Aramızdan bazı deha tabir edilen kişilerin, daha önceden fark edilme olanağı ki bu olanak meselesi çok kritik bir sorundur ve ayrıca incelenmelidir- bulunamamış (bulunmuşsa da zamana-mekâna yenik düşerek unutulmuş) ve belli ölçülerde geneli içine alan yaşantısal olgu ve olayları ortaya koyuşları, kimi zaman da keşifleri karşısında; kendilerine ve/veya öğretilerine, içinde bulunduğumuz çevre-duruma göre hayranlık, şaşkınlık, hatta bazen tapınma derecesinde inançla bağlılık duyguları geliştiririz. Bu bilimsel alanlarda olduğu kadar tinsel (din, sosyoloji, psikoloji, felsefe vs.) alanlarda da, tarihin çeşitli dönemlerinde karşılaştığımız ve karşılaşmakta olduğumuz bir durumdur. Sanki o güne kadar içinden yaşayıp geldiğimiz olay ve besbelli olguları görüp kavramamızı engelleyen perde aralanmış, içeriye ışık sızmış, mağaradan çıkış yolu bulunmuş, gölgelerin gerçek olmadığı anlaşılmış, çevremizi saran duvarlar yıkılmış, bizi yöneten-yönlendiren kurgular işlevini kaybetmiş ya da tam da bunları gerçekleştirebilmemiz için gidilecek yer, izlenecek yol keşfedilmiştir.
Gerçekten de öyle midir?
Kim, neyi, nerede, nasıl, hangi koşullar altında, ne için, hangi araçlarla, neye hizmet ederek, hangi saikle keşfetmiştir ki, keşfedilen aslında nedir, biz ona nasıl bir anlam yüklemişizdir?
Görünürde keşfedilen biz ve bize dair olandır. Benden yola çıkıp (ki kimsenin başkaca olanağı yoktur) bize dair olan-ı ve geneli kapsayan keşiflerdir bunlar. En bilimsel, en analitik yaklaşımlardan en öznel tam da burada yapıldığı gibi- yaklaşımlara kadar, ortaya atılan bütün tez, hipotez, kuram ve inkâr edilemez kabul ettiğimiz kanunlara kadar, hepsi benden yola çıkarlar. İki kere ikinin dört etmesi, yarın yağmur yağacak olması, suyun kaynama derecesi, maddelerin özgül ağırlıkları, yer çekimi kanunu, kapitalizmin bir sömürü düzeni olması, enginarın kanseri önleyen sebzelerden biri olması, oedipus kompleksi, insan beyninin doğduğunda boş bir levha olması, Tanrının varolması; hep benden yola çıkmıştır. Sonuç olarak, bütün bu tez, hipotez, kuram ve kanunları bilgi başlığında toplayabilir ve hayatımızı bu bilgilere göre yönlendirip yönettiğimizi (yönettirdiğimizi) söyleyebiliriz.
Bilinen ilk düşünür olarak Thalesi varsayarak sorgularsak; Thalesin öncülleri olmadan o noktaya gelemeyeceğinin açık tahminiyle, bilinmemelerine rağmen kendilerinin varlığını inkâr edemeyeceğimiz sayısız kayıp düşünce ve düşünce sahibinin attığı temeller üzerinde yaşadığımız bir gerçektir. Yazılı geleneğin içinde yer almamış bu kişilerin (düşüncelerin) yazılı geleneğe malolmuş kişilerden hiçbir farkı yoktur aslında. Biz, şekli ne olursa olsun, ister yazılı, ister sözlü, isterse bilemediğimiz-ulaşamadığımız kadar uzak geçmişe gömülmüş iletişim teknolojileri kanalıyla olsun, aslı gelenek olan (güncel kullanımından çok daha kapsayıcı, genel anlamıyla) bir ağın parçası ve oluşumuyuz. Bu ağın işletim sistemi ise iletişimdir.
İşte, girişte sözünü ettiğim ve yazılı geleneğe maloldukları için tanınan ve bazen değim yerindeyse tapınılan dehaların, dehalarını yansıttıkları alan da bu, iletişimin ta kendisidir.
Tarih boyunca iletişim teknolojilerinin iktidara sahip olan kesimlerce yönetildiği göz önüne alınarak, dehaların; neyi, nerede, nasıl, hangi koşullar altında, ne için, hangi araçlarla, neye hizmet ederek, hangi saikle keşifler yaptığı alsa göz önünden uzak tutulmamalıdır. Bu hususta düşüncem odur ki, çağları belirleyen ve eskiyi yadsıyarak gelişen her yeni iletişim teknolojisi dikkatle gözlenmeli, iktidarların -iktidarlarını sürdürme bağlamında, yetersiz kaldıklarına, yıprandıklarına inandıkları için- ortadan kaldırmaya çalıştıkları eski teknoloji-ler rafa kaldırılmadan, güncelliği korunarak yaşatılmalıdır. İnsan için önce söz mü vardı, yazı mı vardı? Tartışmaları bir yana, insan için önce gelenek vardı, gerçeği görülmelidir. Yazıdan ve sözden önce oluşmaya başlamış bir ağın, insanlığın toplu bilincinin varlığı sahiplenilmelidir. Düşünce evrenimiz, farklı kültürlerin farklılığından beslenmiş bu ağın izdüşümüdür. Bu bağlamda evrensel geleneği korumak, farklı gelenekleri korumakla mümkündür.
Nilüfer Aydur