Her şey güzel bir abimin mesajlaşmasına salça olmamla başladı. Hayırdır ya, o parmaklar bir türlü durmuyor, manita işleri falan mı dedim. Çelik çıkıyor Fogo’da, onun fiyatlarını öğrenmeye çalışıyorum dedi. Hemen atladım… Nasıl ya? Bizim bildiğimiz Çelik Erişçi mi geliyormuş Kıbrıs’a dedim… Aynen kardeşim dedi… Menüleri gösterdi, tarihi söyledi, dedim arıyorum yarimi… Kabul ederse biz de geliyoruz… Hemen yapıyoruz organizasyonu, tamam mı tamam…
Akabinde aradım sevdiceğimi… Dedim böyle böyle… Böyle bir abim var… Ben ve sen… O ve onunki… Green ve Pink Ranger… Black ve Yellow Ranger tadında… Ey güzeller güzeli… Benimle Çelik konserine var mısın dedim. O da çok rahat bir şekilde tamam neden olmasın deyince hemen kafamda tüm senaryoları, olabilecekleri ve dahasını planlamaya başladım.
Bilen bilir… Ben içerim… Hem de kana kana içerim, sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi zamanın akışına devam ederim, amma velakin sabah oldu mu da, hiçbir şey hatırlamam bu bir… İki… Bu süreçte dışarıda içeceğim ve yanımda ”canımı” taşıyacağım için, kendimce uygun gördüğüm promili de tahminimce aşabileceğimden, tek araba gidelim önerisinde bulundum ve tekrar teşekkür ederim ki bizleri aldılar.
Aldıklarında da hemen hemen herkeste olduğu gibi klasik muhabbetler döndü… İşte benim abimle şakalaşmam, sevdiceklerimizin tanışması, şuradan buradan sohbetler, şuraya da şu açılmış falan filan.
Derken mesafe çok da uzak olmadığından mekana giriş yaptık… Dress code zorunluluğu olduğundan ben simsiyah takımımı çekmiştim… Nitekim oradaki güvenlik de benim gibiydi. Ara ara masadan kalkıp, lavaboya gittiğimde ve ceketi de giyip gittiğimden ‘’kolay gelsin’’ deyip selam çaktığımda, onlar da kafayı eğip ‘’teşekkürler’’ diye selam çaktıklarından; beni de, bazılarının onlardan biri sandıklarına eminim ama ispat edemem.
Neyse neyse… Biraz daha geriye gidelim. Girdik mekana… Masamızı gösterdiler. O kadar güzel bir yerdeydi ki… Sahnenin tam solundayız ve sahne ile aramızda 15 metre var ya da yok. Sahnenin dibindekilerin bir tık üstündeyiz. Ufak bir set ya da balkon çekilmiş gibi düşün. Hani biri ayağa kalktığında sahne görüşümüzü öyle kolay kesemez. O derece. Planlayan iyi planlamış kedi canını o iç mimarın…
Biz işte masamıza geçtik… Saat 8:30 falandı ve masa erkenden çok güzel mezelerle donatılmıştı… Akabinde garson gelip ne içip içmeyeceğimizi sordu. Abim, sevdiği ve sevdiceğim hemen söyledi. Konu bana geldiğinde… Hatunlar gibi şarap desem, bana göre değil… Abim gibi rakı desem, bu saatte çok geç… Efes Pilsen desem, aman aman halim yaman ama çekemem artık seni yeter be aman.
Bu yüzden ben Tuborg Gold içmek istediğimi söyledim… Garson da; Tuborg, diğer içecekler gibi sınırsız değil, ekstra dedi. Sıkıntı yok dedim… Gitti geldi, o yok, Bomonti var olur mu dedi. Olur dedim. Niye? Biz bedel öderiz de ondan mı? Tabi ki hayır… Karaciğer, pankreas ve mide o kadar yorgun ki sadece bazı alkollerin bazı markaları belli zamanlarda yormuyor da ondan. (IV Murad bunu beğendi.)
İşte saat oldu dokuz falan… Birbirimizi daha iyi tanıyoruz, sohbet muhabbet ufaktan açılıyor, ben bira ile oynuyorum ediyorum derken saat on olduğunda, sahne performansına başlıyor ve beraberinde güneş gözlükleriyle Çelik Erişçi giriş yapıyor büyük bir alkış eşliğinde…
Öyle bir geçer zaman ki şarkısıyla açılışı da yapıyor… Sonrasını mesela yazmak istiyorum ama çok da paylaşmak istemiyorum… İşte… Çelik’in Cem Yılmaz tadında bizleri nasıl eğlendirdiğini… Bizlere nasıl selam çaktığını… Sevdiğimin gözlerini… Hep beraber şerefe deyişlerimizi ve benim ”eee yeter bu kadar şerefe artık” isyanlarımı…
Açmak istemiyorum… Niye? Çünkü o gün pekala beş bira daha içerdim, nitekim hatırlamak için içmemeyi tercih ettim. Şimdi mesela, bu satırları yazarken içiyorum, amma velakin, o gün yaşanan her şeyi hücrelerime kadar hatırlıyorum ve beraberinde çok mutlu ve huzurlu olduğumu biliyorum. Bu yüzden de bunun bende kalmasını istiyorum.
O yüzden… Velhasıl kelam; konser bittiğinde, geri dönüş yolu başladığında, valla bizi burada bırakın, biz sonrasında yürürüz şuradan deyip indiğimiz o yolda yürüdüğümüz sohbetleri de hatırlıyorum… Ay ve yıldız ne kadar yakın bu gece ya, resmen Türk bayrağı dediğimizi hatırlıyorum. Meğerse sonrasında öğreniyoruz ki; o yıldız diye sandığımız, Afrodit’in güzelliğini aldığı söylenen Venüs’müş… O gün ki, biz bir başımıza yolda yürürken, karşımızda gördüğümüz, Ay ve Venüs yıllar yıllar sonra birbirine kavuşmuş… Ne güzel ve ne kutlu bir günmüş ki, biz de tesadüfen sırf benim bir an’a laf atmamla denk gelmişiz.
Gün sonunda güzel dostlar… Kul planlar eder, iyi hoş… Amma velakin… Rabb; kullarının kaderlerini nasıl yazdıysa o… İster burada, ister orada, ister sonrakinde… Olması gereken hep oluyor… Zaman ise öylece ansızın kah içimizden, kah yanımızdan geçip gidiyor… Hepsi bu.