Eylül geceleri…
Dip ve tepe aralığı… Belki de hüznün uyanışı…
Çocukluğumda dışarıda oynarken şimşek çakınca korkup ağlayan ve o telaşla eve kaçmaya çalışırken yere düşen bazı arkadaşlarımı hiç anlamazdım. Bana göre gök gürleyince sadece yağmur sinirleniyordu ve o kaçan arkadaşlarım da şaşkın korkaklardı. Yağmurla dostluğum o yıllara dayanır yani zaman zaman sinirlense de onu çok severim.
Yıllar önce bir Eylül ayı, dostlar ve kahvaltı masası… Gökyüzünden yere çığlıklar inerken zeytin çekirdeklerinden tabağa isim yazacak kadar büyümemiş üç kadın…
-Halimize bak, delirdik! Şu tabakları bir gören ya da yaptığımızı bir duyan olsa biteriz.
-Ne varmış halimizde hem kim görebilir biz bizeyiz; nereden duyacaklar?
-Emin olma içimizden biri bir gün bunu yazabilir!
-Yazmaz, yazamaz ki, yazmazsın değil mi bir tanem?
- Söz vermesem?
-Oldu!
-Yok daha neler!
Yağmur, şimşek, kahve… Hüznün demlendiği, sohbetin gittikçe acıya, özleme ve öfkeye dayandığı bir Eylül sabahı…Sıradaki gök gürültüsünü onun için istiyorum, derken gözleri dolan ve ‘ belki korkar!’ diye de ekleyen dostum…Canını yakan için gök gürültüsü istemek şarkılardan fal tutmaya hiç benzemiyordu. Umutla aşkın dirsek hizasından kayıveriş anı… Sonrası sıradaki gök gürültüsünü kapışan ve tabaktaki zeytin çekirdeklerini sinirle çöpe atan büyümemiş üç kadının hüzün çığlıkları…
O günden sonra gök gürültüsünden ‘sıradaki…’ diye istekte bulunan ve zeytin çekirdeklerinden tabağa isimler yazan o büyümemiş üç kadını hiç görmedim ama büyüyen yanlarıyla hiç övünmeyen ve gök gürlediğinde dudak kıyılarına gölgelenen hüznü saklamayan üç kadınla her gün beraberim...
Yağmur…
Kahve…
Gece…
07 Eylül 2009 Pazartesi
01:17
BİNNUR EDİSAN