Ben âdemoğlunun hayatını yaşadım. İnsanın uzun ve sıkıcı yaşamına tanık oldum ve ağır aksak geçişini gördüm. Hatta bir yalnız adama bir bakıma dost da oldum. Bu bana yapılmış büyük, çok büyük bir haksızlıktı; çünkü ben aslında bir sivrisinektim. Evet evet hani siz insanların Culicidae familyasından culex – ev sineği dedikleri türdendim. Basit değil mi? Aslında çok basitti ama sonra olan oldu. Olan oldu ve dönüşüp çilekeş bir hayata mahkûm edildim. Anlatacağım. Şimdi.
O gece kana muhtaçtım - yumurtalarımı beslemek ve yeniden yumurtlayabilmek için. Genç bir dişi sinek olarak ilk döllenme tecrübemi yaşamış ve genetik mirasımın itelemesiyle kan bulmak için yola koyulmuştum. Daha çok, daha da çok yumurtlamak istiyordum. Şimdi, şu halimle size bunu anlatabiliyorsam başıma gelenlerden dolayıdır; kazandığım bilinçten – şu lanet bilinçten! Hâlbuki başlarda ne güzeldi - sadece yapıyor olmak. Ah! Yakınmanın vakti değil. Anlatmaya devam etmeli.
Bir pencereden daldım. Gayet güzel kokulu ve şekerlemeli neme sahip bir teni algıladım ve hızla uçarak yaklaştım ona. Bu kocaman dev gibi bir adamdı, derisiyle tezatlık içinde kart bir görünüşü vardı. Karanlıkta pek de görememiştim çirkinliğini, zaten beni ilgilendirmiyordu da. Ama yine de böylesi kaba ve büyük bir yapıdan böylesi güzel kokular çıkması pek alışıldık değildi. Ama o zamanlar düşünmek gibi bir özelliğim olmadığından işe koyuldum. Ağzımın hemen altındaki neşter gibi kullandığım testere bıçakla deriyi narince kestim, uyuşturmak için kullandığım sıvıyı ilk borudan salıverdim kana. Kan sıvılaşırken, avımın hassasiyetinin de yeterli düzeyde azaldığına kanaat getirince hüp çektim içime kanı. Nasıl da tatlıydı. Ağırlığımın altı katına ulaşıncaya değil içtim - kana kana içtim. Avın bu esnada hiç kıpırdamadı, rahatsızlık belirtisi göstermedi. İşim bitince tavana kondum. Bir süre sonra ışık yandı. Ağırlaşmış pineklerken, tuhaf şeyler hissetmeye başladım. Tamamıyla hareketsiz kalmıştım. Ne olduğunu anlamadan bir şeyin içine tıkılmış vızıldarken buldum kendimi. Bu bir avuçtu – hayır, beni öldürmemişti – evet, beni yakalamıştı.
Beni üstü tülle örtülü bir kavanoza yerleştirdi. Çırpınıp durdum. Camı algılamam uzun sürdü, bu arada epey hırpalandım. Sonra sakinleştim ve sadece durdum. Durdum – durdum – durdum. Şimdi size ne kadar durduğumu söyleyemeyeceğim; çünkü tüm bunlar olurken ‘zaman’ kavramım yoktu. Yani sizlerin algısıyla… Saat gibi mesela. Ama her şeyi, sizin ve artık benim de demem gereken bir dünyaya ait her şeyi öğrenmeye mahkûm edildim. Sevgiyle bağlanılan bir tutsak oldum.
Bir süre sonra bir sancı başımı, göğsümü, karnımı kavurmaya başladı. En çok da başımda gülle gibi bir ağırlık hissettim. Varoluş sınırlarımın zorlanıyordu. Gözlerim içten içe kaynıyor gibiydi. Bu böyle acı dolu kıvranmalarla sürüp de sonu geldiğinde, artık başka türlü görmeye başladığımı anladım. Hatta başka türlü duymaya daha da kötüsü her şeyi garip bir biçimde algılamaya… Biri yaklaştı yanıma. Bu avımdı evet ama bir tuhaflık vardı. Benimle konuştu ve her söylediğini anladım. ‘’Benim küçük dostum, nasılsın bakalım?’’ dediğinde bana, neredeyse cevap verecektim. Sonra düşündüm! Evet evet düşündüm! Ve sus, dedim kendi kendime, ‘’şimdilik sus.’’ Pörtlek gözlerini cama yaklaştırıp gülümsedi. Eliyle cama, benim konduğum noktaya dokunup okşar gibi yaptı. Şaşkındım. Çok, çok şaşkındım! Bir süre sonra bedenimdeki ağrılar çoğaldı. Bir bacak daha çıkmaya başladı karnımdan. Bu beni dehşete düşürdü. Aslında üç bacaklı olmam gerekmesinin yanında, bunun bir insan bacağı olmasıydı bir diğer sebep. Ve sanırım bayıldım - aynı bir insan gibi! Ve uyudum – aynı bir insan gibi! Ve kâbuslar gördüm - aynı bir insan gibi! Bu rahatsız korkunç bir uykuydu ve ölüm sancıları çektim. Değişim sancıları demek daha doğru sanırım ama ben, tam ölecekken, ölemeyip - çok çok yaklaşıp ama ölemeyip tekrar dirildiğim, başka türlü dirildiğim, gibi bir hisse kapıldım. Yorgunluktan baygın bir süre daha yattım. Ayıldığımda bedenim bir insan bedenine çok benziyordu. Sinekinsan demek gerekecek sanırım. Çünkü insan bacaklarını andıran tüylü bacaklarım vardı. Kollarım da çokça kıllı ama insanınki gibiydi. Ayrıca ayakta durabiliyordum. Ancak hâlâ kanatlarım vardı – uçabiliyordum da. Cinsiyetimse yoktu. Oram… Organsız düz bir deriydi sadece. Başımı göremedim ilk başta, sonraları bir aynada gördüğümde garip bir görüntüyle karşılaştım. Borularımdan biri, kanı emmeye yarayan, yerinde duruyordu ama üzerinde burunumsu garip bir organ, altında da ağız diyebileceğim bir yarık vardı; gözlerim şeklini pek değiştirmemişse de başım büyümüştü; antenlerim yok olmuş yerine kulak benzeri incecik bir deriyle örülü kıkırdakımsı iki adet çanak yerleşmişti. Böylece hem kanla hem diğer gıdalarla beslenebilen, yürüyebilen ve uçabilen, anlayabilen, konuşabilen, duyabilen, düşünüp karar verebilen, beş santim kadar boyumla, küçücük bir sinekinsan olup çıktım.
Yıllar içinde elbet şaşkınlığımı attım. İnsanlaştım. Kapris yaptım, küstüm, mutlu oldum, kırdım, kırıldım, küçük planlar yapıp yalan söyledim, kandırıldığım için içlendim. Gözyaşı dökemedim ama böyle bir mekanizma işlemiyordu bende. Güzel manzaralar bakıp bakıp da hayallere daldım. Hüzünlendim, kavga ettim sahiple, barıştım ardından, gaddarlaştım, acıdım, içim yandı benim de, sevinçten ellerimi çırptım ya da, kutlamalar bile yaptım. Yılbaşını kutladık hatta doğum günlerimizi – onunki belirsiz ama inanmak istediği bir tarihti, benimkiyse insanlaştığım gün. Ama en kötüsü, aynı insan gibi kin biriktirdim içimde. Kin! Tam on iki yıldır yaşıyorum. Heyhat! Ben bir hilkat garibesinin dostuydum. Biricik-küçücük dostuydum. O yalnızlığın içine çekilmem bir yana bir de dönüştüm!
Bu adam tam kırk yedisinde, kollarını havaya kaldırıp Tanrı’dan bir dilek dilediğinde, yalnızlığını dağıtacak nasıl olursa olsun bir dost istediğinde, ben kan bulmak için yollardaydım. Uykuya dalıp düşünde beni gördüğünde ve Tanrı’nın lütfuna erdiğinde ve kanına bir tutam sihir kozu serpiştirilip değiştiğindeyse kanını emiyordum. Anladığım bu… Bana mucizeymişim gibi davrandı on bir yıl boyunca; gerçekten de mucizeydim. Beni sevdi, çok sevdi. Hatta benden daha çok sevdiği bir canlı yoktu. Zaten çevresinde iletişim kurabileceği başka biri de yoktu; hayatın ücrasında yalnızlığa mahkûm edilmişti. Hep özen gösterdi bana. Bir süre sonra serbestçe dolaşabildim evde – zaten kaçma şansım olsa da ne yapacaktım? Benim kadar küçük bir yaratık için bu ev bir anakaraydı. Aldı beni başka diyarlara da götürdü. Geri kalan ömrünü benimle birlikte geçiren kambur, iri cüsseli, yüzünde geçirdiği kazadan kalan yara izleriyle genetik mirasının çirkinliği katlanmış bu adama gerçekten acıdım. Ama onu sevemedim. Çünkü Tanrı onun dileklerini yerine getirirken bana ne yapmıştı böyle? Sebebi oydu. Bu koca adam beni bilince, insanlığa, uzun yıllara ve kısırlığa mahkûm etmişti. Ama kaderime razı olmaktan başka şansım da yoktu. Derken bir gün… Öcümü aldım ama iyi mi ettim şimdi hiç bilemiyorum.
Bir gün, odunculukla parasını kıt kanaat kazanan, nesillerden beridir kulaklarda dolaşan bir lanetle aynı cetleri gibi dışlanmış, kasabanın ırağında bir toprak parçasına sığınmış, sadece belirli ihtiyaçları ve kestiği odunları satmak için kasabaya inen bu adamdan öcümü aldım. O gün kasabaya indiğimizde, bir panik havası sezinledim. Sıtma, diyorlardı. Sıtma ortalığı kavuruyormuş. Sivrisineklerle de bulaştığından, yumurtalarını bıraktıkları sığ sulara mazot döküyormuş kasabalılar. Aniden şeytani ışıltılar saçan bir ampul yandı zihnimde. Ben de ne de olsa hâlâ bir sivrisinektim. E kan emmeye yarayan borum duruyordu ve kanatlarım da. Bir ev gösterdiler, karantinada. Bizinki odunlarını satmaya çalışırken bir koşu- ah! bir uçum girdim eve. Hasta kadından çektim lanetli kanı ve tuttum içimde. Hemen dönüşte, aynı bir insan gibi kinime yenilerek ve hiç düşünmeksizin sahibimin kanına şırınga ediverdim. İlk anda öylesi büyük bir mutluluk hissettim ki! Beni dönüşüme mahkûm eden bu adama kötülük ettiğim için. Derken hastalandı. Bünyesi dayanıklıydı ve uzun süre can çekişti. Aslına bakarsanız o can çekişirken de mutluydum. Hatta ona söyledim. Ben yaptım, dedim ‘’seni öldüren benim.’’ Böylece onu yüreğine düşürdüğüm sızıyla daha da mutlu oldum. O kıvranırken ve yüreği yanarken, benim artık insanlaşan gözlerim ışıldıyordu. Ve öldü.
Evet, öldü. Bir yıl oldu. Tam on iki yıllık insanlığımın son koca yılını yalnız geçirdim. Ne hayvan âlemine karışabiliyorum ne de insan. Yaşayabiliyorum. Bu eve kimse yanaşmıyor zaten. Ayrıca rahatça hareket edebilmem için kurulmuş bir mekanizma da var. Kan ya da meyvelerle idare ediyorum. Ama bu yalnızlık… Daha ne kadar dayanabilirim, bilmiyorum. Dün kendimi öldürmek istedim. Ama bir insan için bunun o kadar da kolay olmadığını anladım. Şimdiyse, kollarımı açıp gökyüzüne ve kanatlarını çırpıp delicesine Tanrı’ya yakarıyorum. Bir dost… Nasıl olursa olsun bir dost için!
Nergiz Şimşek
Ağustos 2009, Muradiye