatmazlar.
Böylece Tek Göz ve yandaşları (çetesi) Çetini mimlemişti. Domuz bağıyla bağlar
gibi bakışlarla. Çetin hesabı görülecek adamlar listesine eklenmişti. Çetin, bir
şekilde, özellikle gizli biçimde imha edilmeliydi. Öldürülmese bile gün yüzü
görmemeliydi burada.
Bir ay önce onların üç arkadaşı buradan kaçmak isterken öldürüldü. O kurtardığın gardiyanı
burada kimse sevmez. Biz onunla arkadaşlık kurman seni hayata bağlıyor diye anlatmadık onun
iç yüzünü. Sabaha karşı tek gözün üç arkadaşı tel örgüden atlayıp kaçacağı sırada Osman onları
fark etti, projektörü tuttu, uyarmadı, uyarı ateşi açmadı. Mahkumlar ellerini havaya kaldırdığı
halde onları vurdu, üçüncüsü son gayretle tellere tırmandı, tam öteki tarafa atlayacaktı, onu da
vurdu. Olayı gören bir gardiyan bir mahkuma anlatmış, Osmanı o da hiç sevmiyor ve onun pis
işini anlatsa başı belaya girecek. Osman cezaevi müdürünün bir akrabasıdır. Burada yasa dışı
işler dönüyor ve konuşan zararlı çıkar. Osmanı öldürmek isteyen mahkum, tecavüzden içeri
atıldı, 6 kız çocuğuna tecavüz edip öldürmüş. Sen onu kurtardın! Tek Göz ve adamları ona ya onu
öldürürsün ya biz seni deyip duruyordu ve mecburen bu işe girdi, bu işi yapsa da öldürülecek. Tek
Göz ve ekibi tecavüzcüleri hiç sevmez. Ülkücüdürler ve solculardan, kürtlerden hiç hoşlanmazlar.
Şurada solcu siyasi mahkumlar var, onlarla hep takışırlar. Güldü. Yer dar ve herkes aynı yerde.
Birbirlerini öldürüp yok etsinler diye. Eh, burada mahkum fazla. Sayıları azalırsa onlara bakmak
kolay olur ve yeni gelenlere yer açılır. Buranın adaleti bu.
Günler süratle geçiyordu, haftalar, aylar geçmişti, 3 ay olmuştu toplamda, kış gelmişti.
Her yerin görünen ve görünmeyen yüzü vardır ve Çetin bu hapishanenin ara yüzlerini, yapısını,
huylarını ve burada hayatta kalmanın taktiklerini öğrenmiş, sütün karanlıkta mağarada peynire
dönüşüp kaşar olması gibi olgunlaşmıştı. (Çabuk öğrenmişti çünkü buradan firar edecekti) Ama
her türlü hainlik ve yavşaklıktan uzak duruyor, mert davranıyordu, sonucu acı çekmesine varsa
da. Farkında olmadan sürekli taktir topluyordu oysa. Çetin aylardır Tek Göz ve ekibinin
kuşatmasındaydı ve birkaç kez öldürülme tehlikesi atlatmıştı, bunlarla mücadele edip duruyordu.
Durumu Osmana ya da başka yetkililere bildirmiyordu. Çünkü bildirirse onun korkak olduğunu
düşüneceklerdi; ama cesur davranırsa, bu işi; yani onların düşmanlığını sona erdirebilme şansı
vardı. Onların kim olursa olsun cesurları sevdiğini, öyle kişilere açık açık olmasa bile çok güçlü
efsanevi bir sevgi ve bağlılık duyduklarını, onlara derin bir saygı beslediklerini, bunu içlerinde
gizlediklerini öğrenmişti. En sevmedikleri kişiler ya da düşman belledikleri bile cesur davranırsa
mutlu olurlar ve onlara gizli bir tutku beslerlerdi. Cesurları herkes sever, kahramanları; ama
korkakları asla, korkaklardan herkes iğrenir. Ali ve kuru dala dönmüş yaşlı mahkum Çetine
gardiyanlardan yardım almasını öğütledi; ama Çetin onları dinlemedi. Çetinin sinirleri
yıpranmıştı ve saçlarını sıfır numara kazıtmıştı. Sık sık köpekçi gardiyanın evine gidiyordu bir
gardiyanla, köpeklerle ilgileniyordu. Herkesin uyuduğu gecenin genç saatlerinde Kadriyenin
hediye ettiği kara lastiklere hazineye bakarcasına bakıp kokusunu içine çekiyor, (Kadriyenin
tatlı kokusunu hissediyor) güç buluyor, onunla paylaştığı
bütün anları yeniden hissediyor, buradan firar düşüncesi parlak ve lekesiz biçimde
kesinleşiyordu yüreğinin derinliklerinde, ne olursa olsun kaçmalıydı, ona
kavuşmalıydı. O zor ve darmadağın eden, gelecek umutlarını karartan bir olay oldu günün birinde.
Hapishaneden biri bir yakınıyla görüşmüştü, gelen ziyaretçi Çetinin öldürdüğü gencin en büyük
abisi Sabriden haber getirmişti. Sabriyi o da hiç sevmezdi. Sabri, birilerine Kadriyeye tecavüz
edeceğinden, onu kahpe edeceğinden, ona içki içireceğinden, onu uyuşturucu bağımlı yapıp kimi
evlere götürüp erkeklere pazarlayacağından üstü örtülü biçimde söz edip duruyormuş.
Bunları duyan Çetin zıvanadan çıktı, cezaevinden firar etmeyi çok daha önce aldı. Gözleri iyice
kararmıştı. Soğukkanlı bakışını, zihinsel kontrolünü tamamen yitirmemişti. Ama bir an onu
öldürmeyi kafaya koydu, sonra caydı. Birkaç gün sonra köpekçi gardiyanın evine gittiğinde kaçma
işini çok kolay gerçekleştirecekti.
Ne var ki bir sabah uyandığında cezaevinin yeni yapılan cezaevine taşınacağını öğrenince bütün
planı suya düştü. Yeni yapılan cezaevinin şehirden çok çok uzakta, bilinmeyen bir yerde, açıkçası
Allahın unuttuğu bir yerde olduğu söyleniyordu; ama kimse yerini bilmiyordu. Etrafta değişik
söylentiler uçuşuyordu ve herkes yeni yeri deli gibi merak ediyordu.
3
Mahkumlar yeni cezaevine nakledildi.
Burada her şey son teknolojiydi ve mahkumlar iki kişilik hücrelerde kalıyordu.
Dağların arasındaki vadiye kurulu cezaevi eskisinden kat be kat sağlam görünüyordu ve buradan
kaçmak imkansız ötesi gibi bir şeydi. Yüksek duvarları barajların duvarlarına benziyordu. Dikenli
tel örgülerin keskin parıltısı çok uzaktan bile seçilebiliyordu, güneş vurduğunda. Duvar ve tel
örgüler adeta şöyle diyordu: beni geçemezsin!
Köpekçi mahkum köpekleri buraya getirmiş, karısını orada, evinde bırakmıştı.
Hafta sonları evine gidiyordu.
Cezaevine yeni düşen azılı mahkumlardan biri sürekli kaçacağından söz edip duruyordu, oradaki
herkesi küçük görüyor, Tek Göz ve ekibine bile kafa tutuyor, kimse ona ses çıkaramıyordu, güçlü
kuvvetli bir adamdı ve tuttuğunu deviren biriydi. Şakayla karışık sert güreşlerde. Onlardan
birinde güreş kavgaya dönmüştü. Ama mahkumlar sıra sıra dizilmiş, gardiyanlar kavgayı
görmesin diye perdeleme yapmış, gözü kara yeni mahkum Haydarla Tek Göz ekibinden üç kişi
kapışmıştı, Haydar tek tek çete üyelerini darmadağın etmişti. Ağızlarını burunlarını kırmamıştı;
ama hepsinin sırtını yere getirmişti, istese onların bellerini kırardı; ama birbirlerine ciddi zarar
vermemek için önceden bir anlaşma yapmışlardı. Aslında bir güreşti yaptıkları. Kuralları olmayan,
kaba saba bir güreş. Karşı tarafı aşağılayan bir güreş müsabakası. Haydar, hepsini de tuş etmişti.
35 yaşındaydı. Kız kardeşine tecavüz eden üç adamı öldürmüştü. Öldüreceği üç adam daha
olduğunu söylüyor, en kısa zamanda hapishaneden kaçacağını anlatıyordu samimi olduğu
mahkumlara. Nasıl becermişse hapishaneden kaçtı gece vakti, bir saat sonra ölüsünü getirdiler.
Cezaevinden bir saat kadar uzakta, dağa tırmanırken bir ağacın altında donarak ölmüş. Ateş
yakmaya çabalamış; ama yakamamış. Cesedi köpek ölüsü gibi getirildi, bazı mahkumlar avluya
getirildi, görsünler, ders çıkarsınlar ve diğerlerine yaysınlar diye manzarayı. Kaçma girişiminde
bulunmasınlar diye.
Burada bir mahkumun kaçmaya teşebbüs etmesi çok sevindirici bir olaydı ve onun ölüsünü
görmek, bu trajik olay duyulunca herkesi derinden sarsmıştı. Bu sımsıkı teknolojik ve çelik
delikten birisi kaçıp kurtulsa kendileri kaçmış gibi sevineceklerdi, bunu eski hapishanede, çok
eski yıllarda gerçekleştiren bir kişi vardı; ama o da bir sene sonra şehirde salak salak gezerken
yakalanmıştı, sarhoş biçimde. Sonra hapishanede hastalıktan ölmüştü.
Haydarın başına gelenler Çetini çok ürkütmüştü. Bu bölgeyi iyice
bilmesi gerekiyordu; ama bunu sağlayacak imkanı yoktu. Bölgeyi tanımadan yapacağı kaçma
girişimi Haydarınki gibi hüsranla sonuçlanacaktı, eğer bölgeyi iyi tanırsa hayatta kalmasını
becerebilirdi. Bu çok mühim bilgiye erişememesi kaçmasını sürekli ertelemesine yol açıyordu.
Evet, sonu ölüm de olsa kaçmak konusunda kararlıydı, hayal etmeye çalışıyordu avluya çıkınca,
gece ranzasına uzandığında. Bu arada Çetin hücresinde yalnızdı, rahattı, Osman, onun rahat
etmesi için yanına hiçbir mahkumu koydurmuyordu. Çünkü son kalan mahkum tahliye olunca
Çetin Osmana hücresinde yalnız kalmak istediğini, mümkünse birinin gelmemesini
sağlamasını rica etmişti.
Sona Haydarın başarısız kaçma girişiminin perde arkasına dair söylentiler duyuldu mahkumlar
arasında. Haydar, gardiyanın birine para yedirmiş, kaçmasına yardımcı olması için. Anlaşmışlar.
Ve gardiyan onu kaçtığı gece yakalatmış.
Çetin, sürekli buradan kaçmayı hayal edip duruyor, kurgulamaya çalışıyordu. Buradan kaçmayı
başarsa diyelim, ne tarafa gidecekti? 15 metrelik duvarı aşsa, jilet gibi keskin ve spiral çizen
telleri nasıl aşacaktı.
Dört gözetleme kulesi var, üçü genelde boş, sadece birinde bekleyen bir gardiyan oluyor.
Projektör ışık var ve üstüne üstlük 3 köpek var. Köpeklerden o sorumlu olduğu için aşabilir onları
Bütün engelleri nasıl aşacaktı? Kışın en zor ve katlanılması çekilmez zamanlarıydı. Ali ve yaşlı
mahkum kaçma işinin kışın yapılamayacağını, yapılsa bile sonunun ölümden başka bir sonuç
getirmeyeceğini söylüyorlardı. Onu vazgeçirmek için çabalamışlardı. Çetinin kararlılığını görünce
pes etmişlerdi.
Bir hafta sonraydı, 1: 80lik iri yapılı biri girmişti cezaevine. Tek Göz ve adamları ona kafayı
takmıştı. Adamın adı Kadirdi, kim kimi eziyorsa olaya dahil oluyor ve haksızlık yapanı güzelce
pataklıyordu, korkusu yoktu, özellikle Tek Göz ve çetesine savaş açmıştı. Gardiyanlar ona ses
etmiyordu her nedense. Onun avluda birilerini hurda haşat etmesini gülerek, zevkle, maç izler gibi
izliyor, üstüne bahis oynuyorlardı, gardiyanlar ondan çok hoşlanmıştı, gardiyanlar arasında bir
kumar başlamıştı. Cezaevi müdürü bile Kadirin giriştiği kavgaları gizlice penceresinden izliyor;
onun uyumsuz, hır gür çıkaran, gariban mahkumlara dalan ya da dadanıp sömüren ya da pis
işlerini yaptıran kabadayı mahkumları pataklayıp hizaya sokmasını hazla seyrediyordu. Sorun
çıkaran mahkumlara ders veriyordu, çetesi yoktu, kurmuyordu da. Kimsesiz ve ezilen
mahkumlara sahip çıkıyordu. Cezaevindeki bütün görevlilerin yükünü azaltıyordu, (mahkumlar
durumu böyle yorumluyordu) bu yüzden onun kavgalarına karışmıyor, seyirci gibi izliyor, kavganın
bir noktasında Kadirin karşısındaymış gibi onu tutup uzaklaştırıp ona ceza verecekmiş gibi
yapıp bir şey yapmıyorlardı. İşi kitabına uydurmak için. Yasal sorun çıkmasın diye. İşlerini yapıyor
gibi gözükmeye çalışıyorlardı. Ona; sana bir güzel dayak atacağız, yine olay çıkardın, pislik
herif! deyip onu yaka paça götürüyor; ona
yemekhanede yemek veriyorlardı, et, sürekli etle beslerdi onu; bunu kimseye söyleme, yoksa işin
biter derlerdi. İşin perde arkasında; siyasi gücü fazla olan biri cezaevini aramış, üstü kapalı
biçimde;Kadire iyi bakın, aksi halde o koltukta fazla kalmazsınız diye uyarmıştı, sonra savcının
biri daha aramıştı cezaevi müdürünü. Kadirin bundan haberi yoktu. Kadir, dağda yolda kalan ve
donmak üzere olan (aracıyla yola çıkmıştı dağda karda kamp kurmak için) o siyasiye yardım
etmiş, evinde ağırlamıştı bir gece. Siyasetçi o ölümcül gecede Kadirin tereyağlı sıcak ekmeğini
yemişti, peynirini zeytinini, çayını içmişti. Onun çok üzücü olayını, hapse düştüğünü basından
öğrenmiş, konu hakkında dostu olan baş savcıyla konuşmuştu. Savcı da kariyerinin; yani kamu
görevlisi olmanın bütün ağırlığını koymuştu. Çok iyi tanıdığı, birçok kereler güzel ve akıcı
sohbetler ettiği cezaevi müdürüne karşı, koyu dostça biçimde.
Çetin, Kadirden çok hoşlanmıştı ve beraber takılmaya başlamıştı avluya çıktıklarında. Çok iyi
anlaşıyorlardı. Çetin, gardiyan Osmanla konuştu ve onu yanına, hücresine aldırdı.
Kadir, bu yörede bir dağ köyünde yaşıyordu, hayvan otlatma anlaşmazlığı yüzünden bir aileden
altı kişiyi kalaşnikofla öldürmüştü. Ağırlıklı olarak hayvancılık yapıyordu, sığır ve koyun işi.
Köyünde ona; Çoban derlerdi. Güç bela geçinirdi. Buraları avucunun içi gibi biliyordu. Çetin,
Kadirle ortak kaçma planı hazırlıyordu. Bütün olasılıkları ve doğabilecek aksaklıkları
değerlendiriyorlardı.
Kadir yaralanıp ölebilirdi ya da Çetin. Kalan mutlaka devam etmeliydi. Bu işte duygusallık yoktu.
Kadir, Çetin bu coğrafyaya hakim olabilsin diye; diğer deyişle zor coğrafyada ormanda bir atmaca
gibi süratle olmasa bile hayatta kalmasını becerip ilerleyebilsin diye ona çok şey anlatmış, onu
su gibi bilgilendirmişti. Ormanda neleri
yiyebileceğini, nasıl yiyecek bulabileceğini, hayvan yakalamak için tuzak kurmayı Vahşi
ormanda hayatta kalabilmenin bütün inceliklerini ona hücrede ve avluya her çıktığında anlatıp
duruyordu, kafa kafaya veriyorlardı. Pratik, alıştırma yapıyorlardı, koşu yapıyorlardı her
seferinde. Kadir; eğer ben kaçarken bir sebeple ölürsem diyor, kibrit ya da çakmak olmandan
kimi ağaçlarla (ayakkabı bağcığıyla) sürtünme yoluyla nasıl ateş yakılacağını anlatıyor ve
uygulamalı gösteriyordu, uygun taşları birbirine sürterek bile ateş yakılabileceğini anlatmıştı.
Barınak nasıl yapılır, ormanın tehlikeleri? Kadir, yaşam boyu edindiği bütün bilgileri hatırladıkça
anlatıyordu ona. O heyecanlı günlerin birinde Kadir şöyle dedi: Bu sene kış çok sert geçiyor, ben
hava yumuşar diye umuyordum. Kış şartlarında kaçmalarının büyük olasılıkla ormanda donarak
ölmekle sonuçlanacağını anlattı, bahar ya da yaz ayı geldiğinde en uygun zaman olduğunu
söyledi. Ama Çetinin beklemeye tahammülü yoktu. Bir an önce kaçmalıydı buradan. Çetin dil
döküp onu ikna etti.
Sonunda Kadir; kusura bakma, ben bu işte yokum dedi, böyle bir çılgınlığa giremem. Bu
şartlarda hayatta kalmak mümkün görünmüyor, yiyecek bulamazsın. Ama bulabilirsin de, şans,
yanındaki yiyeceği idareli kullanırsan başarma şansın var, ben risk almak istemiyordum.
İnanmadığım işe girişemem.
Çetin, fena üzüldü, kendini ihanete uğramış gibi hissetti; ama kafasına koyduğunu yapacaktı.
Kaçacağı hafta hava karlıydı. Hem de çok yoğundu yağış ve bu havada kaçmaya çalışmak
akılsızlıktı. İntihar etmekle eş değerdi. Kadir, Çetinle gündüz öğle vakti avluda kar altında
gezinmiş, ona kaçış işini ertelesin diye çok yalvarmıştı. O ara kar yavaşlamış ve gökyüzünden
şiirsel biçimde uçuşan kar taneleri Çetini çok başka, fantastik ve büyülü bir aleme sürüklemiş,
avuçları açmış, kollarını yana uzatmış, gözleri kapalı biçimde ağır ağır ilerlerken gülümsemiş,
miraca çıkacak gibi mutlu ve huzurluydu, mutlaka başaracağım Kadir abi demişti, Kadir ise onu
caydırmayacağını anlamış, son telkinlerde bulunuyordu. Yapması gerekenleri anlatıyordu
delirmiş gibi: Başarmak istiyorsa aralıksız saatlerce hızla yol almalıydı dağda. Başarabilirse bir
köye ulaşacaktı. Ki aşılması imkansız o derin karda köyü bulabilirse. Uygun patikalar, az kar alan
yerleri tarif etmişti ona.
Çetinin baktığı köpekler avlunun bir noktasındaydı, onlara özel bölüm yapılmıştı. Köpeklerden iki
genç yavru hastalanmıştı, Çetin, arada köpeklerin yanında sabahlardı, Köpekçi gardiyan ve diğer
gardiyanlar Çetine çok güvenirdi, Osman; onları ne olursa olsun hayatta tut demişti, onların
ölümüne dayanamazdı, Çetin, onları hayatta tutmak için çırpınıyordu. İşi bitince köpeklerin
bölümünden çıkıyor, avluyu boydan boya geçiyor, kulübede bekleyen bir gardiyan oluyor, genelde
televizyon izler, dünyayı unutur, Çetin cama tıklatıyor, içerdeki üşengeç ve sürekli bir şeyler yiyen
şişman gardiyan oflayıp puflayıp kalkıp kapıyı açıyor, Çetin başka bir gardiyan eşliğinde uzun
koridorda ilerleyip hücresine gidiyordu.
Çetin, dün cezaevine erzak getiren kamyonun bu gece yarısı şehirden geleceğini öğrenmişti,
akşam çökerken köpeklere bakmak için hücresinden çıkarılmış, köpeklerin barınağında gece
çökene kadar oturup beklemişti, biri çıkıp gelirse, hasta köpeğin ateşi olduğunu, ilaç verdiğini
ve ölmesin diye beklediğini söyleyecekti. Sırt çantasını hazırlamıştı, erzak almıştı. Geceleri
avluya bırakılan üç köpeği hasta diyerek içeri kapatmıştı, zaten bugün köpekleri salan gardiyan işe gelmemişti.
Cezaevinin büyük kapısının açılmasını bekliyordu, araç sesi, kapı gıcırdama sesigelecekti ve fırlayacaktı zifiri karanlıkta.
Köpek barınağının korunaklı olmayan kısmındaydı dışarıyı görebilmesi için, sesleri duyabilmesi
için başı sürekli dışarıdaydı, etrafı gözetliyordu. Başında siyah bere, ellerinde uçları kesik mor
eldivenler vardı. Kadirin ilk ve son hediyesiydi bu eldivenler. Çetin, seyrek ve dans ederek yağan
kar altında beklemekten çok üşümüştü, ve bu işin iyi sonuçlanmayacağını hissediyordu. Bu işi
yapma diyordu iç sesi, öleceksin! Kadriye aklına geliyor ve azimleniyordu, başaracağına
inanmaya başlıyordu yeniden. Kadriye hasreti aşkı nükleer bir reaktör gibi harekete geçmişti
yüreğinde ve zihninde. Bu karşı konulacak cinsten değildi. Alevden bir gömlek giymiş gibi kendini
yerinde duramaz ve sımsıcak hissediyor, üşüdüğünü unutuyordu o anlar.
Sonunda kamyon geldi, 30 dakika gibi bir süre sonunda. Uyuşuk ve lak lak yapmayı çok seven iri
yarı gardiyan erzakları boşaltmıştı. Şoförle kamyonun ön tarafında sohbet edip sigara içiyordu,
az sonra kamyon kalkacaktı, tenekede ateş yakmışlardı, arada ona ellerini uzatıp ısınıyorlardı.
Çetin, kamyonun arkasına geçti, kasanın brandasını açıp içeri atladı, içerde yiyecek dolu kasa ve
karton kutular vardı. Uzun bir süre geçmişti, şoför ağzında sigarayla kamyonun
arkasına geldi, brandayı bağladı. Kamyon harekete geçti.
Çetinin kalbi güp güp diye atıyordu korkulu heyecanla. Belli bir noktaya kadar kamyonla gidecekti.
Aslında daha fazlasını gitmek isterdi; ama bu mümkün değildi. Kadir ona anlatmıştı: Burada terör
olayları ve uyuşturucu kaçakçılığı olduğu için yolda sık sık kontrol noktaları olduğunu ve böyle
kaçmayı denerse mutlaka yakalanacağını anlatmıştı.
Militanlar yuvalandı burada, asker işi çok sıkı tutuyor, kimseye güvenmiyorlar, en çok
güvendikleri köylülerin araçlarını bile didik didik arıyorlar. Bir kontrol noktasını geçsen bile
ötekine mutlaka yakalanırsın. Köpekleri de vardı en son, rahmetli babaannem kadar çirkin; ama
güzel yürekli bir köpekti. Kamyona saklanırsan köpek seni hemen bulur, yaşlı bir köpekti, halen
onlarda mı bilmiyorum. Köpek olmasa bile cihazları var, kamyonun neresinde saklanıyorsan zınk
diye gösteriyor, sınır kapılarında tırların röntgenini çeken cihazlar gibi.
15, 20 dakika sonraydı. Kamyon aniden sıçradı ve durdu, sanki derin bir çukura girip batmıştı.
Şoför kamyondan ağzında sigarayla inip lastiklere baktı, arka lastiklerden ikisi patlamıştı, tekme
attı, küfür etti.
Şoför mahallinden giysilerini aldı, üstünü giydi, bel çantasını taktı, büyük çantasını aldı.
Kamyonun kapılarını kilitledi ve cezaevine doğru ilerlemeye başladı, elinde el feneriyle. Ayak sesi
çok azalmıştı. Çetin, brandayı bıçağıyla kesti ve delikten ileri baktı, şoför çok ilerdeydi, el
fenerinin aydınlığı görünüyordu. Çetin, brandayı geçebileceği kadar yırttı, dışarı atladı, el fenerini
çıkardı ve çamurlu, taşlı yolda ilerlemeye başladı. Kar yağıyordu sakin biçimde, karlı yolda
ilerlemek çok zordu; karanlıktı ama etraf biraz olsun seçiliyordu. El fenerini söndürmüştü, birkaç
kez taşa takılıp düşünce el fenerini yaktı. Ama söndürdü az sonra.
Ormana dalıp karın yoğunluğunu ölçeyim diye düşündü, çok dik yamacı aşmak kolay değildi,
kayıyordu, üstelik kar giderek derinleşiyordu, dizlerine kadar kara batmıştı. İki dağın arasındaki
bozuk yolda ilerlemeliydi, gözü ve yüreği kesmedi bunu. Kadirin dedikleri çınladı
kulağında: Bu mevsimde buradan kaçmak delilik. Hemen geri döndü, acele adımlarla.
Koşarcasına ilerliyordu, şoför için kapı açılacaktı, o içeri girmeden ona yetişmeliydi. O fırsatla
içeri girecekti, aksi taktirde neden dışarıda olduğu sorulduğunda geçerli bir yalan uyduracaktı,
köpeğin biri kapı açılınca dışarı kaçtı sandım, dışarıdan köpek sesi gelmişti.
Çetin, ileri çevirdi bakışlarını, kamyon şoförü yolun kenarında durmuştu. Bir taşın üstünde
oturmuş soluklanıyordu. Bir ayağına dokunuyordu, düşüp ayağını incitmiş olmalıydı, bir sorunu
vardı. Biraz dinlendi ve kalktı. Topallayarak ilerlemeye başladı.
Şoför, cezaevine yaklaşınca bağırıp yardım istedi, çöp dökmeye çıkan mahkumlardan biri vardı,
tekerlekli kutuyu bırakıp içerdeki gardiyana haber verdi. Gardiyan gelip şoförün koluna girdi. Bu
sırada Çetin içeri girmek için saklandığı yerden hamle yaptı. Çöp dökmeye giden mahkum çıplak
bir genç kız görmüş gibi baktı. Göz göze geldiler, Yaşar, cezaevinde en dedikoducu ve kimsenin
bilmediği bilgileri gazete gibi yayan tek adamdı. Konuşmaktan çok hoşlanırdı, 60 yaşındaydı,
karısını öldürmekten içerdeydi. Çetin fısıldadı: Bu anı hiç yaşamadın
Yaşar amca. Yaşar, meleksi biçimde gülümseyip başını salladı. Yaşar yüksek sesle şarkı
söylemeye başladı, Çetinin işini kolaylaştırmak için.
Şu kargadan beter iğrenç sesini keser misin Yaşar dayı! dedi Gardiyan.
Peki evlat.
Çetin, kimseye görünmeden köpeklerin olduğu bölüme geçti. Sonra hücresine vardı.
Çetinin bu kaçış denemesi Yaşarın sayesinde dilden dile yayıldı ve mahkumların Çetine bakış
açıları çok değişmişti. Ona çok iyi davranıyorlar, bu herif gerçekten deli; böyle cesur kimse hiç
görmedim diyorlar, ona dair muhabbetler ediyorlardı, buraya ilk düştüğünde sıçan gibi
bakıyordu, bu nasıl oldu da bunu becerdi.
İmkansız görünene kafa tuttuğu için ona başka türlü saygı duyuyorlardı. Onun korkusuz
olduğunu düşünüyorlardı. Kaçış denemesi; yani dışarıda geçirdiği 40 dakika kadar süren
özgürlüğü Tek Göz ve çetesine de ulaşmış, Abdullah artık onu düşman olarak görmediğini belli
etmiş ve ona; kedi lakabını koymuştu. Onu avluda görünce selamlıyordu eliyle, gülümsüyordu.
Çetin de altı kadını fuhuş bataklığına sürükleyen ve kaçmak istedikleri için onları öldüren bu
vahşi adama karşı saygılı ve sevgili bir tavır içine girdi.
Kadir Çetinin kaçış denemesini duyunca kulaklarına inanamadı, ondan çok büyük bir yetenek ve
şans olduğunu hissetti. Birkaç gün sonraydı. Kadirin dört oğlu, üç kızı vardı. En büyük oğlu 25
yaşındaydı. Annesinin delirmeye başladığını, doktora gitmeyi reddettiğini, her gün dizlerini
döverek ağıtlar yaktığını, (hapishanelerde çürüyor dağ gibi adam) bir isyan içine girdiğini,
aslında fiziksel bir sorunu olmadığını, sadece bunalıma girdiğini anlattı: Bir sabah ahırda
kendini asmaya kalktı, zor kurtardık. Senin burada olmana dayanamıyor. Onu getirmek istedim,
Seni görünce daha kötü olur diye gelmek istemedi.
Kadir, cezaevinden kaçmayı kafaya koydu. Çetin bir kere daha deneyecekti, etrafa yanıltıcı
bilgiler yayıyordu, kaçışı ihbar edilmesin diye. Şöyle diyordu: Bahar ayı bir gelsin. Siz o zaman
görürsünüz olacakları. Bahar bütün coşkusuyla gelecek. Gelmesini iple ve dişlerimle çekiyorum.
Niye, ne olacak ki bahar ayında?
Tabiat bütün gücüyle dirilecek.Dağdaki ağaç ve çeşit çeşit bitkinin güzel kokusu cezaevinin
kahreden avlusuna dolacaktı. Avluyu değişik ışık ve (böcek ve kuşlar) ruhlarla dolduracak, bütün
mahkumlara benzersiz bir yaşama azmi verecekti.
Beton çatlaklardan bile otlar, ağaçlar bitecek ve yüreklenerek büyüyecekti.
Herkes mutlu olacaktı, burada geçirecekleri bitip tükenmez yıllar olsa bile. İnsan mutlu olmayı
becerir her zor durumda.
Sen bahar ayında kaçacaksın yine, değil mi?
Birkaç gün sonraydı.
Gece gardiyanlardan birinin doğum günü kutlaması yapılacaktı, kaçmak için bundan iyi zaman
olamazdı. Kadir, ben de varım deyince, Çetin müthiş sevindi.
İki kafadar bütün hazırlığını yapmıştı, gece yarısı gelmişti; ama kutlama filan yapılmamıştı,
yapılmışsa da kısa sürmüştü, yüksek kulede nöbette Osman bekliyordu, içerde oturuyordu. Bazen
gündüzcü olurdu Osman ve bu kez gececiydi, sabaha kadar. Bu can sıkıcıydı kafadarlar için.
Cezaevinde sayım ara ara yapılmazdı, gardiyanların başka işleri olurdu. Kadir, gündüz avluya
çıktıklarında Çetin onu köpeklerin olduğu bölüme saklamıştı. Kadirin ve kendi ranzasına
uyudukları izlenimini veren büyük kuklalar yapmışlardı çuvaldan, kuklanın kolları vardı, kazak
giydirmişlerdi onlara. Kadirin eseriydi bu mankenler. Gardiyan gece kafasına eser de hücrelerin
önünden geçerse (yapmaz bunu, genelde odasında maç seyreder) hücreye bakınca Kadir ve Çetin
sandığı bir çıkıntı görecekti ranzada. Sağdaki ve soldaki hücre arkadaşları da bir sorun olursa
gardiyanı lafa tutacak, dikkatini dağıtacaktı filan, şarkı söylemek gibi. Hastalandım, çıkar beni
buradan diyeceklerdi mesela. Her ihtimali düşünmüşlerdi.
Öğleyin izin almıştı Çetin, bu gece köpeklerin yanında yatacaktı, hasta bir köpeği gözlemleyecek,
ilacını verecekti hesapta. Köpeklerle vakit geçiriyordu ve vaktin geçmesini sabırsızlıkla bekliyordu.
Evet, o benzersiz ve heyecanlı gece yarısı gelmişti. Kat kat giyerek tam hazırlandılar, sırt
çantaları hazırdı, sırt çantaları patates ve havuç biraz çikolata ve kahve doluydu. Kap kacak da
almışlardı yanlarına.
Ellerinde inşaat eldivenleri vardı, yüksek duvara çamaşırhaneden aldıkları eski çarşaflardan
yaptıkları halatla tırmanacaklar, keskin dikenli tellerden korunmak için üstüne de muşamba
atacaklar, muşamba üstünden diğer tarafa geçeceklerdi, muşamba olmasa keskinliği parlak
dikenli teli aşmak imkansızdı.
Kar çok yoğun biçimde yağıyordu, ormandan açlıktan acı acı uluyan kurt sesleri geldi. Kurt sesleri
bozmuştu taş gibi sessizliği. Yer yer sert ve yer yer hafif bir rüzgar vardı, can kesen. Rüzgar, kar
tanelerini dans ettiriyordu, bu fırtınalı gecede şansları fazlaydı. Yüksek kulede nöbet tutan
keskin nişancı Osmanın işi zor olacaktı.
Karanlıkla ilerleyen birilerini fark ettiler, Çetin ve Kadir de o yöne gidiyordu. Eğilip gözlediler.
Bunlar Tek Gözün çetesindeki bazı adamlardı. Onlar da kaçmaya karar vermişti anlaşılan. Bir el
Çetinin sırtına dokundu usulca, Çetin irkilerek yüzünü dönüp ona baktı, hişşşt, sakin ol dedi
adam, onların elindeki halata baktı. Bizim daha iyi bir fikrimiz var, benle gelin dedi, eğilip
ilerlediler. Kulenin yakın bir noktasında, yüksek duvarın altında toprağı kazmışlardı, tünel
hapishanenin öteki tarafına uzanıyordu.
Sinek lakaplı ufak tefek mahkum hapishane duvarı önüne iyice yanaştı, yerde toprak rengi bir
tahta kapağı kaldırdı. Diğer 12 kişi çoktan tünelden kaçıp ormana dağılmışlardı. Arkadan üç
mahkum geldi ve onları itip tünele girmek istedi, önce ben gireceğim kavgası ediyorlardı.
Bunlar tünelin kazılmasında yardımcı olmayan, kaçış ekibinin dışındaki üç uyanıktı, bu üç çıkarcı
fena bir panik halindeydi, ya ömür boyu hapis yatacaklardı ya da kaçacaklardı, bu yüzden çok
panik yapıyorlardı ve korkudan elleri ayaklarına dolanmıştı ve birbirlerini dövüyorlardı.
Gözetleme kulesinde elektrikli soba başında kitap okuyan Osman bir takım sesler duymuştu;
şamar sesi, inlemeler. Tüfeğini alıp dışarı çıktı, kapısı gıcırdamıştı, herkes sessizliğe gömüldü.
Osman, çevreyi kolaçan ediyor, en alakasız yerlere bakıyordu. Birkaç adım sağa gitti, birkaç adım
sola gitti. Kavga eden üç mahkumdan biri hapşırdı. Sesi gizlemek için ağzını eliyle kapamıştı
hemen. Ama boğuk bir ses duyulmuştu. Osman, sesi duymuştu, bu da nedir? diye mırıldandı,
bakındı başka bir tarafa, göremedi, dolandı ve aniden aşağı baktı. Oradaki keklik gibi açıktaki
karanlık gölgeleri gördü. Emin olamadı. Küfür etti, orada biri mi var? diye söylendi. Okuma
gözlüğünü gözlerinde unutmuştu, aceleyle gözlüğü çıkarıp cebine koydu. El fenerini açmak istedi,
fener yanmadı. Projektöre uzanacağı sırada oradakilerin insan olduğunu anladı, kaçmayın,
vururum! Üç mahkum sincaplar gibi tünele girip fırıldak hızıyla tünelde sürünerek ilerlemeye başladı.
Osman, panikle gözlüğünü cebine koyacağını sanıp yere düşürmüştü, üstüne bastı, gözlük camı
kırıldı. Dikkati dağıldı, küfür etti.
Kadir; önce sen git dedi, Çetin kabul etmedi. Onlar bu tartışmayı yaparken Osman elle çevirmeli
projektörü tutmuştu onların üstüne.
Çetin, kaçma sakın, seni öldürmek istemiyorum! Bakıyorum da karımın hediye ettiği yeşil bere
başına çok yakışmış(!)
Projektör söndü, tekrar yadı ve tamamen söndü.
Çetin, tünele atladı. Az sonra pişman oldu ve hemen geri döndü. Kadir, duvarın dibine sırtını
vermişti ve yer değiştiriyordu sürekli, duvardaki bombe ve küçük çıkıntılar, bozukluklar Osmanın
onu yukardan görmesini ve vurmasını engelliyordu, görse bile ıskalıyordu.
Çetin de Kadir gibi sırtını duvara vermişti.
Onun dikkatini dağıtmalıyız, bir şekilde dedi Kadir.
O da nedir? dedi Çetin, az ilerde duvarın dibinde bir levha gördü, tenekeye benzeyen. Eğe
düşündüğü şeyse? Onun yanında iri taşları ve mızrakları fark etti. Osman ateşi kesmişti.
Projektörü kurcalıyordu: Neden yanmıyorsun namussuz!? Projektörün ışığı açıldı.
Çetin atılacaktı, durdu, fırsatı kaçırmıştı. Birden her yerin ışığı söndü, cezaevi zifiri bir karanlık
içinde kaldı. Bu onlar için büyük avantajdı.
Sen benden hızlı koşarsın, tavşan gibi koş, zikzak çiz. Belki seni vurmaz. Ben bu sırada onu
icabına bakarım herhalde. Bunu yok etmeden bize özgürlük yok. Birkaç tur at ve tünele gir, sonra
peşinden geleceğim.
Çetin, tavşan gibi koşuyordu, Çetin nişan almış, bekliyor ve ateş ediyordu. Çok sakindi, peş peşe
atmıyordu kurşunu. Karanlık ve kar yağışı görüşünü çok olumsuz etkiliyordu. Çetin bir tur attı ve
levhanın yanına geldi, ağır levhayı kaldırıp altına saklandı. Meğer mahkumlar kurşun geçirmez bir
levha yapmışlardı. Sürünerek tünelin yanına geldi.
Osman, ise onları indirmeye çalışıyordu; ama Çetini öldürmek istemediği açıktı, onun ayaklarına
ateş ediyordu.
Kadir de taşları ve mızrakları fark etmişti. Taş yağdırıyordu Osmana.
Sen git dedi Kadir, az sonra geleceğim.
Çetin, tünele girdi. Sürünerek ilerledi ve öteki çıktı, Osman ona bağırdı: geri dön, seni öldürmek
istemiyorum!
Çetin, hemen tünele girdi. Tünel çok kısaydı, eğer Kadir tünelden geçse bile Osman onu yukardan
rahatlıkla vurup öldürebilirdi, bu durumda çok hızlı koşmalıydı ormana ya da onun işini
bitirmeliydiler önce.
Çetin, onu bekledi, Kadir yoktu. Çetin geri döndü, tünelde ilerledi. Kurşun sesleri
kesilmiyordu. Cezaevinden de kurşun sesleri geliyordu.
Kadir, tünel kapağının 10 metre kadar yakınında sırtını duvara yapıştırmıştı. Elinde mızrak vardı,
diğer mahkumlar gerekirse Osmanı indirmek için 20 tane mızrak yapmışlardı. Uçlarında keskin
mi keskin 30 santimlik demir vardı.
Sen neden geri döndün! diye sordu Kadir.
Çetin fısıldadı: Tünel çok kısa, orman içine kadar uzansa iyiydi, öteki tarafa çıksak bile bizi
öldürür, kabak gibi önünde olacağız, görüş mesafesinde. Şu geri zekalılar ses yapmasaydı iş çok kolaydı.
Demiştim sana. Onu indirmezsek işimiz zor. Nerdeyse öldürüyordu beni. Kurşun sağ kulağını
sıyırıp gelmişti, kulağı kan içindeydi, yüzü. Sen git. Canını kurtar.
Çetin, onu bırakmak istemedi. Bu sırada Osman içeri gidip sigarasını yakıp dışarı çıktı aceleyle.
Çetin, bu fırsattan istifade edip mızrakları ve alıp getirdi.
Kadirin attığı iki mızrak boşa gitmişti. Çetin ise diğer taraftan taş atıyordu. Bu Osmanı çok kızdırmıştı. Bir gelişme kaydedememek!
Beni taşla, sopayla mı yeneceksiniz, geri zekalılar! diye bağırdı, güldü, sigarasından bir nefes çekti.
Çetin taş atıyor, Kadir ise mızrak. Taşların ve mızrakların sayısı azalıyordu, Osmanın mermileri
her ikisinin çok yakınından geçmeye başlamıştı. Osman kendini bilgisayar oyununda düşmanları
vuran küçük çocuklar gibi eğlenceli hissediyordu: Çocuklar kesin şunu artık!
Çetin, açığa çıktı, koşup Osmana iyice yaklaştı, taş atıp hemen uzaklaştı oradan. Taşlar ve
mızraklar hedeften çok uzağa gidiyordu.
Osman ise bunu çok eğlenceli buluyordu ve gülüyordu: Sizi gibi sıçanlar!
Çetin, bu işe çok sinirlenmişti. Osman, silahını doldururken Çetin Kadirin yanına geldi, bu kez
ben deneyeyim dedi, sen kaç, bunu indiremiyoruz, bari şansa bırakalım.
Kadir, tünele koşarken vuruldu ve patates çuvalı gibi yere düştü, o an Çetin mızrağın birini kaptı.
Dişlerini sıktı. Öfkeyle, hınçla ve delirmiş gibi bağırarak mızrağı attı ve Osmanı iki kaşı arasından
şişledi, Osman, gözetleme kulesinin verandasından yere düştü, taklalar atarak, devrilen bir ağaç gibi.
Çetin, panikle koşup Kadirin yanına geldi, onu sırt üstü çevirdi. Kadir, bir omzundan vurulmuştu. Göğsü kanlar içindeydi.
Kadir, gözlerini açtı canı yanarak.
Çetin güldü sevinçle: Yaşıyorsun, öldüğünü sanmıştım. Kaçıyoruz!
Güldü: Böyle zor, sen kendini kurtar, vakit kaybetme benle.
Çetin, onu bırakmadı, bırakamazdı ki.
Tek Göz ve çetesinin kimi adamları içerde kimi gardiyanları rehin almıştı. Elektrik ve telefon
hattını (internet) kesmişlerdi. Yakıp yıkıyorlardı orayı, isyan başlatmışlardı.Kadir, tünelde adeta
canını dişine takıp sürünerek ilerledi ve öteki tarafta çıktı, sonra Çetin girdi tünele. Tüneli
yarıladığı sırada bir çift el bacaklarına sarıldı. Çetin, korkuyla irkildi.
Beni de götür, evlat!
Şeref dayı senin burada işin ne?
Özgür olmak istiyorum. Halkın kanını emenler serbest, baklava çalan çocuklar tutuklu. Bizim de
onlardan farkımız yok. O teknolojik bok çukurunda gariban Davut gibi ölmeye hiç niyetim yok!
Ama kalp, şeker ve tansiyon var sende, dışarıda kar fırtınası var, kısa sürede donup ölürsün.
Anasını biplediğim cezaevinde gebermek istemiyorum! Birkaç saat da olsa özgür olmak istiyorum.
Ya acı çekeceksin dayı, yapma gözünü sevdiğim.
Beni de götür dedi yaşlı adam ağlamaklı.
Tam bu esnada Alinin mahzun ve yalvaran (tonlama) sesi duyuldu tünelin karanlığında, Şerefin
arkasından:Çetin kardeş, bizi de götür. Biz zamanında sana arka çıktık, kol kanat gerdik. O
çöplüğe düştüğün ilk günü hatırla.
Ya arkadaş, sen de ilaç alıyorsun, ilaçlarını almazsan çok kötü olup öleceksin.
Birkaç aylık ilaçlarımızı aldık biz.
Ortağım Kadir abinin görüşünü almam lazım Siz kaçacağınızı neden bana demediniz?
E tabi canım. O kadar kuş beyinliyiz de. Kesin bizi ihbar ederdin ya da ekerdin. dedi yaşlı adam.
Tünelden çıktılar.
Çetin, durumu Kadire anlattı. Kadir onay verdi, bir bildiği vardı. Çetin buna şaştı. Ses etmedi.
Kadir, güçlükle de olsa ilerliyordu. Kurşun hayatı bölgede değildi; ama çok acı veriyordu.
Dağın eteğinde 2 saat kadar ilerlediler. Dereye yakın bir noktada bir avcı kulübesi vardı, kışın ya
da yazın buraya şehir dışından avcılar gelirdi, yazın balık avlarlardı, kışın da domuz avlarlardı. Zor
durumda kalanlar girer diye kapısı kilitlenmezdi ve içerde her zaman konserve yiyecekler ve
gerekli hayatta kalma malzemeleri bulunurdu.
İçeri geçtiler, ateşi yakıp ısınmaya başladılar. Kadir, ecza dolabındaki malzemelerle
omzunun tedavisini yaptı. Çetin, dışarı odun almaya çıktı. Ali ve Şeref çocuklar gibi şendi,
gülüyorlar, cezaevindeki halleriyle dalga geçercesine konuşuyorlardı, geçmişlerine dair. Sınıf
atlamışlardı. Sanki cennetin en parlak ve bakir yerinde onlara özel bir ev tahsis edilmiş gibi
seçkin, güzel ve rahat hissediyorlardı. Bayram çocukları gibiydiler, şurayı böyle yaparız, burayı
şöyle yaparız, yaz gelince her şey çok güzel olacak evimizde! diye konuşuyorlardı, sanki orada
yıllarca yaşayacaklardı. Burayı çok çabuk benimseyip sahiplenmişlerdi, etrafı karıştırıp inceliyorlardı.
Bizi bulamazlar, değil mi Kadir? diye sordu Şeref gülümseyip çocuk gibi.
Bilemem dayı. Dikkatli olmalıyız.
Bir saat geçmişti, iyice dinlenmişti Kadir ve Çetin. Ali ve Şeref ranzalarında uykuya daldığında
evden sıvıştılar. Yazılı bir not bırakıp.
Yetkililer onları bulana dek burada epey bir özgür zaman harcarlardı.
Çetin ve Kadir üç saat boyunca ilerledi ve Kadir çok iyi bildiği ve kendisinden başka kimsenin
bilmediği bir mağaraya götürdü onu.
Ertesi gün üç mahkum hariç bütün mahkumlar dağda ve yol kenarında aç köpek yavruları gibi
perişan ve üşümüş halde, salya sümük ve ıslak halde, donmak üzereyken yakalandı ve cezaevine
getirildi, jandarma birliklerinin çalışması sayesinde.
Sonraki gün kalan üç tanesinin cesedi bulundu. İkisi uçurumdan düşüp ölmüş, birisi bir hayvan
tarafından saldırıya uğraşmıştı, yüzü paramparçaydı, onu bir ayı öldürmüş olmalıydı.
Yakalanmışlardı; çünkü bölgeyi tanımıyorlardı ve aynı bölge içinde daireler çizip duruyorlardı.
Kadir ve Çetin mağarada ateş yakıp dinlenip yola düşmüştü, gece boyunca ilerlemişlerdi.
4 gün boyunca dağlarda ilerlediler. Yanlarındaki yiyeceklerle beslendiler.
- gündü. Kadir ve Çetin bir noktada durdu. Kadir gülümsedi. Çetin, Kadirin
gülümsemesini pek severdi. Çocuksu suratı ve yumuşak ses tonu olan bu adam hep
ciddiydi, pek az gülümserdi. Gülümsediğinde ise başka bir aleme çeker sürüklerdi
insanı, sanki o an şeffaf kelebekler uçuşurdu saf yüzünde. Boylu poslu bu adama
bakıp güreş ve dövüş konusunda usta olduğunu kimse çıkaramazdı. Gemi
güvertesine benzeyen antik omuzları vardı. Yaralı omzuna dokundu. Yüzünü ekşitti.
İyi misin? diye sordu Çetin.
İyi iyi, takma kafana dedi, biraz acıdı.
Sarılıp vedalaştılar; çünkü böyle şansları daha yüksek olacaktı, Kadir, ona dağın ne
tarafından ilerlemesi gerektiğini anlatmıştı.
10 gün sonraydı.
Çetin, yolda geçtiği köylerden yiyecek bulup çaldığı elbiseleri ve ayakkabıları giymişti, bir şapka
takıyordu. Köyüne geldi. Geldiği an duygulandı, çocukluğundan bazı sahneler belirdi karşısında,
gözyaşları düştü. Köyün dışında, ormanlık alanda karanlık çökünceye kadar bekledi. Geçmiş
günleri hissederek acısıyla ve tatlısıyla.
Gece yarısıydı, evine gitti; ama kimseyi bulamadı, ev boşaltılmış, çürümeye terk edilmişti. Evin
içini bitkiler, küçük ağaçlar, sarmaşık sarmıştı. Herhalde ablama taşındılar diye düşündü.
Köyün dışında kalan ablasının tek katlı ve sıvasız evine yanaştı. Cama taş attı.
Küçüklüğünde ablasının camına taş atardı, ablası gelenin kim olduğunu sezerdi.
Çok geçmedi. Kadın, kapıya çıktı elinde tüfekle: Kimsin lan?! El fenerini ona tutmuştu.
37 yaşındaki kadın duldu ve burada yalnız yaşıyordu. Çocuğu olmamıştı, kocası da inşaattan
düşüp ölmüştü. Çetini kılık kıyafet ve sakaldan dolayı tanımakta zorlandı.
Abla, ben Çetin! dedi.
Kadın, elindekileri yere düşürdü, koşup ona sarıldı, öpüp kolladı ve onu hemen içeri aldı. Ona
yemek ısıtıp verdi.
Çetinin annesi babası o hapse düştükten kısa bir süre sonra ölmüştü. Annesi beyin kanaması
geçirmiş, felç olmuş ve hastanede ölmüştü. Babası da bir ay sonra komşunun cenaze namazına
giderken traktörden düşüp ölmüştü.
Çetin, gelen ziyaretçilerle görüşmemiş, kim olduklarını hiç sormamış, gelen mektupları da yakmıştı.
Daha çok delirmemek için. Tek Kadriyeyi beklemiş, o da gelmemişti bir türlü. Ama o bile gelse
görüşe çıkmazdı; ama mektubu gelse okurdu.
Kadriye, intihar ederek hayatına son vermişti.
Uçurumdan atmış kendini. Kanlı çemberini bulmuşlar, ayakkabılarını.
Asiye, içeri gidip kanlı çemberi getirdi.
Çetin, bunu hiç beklemiyordu, şoke olmuştu, ağlayamıyordu bile. Öten yandan onca emeği boşa mı gitmişti?
Oturduğu divanda başını önüne eğmiş, iki eliyle tuttuğu çembere bakıp donup kalmıştı.
Ölenle ölünmez oğlum, seversin başka birini, evlenirsin, çocuğun olur Aman! Buraya gelirler,
saklanmalısın. dedi ablası; ama önce sana bir şey söylemem lazım. Seni kozmos yolladı!
O da neyin nesi?
O böyle diyor, Allah diyeceğine. Ondan geçti İkisi de aynı hesap Kimseye diyemediğim bir
sorunum var. Bir adam var, benle evlenmek istiyor. Bana aşık olmuş. Şehirden geldi, buradan
toprak ve hayvan aldı, bu işleri bilmiyor, cacığın teki, üniversite bitirmiş. Evlenip boşanmış.
Maddi durumu iyi. Benden 10 yaş küçük. Evlensem diyorum; ama köylü bana arkamdan güler diye
korkuyorum. Evlenirsem rahmetliden aldığım maaş da kesilecek.
Çetin, iki eliyle ablasının bir elini tuttu sımsıkı: Evlenmezsen ölümü gör! Millet ne derse desin.
Çocuğun olur, kuruyup solup kalacak mısın bu evde? Evlenmek senin hakkın! Ona güveniyorsan ve
onu seviyorsan evlen.
Senin hatırın için evleneceğim, canım kardeşim.
Asiye, her durumda makul ve güzel davranmayı başarabilen çilekeş bir kadındı. Müthiş bir
sevinçle, yürek ferahlığıyla ona ahırda gizli bir yer, sığınak gibi bir yer gösterdi. Zamanında
kocası burayı tarihi eser saklamak için yapmıştı. Zaman zaman define aramaya giderdi.
Ama her seferinde avucunu yalardı.
Çetin, o geceyi 6 ineğin olduğu gizli yerde geçirdi, sabah ablası kahvaltı getirdi ve
biraz daha muhabbet ettiler, Asiye gitti. Çetin doymuştu, ne yapacağını bilmiyor,
bilemiyordu, evden uzaklaştı ruhunu kaybetmiş gibi çaresiz, enerjisiz.
Çetin, Kadriyenin intihar ettiği denilen uçurumun oraya gitti. Burası ormandı.
Aşağıda çok güçlü ve gürültülü akan bir dere vardı, iri kayalar ve taşlarla doluydu
burası. Aşağı baktı. Yükseklik baş döndürücüydü. Yaşama sebebinin kalmadığını
hissediyordu, ileri geri sallanmaya başladı, tam aşağı düşeceği an ellerini açtı ve
kendini geriye attı, aklına bir şey gelmişti, içinde bir şey zınk etmişti:
Kadriye bunu asla yapmaz. diyordu iç sesi.
Oturdu ve düşünmeye başladı. Onunla son buluşma gözlerinin önüne geldi.
Dağa, dağlara kaçalım dediğini hatırladı Kadriyenin.
Genç kız buralarda bir yerde olmalıydı, eve gitti, sırt çantasını hazırladı, erzak aldı, gerekli her şeyi.
Ablasına veda edip evden ayrıldı.
Dağlarda Kadriyeyi arıyordu.
3 gün sonra tükendiğini hissetti, kış şartlarında bu arama işi olacak gibi değildi.
Pes etti. Baharda ya da yazın devam edecekti aramaya.
Ablasının önerisiyle saatlerce uzakta, bir dağ köyündeki sığır çiftliğinde çalışıp
barınabileceği umuduyla yola çıktı.
Besi sığırları bakılan bu küçük çiftlikte son eleman evlenmiş ve işi bırakmış, şehre
gitmişti, çiftlik sahibi yaşlı bir adamdı, çiftlik işini veteriner kızıyla idare etmeye
çalışıyordu ve çok yetersizdi. Çetini işe aldılar, yatacak yer verdiler. Çetin, yaz
ayları gelene kadar orada kaldı, sonra bir işçi daha aldı çiftlik sahibi,
Çetin çıkacağı için, Çetin geri dönmeye söz verip oradan ayrıldı, o insanları çok sevmişti.
Köyüne vardı ve 15 gün boyunca dağlarda Kadriyeyi aradı. Kadriye yoktu. Perişan
olmuştu dağlarda gezmekten. Zayıflamıştı. Dağlarda her zaman yiyecek bulunmuyordu. Dağlarda
geze geze delireceğini düşündü. Birkaç gün daha gezeyim, yoksa yok diye düşündü, çalıştığı
çiftlikteki veteriner kızla çok iyi anlaşmıştı, at gibi uzun boylu kız zaten ona meyil verip
durmuştu. Ablasının dediğini hatırladı: Ölenle ölünmez oğlum, seversin başka birini, evlenirsin,
çocuğun olur Evet, bir hayatı olurdu, Veteriner kıza aşık değildi; ama çok iyi bir kızdı o.
Dağda Kadriyenin izini bulmak için dolaşmaya girişti yine. Gündüz vaktiydi. Susamıştı, yol
üstündeki dereye su içmeye gidiyordu. Yoğun otların arasında parlak bir şey gözüne çarptı, metal
parıltısı gibi, orası duvar gibiydi, topraktan set olmuştu. Otları araladı, burada kuru çalı çırpı
vardı, biri orayı görünmesin diye kapatmıştı. Bu eski fıçıya ait bir kapaktı. Burası sığınağa
benziyordu. İçeri girecekti. Çekindi, terör gurupları sığınak yapardı, böyle bir şeyse? Burada
kimlerin yaşadığını öğrenip buradan çekip gidecekti hemen, Kadriye burada olabilirdi. Beklemeye
karar verdi. Orada yaşayan biri olmalıydı, işaretlere bakılırsa.
Akşama kadar vakit harcadı ve akşam yaklaşırken malum yere geldi ve saklanıp beklemeye
başladı. Uykuya dalmıştı, gece sese uyandı, çıtırtılar gelmişti, o kapak açılmış, içerden bir gölge
çıkmıştı. Çetin, gölge ona yaklaşınca çullandı üstüne, yuvarlandılar. Gölge ona bıçak çekmişti,
Çetin bıçak tutan eli bilekten yakaladı. Yüzü gözü kir pas içindeydi adamın. Onu sırt üstü yere
yapıştırdı, iki elini tutup bastırıyordu yere.
Bırak beni! diyordu, bu ses Kadriyenin sesine çok benziyordu, koku da ona çok tanıdık geldi,
Kadriyenin sanki ayda büyümüş çiçeklerin kokusuna sahipti. Hayret! Kızın başındaki bereyi
çekip aldı, saçlar kısaydı. Ay aydınlığında seçiliyordu.
Kadriye! dedi heyecanlanarak, sen misin, ben Çetin, korkma, sakin ol. Hapisten kaçtım.
Alttaki vahşi gölge, hareketsiz kesildi. Ses vermedi.
Ben Çetin Kadriye, son buluşmamızda kelebekler çok dayanıklıdır demiştin bana, hatırladın mı?
Kadriye, kulaklarına inanamıyordu, ağlamaya başladı. Ona sarıldı.
Çetin, hapse düşünce öldürülen gencin iki abisi Kadriyenin evine gelip onu rahatsız etmeye, taciz
ve tehditlere başlamıştı. Kardeşimiz senin yüzünden oldu! diyerek. Kadriye de hem ona, hem
ailesine zarar gelmesin diye plan yapmıştı, uçurumdan atladığını sansınlar diye bir suç mahalli
düzenlemiş, büyük ve trajik ve kutsal bir tiyatro oyunu yazmış ve oynamıştı. Eve, odasına bir
mektup yazıp bırakmıştı. Bazı giysilerini de uçurumdan aşağı atmıştı. Aşağıda nehir güçlü ve
çalkantılı biçimde akıyordu, ceset sulara kapıldı gitti diye düşünmelerini umdu.
Çocukluk hayalini, göçebe yörük kızı gerçekleştirmek için direnmişti.
İçeri geçelim dedi Kadriye; ama onu yere yatırıp üstüne çıktı, Çetinin kumral saçlarını
okşamaya başladı iki eliyle, başı yandan kavrayıp, Çetinin yeşil gözlerine bakıyordu, aniden
eğildi ve dudaklarını onun dudaklarına gömdü. Alaskadan Yeni Zelandaya kadar ara vermeden
12 gün boyunca pasifik okyanusu üstünden uçan kıyı çulluğu misali.
Çetin, bir an başını geri çekti: Keçi gibi kokuyorsun.
Kadriye, usulca güldü: Eee, dağların anasını ağlattım hayatta kalabilmek için, o da benim anamı.
Kolay değil buralarda yaşamak.
Gürültüsüzce güldü. Güzel dişleri göründü. Eliyle kapatmamıştı gülerken ağzını.
Ben sana demiştim Çok açım, yiyecek bir şeylerin var mı?
İçeri, sığınağa geçtiler. Burası kutu gibi küçük, çok sevimli ve kullanışlı bir odaydı, otlardan ve
çuvaldan yapılmış yatak. Kap kacak. Kenarda küçük bir ateş.
Bu güzel koku da nedir? dedi Çetin, yatağa oturmuştu.
Patates közlüyorum, biraz bekleyelim. Domates, soğan ve salatalık da var.
Ekmek var mı?
Olmaz olur mu?
Kadriye, közlenen patatese baktı ve başını Çetinin göğsüne yasladı.
İsa Kantarcı
19 Ekim 2020 17:01 Pazartesi